Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
TSK ve değişim |
TÜRKİYE’NİN değiştiğini söyleyerek, TSK’nın da bu değişimin dışında kalamayacağını yakın zamanlarda o cenahtan dile getiren ilk kişi, Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök olmuştu. Org. Başbuğ da peş peşe iki gazeteye verdiği ve özellikle “Sabrımız taştı, yeter yahu, artık biz de elimizdeki bilgileri açıklayacağız” çıkışı ekseninde hâlâ tartışılan mülâkatlarında bu konuya da temas ediyor. Ve değişimden çok gelişim üzerinde duruyor. “Atatürk sevgisi, ulus devlet, üniter devlet, cumhuriyetin temel nitelikleri. Bunlar değişebilir mi?” diye sorup, devam ediyor: “TSK bu anlamda değişmez, değişemez.” (Habertürk, 12.2.10) İçerik ve yorumlanış biçimlerine ilâveten, sıralanma silsilesine de dikkat edilmesi gereken bu kavramlara “değişmezlik” izafe eden bir yaklaşımla gerçek anlamda bir “gelişim” olabilir mi? Kişi eksenli bir sevgi hissini kurumsallaştırıp; çağın getirdiği değişim ve gelişim süreci çerçevesinde tekrar değerlendirilmesi gereken ulus devlet gibi kavramları tabulaştıran ve “cumhuriyetin temel nitelikleri” şablonuyla ifade edilen hususları demokrasiyle örtüştürme ihtiyacı duymayan bir bakış açısı ile “gelişme” sağlanır mı? Aynı şekilde, olumlu anlamda bir değişme ve gelişmenin en önemli şartlarından biri olan “samimî özeleştiri” bahsindeki tutukluğun hâlâ aşılamayışı ve hem TSK’yı en fazla yıpratan, hem de ülkeye çok büyük zararlar veren darbeler için “Artık geride kaldı, gereken dersleri de çıkardık” beyanının ötesinde birşey söylenmemesi, son derece ciddî bir handikap olmaya devam ediyor. Oysa tahribatı, izleri ve tortuları hâlâ temizlenemeyen vahim ve fâhiş yanlışlar açık yüreklilikle ikrar edilip, “Artık bunlardan arındık” mesajı verilebilse hem ordu rahatlar, hem de millet. Bakalım, o aşamaya ne zaman geleceğiz? Başbuğ’un beş saatini ayırdığı Habertürk röportajında, Murat Bardakçı’nın aktardığı çok önemli ve tarihî bir anekdot da arada kaynayıp gitti. Bardakçı yazıyor: “Maslak’ta çok geniş bir alana yayılan Harp Akademileri kompleksinin, Org. Cemal Tural’ın eseri olduğunu Org. Başbuğ’dan öğrendik. İlker Paşa, Genelkurmay’ın 1960’lı yıllarda araziyi almaya çalıştığını, ama Hazine’nin vermek istemediğini söyledi ve ‘Org. Tural emir verdi, araziyi bir gece tellerle çevirdik ve bu sayede dünyanın en modern harp akademilerinden birine sahip olduk’ dedi.” (a.g.g., 12.2.10) Aynı yazıda Bardakçı “bir dönemin efsane komutanı” olarak nitelediği Tural için Başbuğ’un “Çok iyi bir asker olmasının yanı sıra Silâhlı Kuvvetlere büyük katkılar yaptı” dediğini aktarıyor. Ama aynı Tural’ın hükümeti “takmayıp” başına buyruk tavırlar sergilediği için, dönemin Başbakanı Demirel ve Cumhurbaşkanı Sunay tarafından, Genelkurmay Başkanlığından alınıp önce Askerî Şûrâ üyeliğine kaydırıldığını ve beş ay sonra da emekliye ayrıldığını ikisi de anlatmıyor. Demokrasi tarihindeki yeri bu olan ve ilâveten dindarlara, özellikle de Nur talebelerine yönelik olumsuz tavrıyla hatırlanan Tural’ın günümüz Genelkurmay Başkanınca, farklı gerekçelerle de olsa övgü ve takdirle yad edilmesi, değişim ve gelişim söylemleriyle örtüşen bir hal olmasa gerek. Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunda ise Harp Akademileri Komutanlığının üzerine kurulduğu araziye, asker tarafından etrafı tellerle çevrilerek fiilî durum meydana getirilip el konulması var. Ve Başbuğ, “dünyanın en modern harp akademilerinden biri”nin, bugün ancak mafyaya yakıştırılabilen bir yöntemle el konulan arazi üzerine inşa edilmiş olduğunu da övgüyle anlatıyor! Demokratik hukuk devletinde böyle birşey olabilir mi? Askerin kendisini memleketin asıl sahibi olarak herkesin üzerinde görüp ona göre davrandığının bundan daha iyi örneği olur mu? Peki, aradan kırk sene geçtikten sonra bir Genelkurmay Başkanının bu hukuk dışı olayı takdirkâr sözlerle gündeme getirmesinin izahı ne? Bu nasıl bir değişim, ne biçim bir gelişim?
18.02.2010 E-Posta: [email protected] |