18 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Raşit YÜCEL

Keşif kolları


A+ | A-

Hayat her zaman bir istikamet üzerine gitmez.

İnişleri vardır, çıkışları vardır.

Acıları vardır, sevinçleri vardır.

Bir de “keşif kolları” vardır.

“Vücudunda tavattun eden hastalıklar” anlamına gelir bu.

Bediüzzaman Hazretleri bu tesbitte bulunur.

“Keşif kolları”dır.

Belirli bir yaştan sonra çeşitli hastalıklar insana dâvetsiz misafir olarak gelir.

Kimi midesinden, kimi kalbinden, kimi ciğerlerinden, kimi gözünden, kimi kulağından, kimi şekerinden, kimi bel fıtığından, kimi ayaklarından, kimi kollarından, kimi romatizmadan…

Ve uzayıp gider “keşif kolları”...

Bazen de dayanılmaz haller alır bu acılar.

Sabredenler olur, sabrı taşanlar olur... İnsan işte böyledir.

Et ve kemikten ibarettir.

Yetmiş kiloluk bir vücudun ancak dört kilosu kemikten ibarettir.

O da 35 yaşından sonra gitgide mukavemeti azalır.

Onun için futbolcular genelde 35 yaşından sonra mesleğini yapamaz hâle gelirler.

Dirençler azalır.

Belimiz bükülmeye başlar.

Vücudumuz kırışmaya devam eder.

Dünyaya karşı his ve arzularımız azalmaya başlar.

İşte hayat böyledir.

“Keşif kolları” bir anlamda ikaz ve hatırlatma mekanizmasıdır.

Ölümün öncü hayat halleridir.

Bu vücut olayları mânevî hayatımıza yön vermelidir.

Bu “keşif kolları” sadece yaşlılara has değildir.

Bütün insanlara aittir.

Genç yaşta bir takım hastalıklara muhatap olan nice insanlarımız vardır.

Her yaşın bir imtihanı vardır.

Zîrâ “Hayat musîbet ve hastalıklar ile tasaffî eder. Yeknesat istirahat döşeğindeki hayat hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade şerr-i mahz olan ademe gider ve ona yakındır” tesbitinde bulunan Said Nursî Hazretleri hayatın her şart ve şeklinde bir kader kaleminin ince çizgileri ile donatıldığını belirtir.

İster engelli olsun, isterse sıhhatli olsun fark etmez.

Hayat her insana aynı şartları sunar.

Bazen refah ve zevk insanın felâketine sebep olur.

Kimi zaman da musîbet ve hastalıklar insanın ebedî hayatının kurtuluşuna sebebiyet verebilir.

Ve bizler bu “keşif kolları”nın sıcak temasları ile hayatımızı devam ettiririz.

Bunlar ehl-i iman için musikînin nağmeleri gibi gelir.

Not: Bu Cuma akşamı Balıkesir, Cumartesi Bandırma, Pazar günü ise Ankara Pursaklar’da saat 20.00’de “Nur hizmetinde Nurlu Hatıralar“ adlı seminerlerde okuyucularımız ve dostlarımız ile beraber olacağız. İnşallah.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Medyada güç dengesi


A+ | A-

Medya unsurlarının (gazete, dergi, kitap, tv, internet...) vatandaşın görüş ve düşünceleri üzerindeki tesiri muhakkaktır.

Eskiye nazaran nisbet/oran değişse bile, tesir gücü yine de devam ediyor.

Keza, "dördüncü kuvvet" olarak kabul edilen medyanın siyaset ve bilhassa iktidar (parti/hükümet) cenahı üzerindeki etkisi de tartışmasızdır.

Hükümetler, ister istemez medyayı dikkate alır ve bu yaygın aktüel kuvvetten âzami derecede istifade etmeye ve bu etkin gücü mümkün olduğunca kendi lehine çevirmeye çalışır.

Şimdiye kadar gelmiş geçmiş siyasî aktörler arasında, medya gücünden en çok istifade etmiş olanların başında İsmet Paşa (1925–70 arası) ile Bülent Ecevit (özellikle 1970–80 arası) gelir. Bunları da, Turgut Özal (1983–93 arası) ile Tayyip Erdoğan takip eder.

Medyadaki dengelerin değişmesinde başarı sağlama noktasında ise, Erdoğan'ın rakipsiz olduğu söylenebilir.

Tayyip Erdoğan'ın siyasette lider olma konumuna geldikten sonraki medyanın durumu ana hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir:

* 2002'de Erdoğan ve AKP'yi var gücüyle destekleyen mevkuteler, Türk medyasının ancak yüzde 15–20 kadarını temsil ediyordu. (Zaman, Y. Şafak, Vakit, Türkiye, STV, Kanal7...)

* Medyanın yüzde 50 kadarı ise, yine sempati ağırlıklı bir tarafsızlık ilkesiyle hareket ediyordu.

* Zaman ilerledikçe, medyadaki güç dengesi şaşırtıcı bir biçimde değişmeye başladı. İktidar yanlısı yüzde 20'lik medyaya bir yüzde 20–25'lik potansiyel güç daha eklendi. (Bugün, Star, Sabah, Takvim gazeteleri ile atv, Kanaltürk ve Cine5'in el değiştirmesi.)

* Böylelikle, medyadaki iktidar yanlısı olan ve olmayan güç dengesi yüzde 45–55 oranlarında hissedilmeye başlandı.

* Bununla da yetinmeyen iktidar kanadı, dengeyi büyük çapta (yani yüzde 50'den fazlasını) yanına alma veya lehine çevirme hedefine kilitlendi. Bu meyanda TRT'de büyük kadro transferleri gerçekleştirildi. Aynı şekilde, muhalif medyaya önce sözle, ardından devlet imkânlarıyla gözdağı verilerek, bunların da etkisi kırılmaya çalışıldı.

* Şimdilik gelinen son aşamada görünen manzara ise şudur: Yıllar yılı medya pastasının en büyük dilimini bünyesinde barındıran Doğan Grubu, bir süredir iktidar kanadıyla olan kavgalı tutumundan vazgeçerek, bir bakıma pes etme noktasına geldi.

* Düştüğü ağır faturalı vaziyeti en az hasarla kapatma derdine düşen Doğan Grubu, elindeki medya gücünün önemli bir kısmını iktidar yanlısı görünen İpekKoza Grubuna satmaya mecbur kaldı.

Çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, şimdilik kaydıyla iki grup arasında satışında anlaşmaya varılan medya kuruluşları şunlar: Vatan ve Milliyet gazeteleri ise Star tv...

İktidar cenahı, böylelikle kendini sağlama almış gibi görünürken, medya dünyasının orta ve uzun vadede nasıl bir tavır takınacağını şimdiden kestirmek zor.

Siyasî dengelerin değişmesi, ya da iktidarın el değiştirmesi durumunda, çoğu medya kuruluşlarının da ister istemez tavır değişikliği içine girmeye ve kendi menfaatini öncellemeye mecbur kalacağı hususunu nazardan uzak tutmamalı.

Tarihin yorumu 18 Şubat 1405

Dünya ikisine de yaramadı

Her ikisi de Türk ve Müslümandı. Aynı zamanda, cengâver birer asker ve devlet adamıydılar. Hatta her biri ayrı birer cihangir devletin başkanıydı.

Sultan idiler, hakan idiler, padişah idiler...

Dünyada onlara kafa tutabilecek üçüncü bir kuvvet görünmüyordu.

Fakat, ne büyük bir talihsizliktir ki, bu iki büyük şahsiyet karşı karşıya geldi. Ordularıyla birlikte amansız bir savaşa tutuştular.

Tahmin edeceğiniz gibi, Yıldırım Bayezid ile Aksak Timur'dan bahsediyoruz.

Bayezid, Osmanlı Devletinin, Timur ise kendi adına kurmuş olduğu Türk–Moğol İmparatorluğunun başındaydı.

Kaderin acı bir tecellisi olarak, bu iki şahsiyet 1402 yılı Temmuz'unda karşı karşıya geldi. Ankara'nın Çubuk Ovası kana bulandı. Savaş, yaklaşık 50 bin insanın hayatına mal oldu. Orada akan, kardeş kanıydı...

Asıl sebep ise, bir hakimiyet dâvâsıydı. Diğer sebeplerin tamamı bahaneydi.

Kendini İlhanlı Devletinin varisi olarak gören Timur, sahip olduğu Orta Asya coğrafyası ile iktifa etmeyerek, ayrıca Anadolu toprakları üzerinde hak iddia ediyordu.

Sultan Bayezid ise, Anadolu Beyliklerinin önemli bir kısmını yanına almış ve Osmanlı bayrağı altında Anadolu Birliğini kurmayı gaye–i maksat yapmıştı.

İşte, bu hakimiyet dâvâsı sebebiyle, iki büyük cengâver karşı karşıya geldi.

Savaşın başlangıcında Bayezid'in yanında yer alan Anadolu Beyliklerine bağlı kuvvetlerin bir kısmı, bir süre sonra Timur'un tarafına geçti.

Bu sayede, zaten üstün bir kuvvete sahip durumda bulunan Timur, daha da güçlenmiş oldu.

14 saat süren savaşın sonlarına doğru, Yıldırım'ın etrafındaki çember iyice daralmaya başladı. İki oğlu ve Sadrazam bile canını zor kurtararak harp meydanını terk ettiler.

Yanındaki son 300 kişilik kuvvetle harbe devam eden Bayezid, sonunda çaresiz kalarak, diğer iki oğlu ile birlikte Timur tarafına esir düştü.

Esirlik, Niğbolu Savaşının muzaffer kumandanı, koca Osmanlı Devletinin Hakanı olan Sultan Bayezid'e çok ağır geldi. Henüz 42 yaşında olmasına rağmen, kahrından yıkıldı.

Esaret altında günden güne eriyen Bayezid, bu halde bir yıl dahi yaşayamadı. 1403 yılı Mart'ında rahmet–i Rahman'a kavuştu. Naaşı, Bursa'ya getirilerek, kendi adına yaptırılan Yıldırım Türbesine defnedildi.

Tabii, Sultan Bayezid'e yaramayan dünya, Timur Leng'e da yâr olmadı. Bayezid'den sonra sadece iki yıl hayat süren Timur, 68 yaşında olduğu halde,18 Şubat 1405'te Kazakistan'da vefat etti.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Önemli bir kadın hakkı: Mehir


A+ | A-

Hasan Bey: “Günümüz Türkiye’sinde, boşanan kadınlara mahkemelerce belirlenen nafaka, İslâm’ın emri olan mehiri karşılar mı? Zira boşanan bir erkek, hem mehir, hem de nafaka ödemek mecburiyetinde kalmaktadır.”

Mehir, nikâh akdi sebebiyle erkeğin karısına ödemekle yükümlü olduğu nikâh bedelidir. Nikâhı yapılan kadın için mehir bir hak; nikâh eden erkek için ise bunu ödemek farzdır.

Mehir olarak verilecek mal ister belirlensin, ister belirlenmesin, kocanın onu vermesi gerekir. Hattâ, taraflar mehir verilmemesi konusunda anlaşsalar bile, erkek az veya çok kadının mehrini vermekle mükelleftir. Çünkü mehir Allah’ın emridir.

Kur’ân şöyle buyurur: “Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.” 1 Peygamber Efendimiz (asm) bütün evliliklerde mehrin mutlaka verilmesini emretmiştir.

Mehrin en azı tarafların belirleyeceği bir miktardır. En çoğuna ise sınır konmamıştır. Kur’ân buyurur ki: “Hanımınızı boşayıp başka biriyle evlenmek isterseniz, evvelki hanımınıza yükler dolusu mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın.” 2

Mehir nikâhın bir unsuru veya şartı değil, bir bağış veya bir hediye değil, nikâh akdine rızâ gösteren kadının hakkıdır. Nikâh esnasında bu hak hiç mevzubahis edilmese dahi kadın bu hakkını alır. Bu hak, nikâh esnasında verilebileceği gibi, kocanın bir borcu olarak bilâhare de verilebilir. Koca bu borcunu mutlaka vermelidir. Koca vermeyip, kadın da hakkını helâl etmediği takdirde, koca kul hakkı yemiş olur.

Mehir belirlenmiş olup olmama durumuna göre iki türlüdür:

1- Mehr-i Müsemmâ. 2- Mehr-i Misil

1- Mehr-i Müsemmâ: Nikâh akdi sırasında belirlenmiş olan mehirdir.

Âmir bin Rabî (ra) bildirmiştir: Fezâre oğullarından bir kadın, mehir olarak bir çift ayakkabı karşılığında evlendi. Resûlullah (asm) kadına:

“Nefsinin karşılığı ve hakkın olduğu halde bir çift ayakkabıya râzı oldun mu?” buyurdu.

Kadın:

“Evet!” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (asm) bu evliliğe izin verdi.3

2- Mehr-i Misil: Mehrin miktarı nikâh akdi esnasında belirlenmemişse, kadın dengi olan kadınların aldığı mehir kadar mehir almaya hak kazanır. Buna ortalama mehir veya rayiç mehir de denebilir. Eğer nikâh esnasında herhangi bir miktar üzerinde anlaşmaya varılmamışsa kadın mehr-i misil alır.

Mehir, peşin veya veresiye olma durumuna göre iki türlüdür:

1- Mehr-i Muaccel (peşin mehir) 2- Mehr-i Müeccel (Veresiye mehir)

1- Mehr-i Muaccel: Nikâh esnasında peşinen verilen mehirdir. Mümkünse hiç olmazsa mehrin bir kısmını nikâh esnasında peşin vermek daha faziletlidir.

2- Mehr-i Müeccel: Nikâh esnasında verilmeyip sonraya bırakılan mehre mehr-i müeccel, yani veresiye mehir denir. Mehr-i müeccel için bir ödeme plânı belirlenmişse, bu plân çerçevesinde zamanı geldiğinde ödenmelidir. Eğer bir ödeme plânı yapılmamışsa boşanma ânında veya eşlerden birinin ölmesi durumunda mehrin ödenmesi farz olur. Mehir boşanmaya kadar ödenmediğinde, boşanma tazminatı olarak mutlaka ödenmelidir. Kadının hakkı olan bu tazminatı ödemeden kadından ayrılmak, kocanın kadına yapacağı en büyük zulüm ve haksızlıktır.

Günümüzde boşanan kadınlara mahkemelerce boşanma tazminatı olarak belirlenen nafaka, toplam olarak eğer mehr-i misil miktarına ulaşıyorsa, şüphesiz mehir niyetiyle verilebilir. Böylece Kur’ân’ın mehir ile ilgili emri yerine getirilmiş, kul hakkı çiğnenmemiş olur.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 4.

2- Nisâ Sûresi: 20.

3- Tirmizî, Nikâh, 21.

Yaşadığınız veya yaşanmış “Ne ekersen onu biçersin” örneklerini yazacağınız yazışma adresimiz: [email protected]


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Duâ, tesbih ve zikir sayısı


A+ | A-

Bazı medyatik madrabazlar veya “âlim” diye geçinen “ulemâussu” (zekâsını ve ilmini yanlış yerde kullanan kötü âlimler) “Tesbihat, dua ve Esma-i Hüsna’yı şu kadar çekmek gerekmez, rakamlara bakmayın, ne kadar isterseniz o kadar çekin!” diyerek safi kalpli mü’minlerin zihinlerini bulandırıyor. Bu tutumları mü’minleri aşk, şevk, zikre mi teşvik ediyor, yoksa şevksizliğe mi?

Zikir ve duâlardaki “rakam” meselesinde evvelâ şu hakikate dikkat çekelim: Kur’ân ile onun en muhteşem, en kapsamlı, ilk ve en orijinal tefsiri olan hadis-i şerifler, sünnet-i seniyye hiçbir şeyi boşlukta bırakmamış, her şeyin ölçüsünü vermiştir. Ve hiçbir şeyi başkalarının keyfine bırakmamış, izah etmiş, bir ölçü getirmiştir.

Diğer taraftan, kâinatta muhteşem bir ölçü, denge ve âhenk vardır. Atomaltı parçacıklardan atomlara, hücrelere, yıldızlara, samanyollarına, galaksilere ve kâinatın bir ucundan diğer ucuna herşey bir ölçü iledir ve herşey rakamlara dayanır. Herşeyi ölçüyle yarattığının delillerinden birisi: “O'nun katında her şey ölçü iledir. O, görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir. Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen O'nun ilminde eşittir.” 1

***

Meseleye bu perspektiften baktığımızda, nasıl ibadet, duâ ve zikredeceğimizin ölçülerinin getirildiğini ve onların da rakamlara dayandığını görürüz: Beş vakit namaz. Her namazın rekât sayısı… Bir ay oruç. Şu kadar zekât… Haccın tavaf gibi menasiki belli rakamlara ve vakitlere dayanır.

***

Namaz sonundaki tesbihat da, Peygamberimizin (asm) ifadesiyle belli rakamlara dayanır:

“Kim her namazın peşinden otuz üç defa Allah’ı tesbih eder, otuz üç defa Allah’a hamd eder ve otuz üç defa da Allah’ı tekbir eder, yüzü tamamlamak için de ‘Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh, lehülmülkü ve lehülhamd ve huve alâ külli şey’in kadîr’ derse, hata ve günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile bağışlanır” 2

Peygamberimizin (asm), “Ben günde 70 kez tevbe-i istiğfar ederim!” diye buyurduğunu biliyoruz.

***

Risâle-i Nur’da, Kur’ân’ın sûrelerinin, rivayetlerde gelen rakamlara dayalı faziletleri yorumlanırken, sayıların hikmetleri açıklanır. 3

Birinci Lem’a’nın başında, “Otuz Birinci Mektubun birinci kısmı, her zaman, hususan mağrib ve işâ ortasında (akşam-yatsı arasında) otuz üçer defa okunması çok faziletli bulunan mezkûr kelimât-ı mübarekenin herbirinin çok envârından birer nurunu gösterecek altı Lem’adır” notu düşülmüştür. Bu mübarek kelimeler, meâilini vereceğimiz şu âyetlerdir:

* Yunus, karanlıklar içinde niyaz etti: ’Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.’

* Eyyub, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ’Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.’

* Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: ‘Allah bana yeter. O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben O'na tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur.’

* Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.

* Havl ve kuvvet, ancak herşeyden yüce ve nihayetsiz azamet sahibi olan Allah’a aittir.

* Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî.

* [Kur’ân] iman edenler için bir hidayet rehberi ve bir şifadır. 4

Kezâ, Bediüzzaman’ın, Sünnet-i Seniyye’ye uygun ve hadislerden istihraç edilen tesbihatlardan süzerek düzenlediği tesbihatta bazı duâlar birkaç sefer tekrar edilir. Meselâ, sabah-akşam, Kelime-i Tevhidi ifade eden 11 kelimelik cümlesi, 10 defa okunur. Allahümme ecirnâ minennâr 3, 5 veya 7 defa tekrarlanır...

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Ra’d Sûresi, 8-10.

2- Müslim, Mesacid, 144, 145, 146.

3- Sözler, s. 312.

4- Enbiyâ Sûresi, 87, 83.; Tevbe Sûresi, 129.; Âl-i İmrân Sûresi, 173.; Fussılet Sûresi, 44.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ali OKTAY

Vefat yıldönümünde Sâdeddin Kaynak


A+ | A-

1895 yılında İstanbul Taşkasap’ta doğar bestekârımızın babası, Fatih Camii dersiâmlarından Ali Alaeddin Efendidir. Dostu İbnülemin’e yazdığı mektupta kendi hayatını şöyle anlatır: “İlk kez küçük bir çocukken Hafız Melek Efendi’den aldığım dinî musîki dersleri beni tatmin etmiyordu. Kasımpaşa’da Küçük Piyale Camii imamı olan Hafız Cemal Efendi’ye devama başladım. Daha sonra Zekaî Dede’nin çıraklarından Darüşşafakalı Kâzım Bey’e intisab ettim. Bu zattan çok nadide eserler meşkettim. O esnada Sultanahmet Camii başimamlığına tayin olundum. Artık hocalığa devamın güç olacağına kanaat getirerek kendi kendime notayı öğrenmeye başladım.”

Kaynak, 1912 yılında Balkan Savaşı çıkınca İlahiyat zabiti olarak askerlik görevini yapmak üzere Diyarbakır’a gönderilir. Bu vesileyle Elazığ, Harput, Malatya, Mardin gibi illerimizi dolaşır. Bu esnada halk müziğimizin bölgesel motiflerini inceleme imkânı bulur, şarkı ile türkü arasında özellik taşıyan enteresan besteler yapar. “İncecikten Bir Kar Yağar, Güneş, Fırat, Gurbet Mektubu, Ağlarım Çağlar Gibi, Batan Gün Kana Benziyor, Bağrıma Taş Basaydım, Dertliyim Leyla” gibi nice güzel türküleri sayabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kur’ân-ı Kerim’deki savaş âyetleri üzerine ordu komutanlarına konferans vermiştir.

1926 yılında plak doldurmak üzere Berlin’e ayrıca Viyana, Paris, Milano’ya gitti. Sâdeddin Kaynak’ın bestekârlığa başlaması da işte bu Berlin seyahati ile olmuştur. Yol arkadaşı olan bir avukatın “Hicranı elem” sözleri ile başlayan bir şiirini hüzzam makamında bestelemiştir.

Merhum Sâdeddin Kaynak’ın bir başka öncü özelliği ise, film müziği bestekârlığı yönüdür. Bugün dizi filmler nasıl ki müzikleri ile ayrıca zihinlerde kalıyor ve beğeniliyorsa, o yıllarda bunun öncülüğünü merhum bestekâr yapmıştır, dersek her halde yanlış olmayacaktır.

Sâdeddin Kaynak 85 Arap filmini Türkçe seslendirdi. (Leyla ile Mecnun, Allah’ın Cenneti, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor gibi birçok Türk ve Arap filminin müzikleri)

Hafız Sami gibi müthiş bir ses, Sadeddin Kaynak için şöyle der: “Kur’ân okuma işinde birincilerden sayılır. O tatlı, o yumuşak ve zengin sesi her şeyden ziyade Kur’ân okumak için yaratılmıştır. O ibrişim sadâ, o güzel eda, ne Kur’ân ı sıkar, ne kulakları tıkar, ne de ruhları boğar.”

10 yaşında hafız olan, 31 yaşında iken ise ilk bestesini yapan Sâdeddin Kaynak “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor” filminin müziklerini yaparken beyin kanaması geçirir ve felç olur. Uzun süren hastalığı sonunda 3 Şubat 1961 Cuma günü hastanede üreden vefat eder. Vasiyeti üzerine Merkez Efendi Mezarlığına gömülür.

Vasiyetinin son bölümü şöyledir: “Bu evde benim bir pardesüm, iki kat elbisem, bir bavulum, bir radyom, bir buzdolabım var. Bunları Gülfiye’ye (kendisine uzun yıllarca bakan kadın) bırakıyorum. Benim evimde birikmiş param yoktur. Emri hak vaki olduğu zaman Sıraselviler’deki apartmanın 1, 3, 9 numaralı dairelerinden kiralar alınıp cenazemin teçhiz ve tekfinine sarf edilsin. Cenaze namazım Nuru Osmaniye Camii Şerifinde kılınsın. Merkezefendi’de kabrim hazırdır. Kabir taşımı Gülfiye yaptırır. Yazılacak şey şudur: Sultanselim Camii Şerifi Baş İmamı ve Sultanahmet Camii Şerifi ikinci imamı ve hatib-i meşhur bestekâr Hacı Hâfız Sadeddin Kaynak’ın ruhuna Fatiha...”

Konser duyurusu !

Geçen hafta Bizim Radyo’daki program konuğum klâsik kemençe san'atçısı ve aynı zamanda Ahmet Özhan yönetimindeki İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun üyesi Sertaç Tezeren’di. Kemençe üzerine sohbet edip, güzel ilâhiler dinledik. Bu arada kendisi bir bilgiyi daha paylaştı. Ben de bu vesileyle konser duyurusunu yapmak istiyorum: İstanbul’daki Kabataş Lisesi Mezun ve Mensupları Musîkî ve Kültür Derneği Korosu’nun şefliğini de yapan Sertaç Tezeren yönetimindeki, müziğe gönül vermiş amatör müzikseverlerden oluşan koro bir konser verecek. Sadeddin Kaynak, M. Nurettin Selçuk, Alaeddin Yavaşça gibi önemli bestecilere ait eserlerin seslendirileceği konserde ayrıca Ahmet Özhan da misafir san'atçı olarak sahneye çıkacak. Aynı zamanda her biri çaldığı sazın ustası olan Udi Yurdal Tokcan, kanun da Göksel Baktagir, kemençede Sertaç Tezeren, viyolonsel de Emrullah Şengüller’den ve diğer önemli isimlerden oluşan sazendeler ise saz eserleri icra edecek. Konser 21 Şubat 2010 Pazar akşamı saat 19:00'da Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi’nde olacak. Biletler girişten alınabilir.

Bilgi için: 0 (532) 502 51 94


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Mikail YAPRAK

Medeniyetin medenîleşmesi


A+ | A-

Avrupa’da yaşayan biri olarak hakikî medeniyete olan özlemimi sizlerden saklayamam. Medeniyetin, medenî ve hakikî yüzüne olan ihtiyaç, karanlık bir gecenin sabahında doğan güneşe olan ihtiyaçtan daha az değildir. Zira modernleşme ve aydınlanma adına sunulan sahte ışıklar, gerçek medeniyeti görmemize perde oluyor. Eflatun’un hayali olan “fazilet şehri”nin bile, bu perdelerin aralanmasıyla, İslâmiyet sayesinde ve insanlığın lâyık olması nisbetinde görülebileceğini, Bediüzzaman’ın ifadelerinden anlıyoruz. Asr-ı Saadet bunun en güzel ispatıdır. Yüzlerce sene önce hakikî medeniyetin orada, Medine’de yaşanmış olması, Yesrib’in Medine’ye dönüşmesi; medeniyetin, modernizmin mahkûmu olmadığını açıkça gösteriyor.

Modernleşmenin, çağdaşlaşmanın ve teknik donanıma sahip olmanın medenîleşmeye yetmediğini; geçen zaman, gelişen fenomenler ve yaşanan paradokslar açıkça göstermiştir. Şimdi, “medenî insan,” “medenî toplum” demek gibi, bir de “medenî medeniyet” kaydını izhar etme durumuna geldik. Hangi medeniyet? Medenî olan mı, medenî olmayan mı? Yani Bediüzzaman’ın deyimiyle “mim”siz mi, yoksa “mim”li mi? Şimdi biz bu “medenî” kaydını öngörmekle, yeni bir kavram kargaşası mı icat etmiş oluruz, yoksa medeniyet alanında zaten var olan kavram kargaşasından çıkış yolunu mu göstermiş oluruz? Yüksek idrakinize havale olunur.

Her olguya olduğu gibi, medeniyet kavramına da hem müsbeti, hem menfîyi yükleyen, insan oğlu insanın tâ kendisidir. Medenî toplumların temel faktörleri medenî insanlardır. Teknoloji ve modern âletler değildir. Çünkü bu âletleri medeniyetin lehinde de, aleyhinde de kullanacak olanlar yine insanlardır.

Medeniyet başka, modernleşme başkadır. Birincisinde insan görüşleri, zihniyet ve kafa yapısı, ahlâkı ve maneviyatıyla; ikincisinde ise hayatına lâzım olan vasıta ve imkânlarıyla değişip yenilenir.

İslâmdan önce, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdeti ne kadar vahşîlik ve bedevîlik ise; İslâm’dan sonra, aynı insanların karıncaya ayak basmaz hale gelmeleri o kadar medenîliktir.

***

Bugün teknolojik gücü ve modern âletleri elinde tutan Batı, bütün insanlığa olan borcunu unutmamalıdır. Medeniyet alanındaki kazanımlarının öncülerine ve pederlerine saygıda kusur etmemelidir. Bilmelidir ki, kendi insanlarının yüzünü güldüren, refah seviyesini yükselten teknik ve bilimsel kazanımlarında bütün insanlığın el emeği, göz nuru vardır. Bütün bunlar, doğudan batıya ve batıdan doğuya göçler ve seyahatler sayesinde elde edilmiştir. Bunda da tarihî, ticarî, siyasî ve dinî sebepler rol oynamıştır. İpek yolu, haçlı seferleri, Endülüs Emevî devleti vesaire..

Tamam, kabul ediyoruz. Avrupalı aklını kullanmış, bilimsel çalışmalar yapmış, çalışmış, ter dökmüştür. Doğunun ve Asya’nın sahip olup da değerlendiremediği nimetleri, Batılı değerlendirmiştir. Ama bu hal, gurura kapılmayı, dünyanın diğer ülkelerine tepeden bakmayı gerektirmez.

***

Avrupa’da hâlâ Bediüzzaman’ın tabiriyle “mimsiz” ve “sefih” bir medeniyetin baskısı ve etkisi varsa, hâlâ heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edilen bir medeniyet revaçta ise, hâlâ fazilet ve hüdâ üstüne tesis edilen bir medeniyetin hasreti çekiliyorsa, dünya ve insanlık adına tehlike çanları çalıyor demektir. Mehmet Akif Ersoy’umuza, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dedirten medeniyet anlayışı, iki cihan savaşıyla birlikte tarihin derinliklerine gömülmüş olabilir. Lâkin yine şairimize, “Medeniyet dediğin açmaksa bedeni, / Desene hayvan senden daha medenî” yakıştırması, ne yazık ki, uygar Batıda ve Batının körü körüne mukallitlerinde alabildiğine sırıtmaya devam ediyor.

***

Bir Alman düşünür der ki: “Medenî insan, karanlıkta dahi esnerken ağzını kapatan insandır.” Aslında onu görüp de ayıplayacak kimse yoktur. Demek ki onun, herşeyden önce kendisine saygısı vardır. Burdan hareketle şöyle diyebiliriz: “Medenî insan kendisine saygısı olan insandır.” Medenî insan, sorulara kızmadan cevap veren, diyaloğa açık, hoşgörülü, kendisiyle barışık, insan haklarına saygılı, haksızlığa isyankâr, tükürdüğünü yalamayan ve de yere tükürmeyen insandır.

Görüyorsunuz ya, medeniyet üzerine fikir yürütürken, Avrupa dedik, şu dedik, bu dedik, sonuçta yine insana döndük. Kendime döndüm, kendime baktım. Hakikaten medenî miyim ki, medeniyet üzerine kelâm sarf etme medenî cesaretini gösterebiliyorum? Ki, eğer öyle değilsem vay halime ki, İlâhî cezaya müstahak olmaktan, bütün dünyanın medeniyeti de beni kurtaramaz. Bir de elimizdeki hakikatlere, risâlelere bakalım. Demiri balmumu gibi elinde yoğurma mu'cizesine sahip olan Davud Aleyhisselâm’ı hatırlayalım. Bir de enemizi ve enaniyetimizi balmumu gibi yoğurmaya muktedir olan Risâle-i Nur hakikatlerine bakalım. Sonra dönüp yine kendimize bakalım. Vay halime ki, vay..

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku!”


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Nasıl yani?


A+ | A-

Gündemlerin çok çabuk değiştiği Türkiye’de yaşananlara doğru teşhis koymak; inanın ki ‘kanser’e teşhis koymaktan çok daha zordur. Böyle olmakla birlikte ‘teşhis koyduğunu ilân eden’ler de çoktur. Fakat bu teşhislerin ‘Ne kadarı doğru?”, o ayrı bir mesele...

Şimdilik son gündem maddesi, yargıdaki tartışmalar. Yaşananlara doğru teşhis koymak elbette kolay değil. Bir savcının yaptığını başka bir savcı, o olmazsa bir ‘üst kurul’ bozabiliyor. Hediseleri medya gözüyle takip eden vatandaşın ne düşündüğünü tahmin edin.

Aslında bu çıkmazı, günlük tartışmaları değil de temel meseleleri tartışarak aşabiliriz. Herkes biliyor ki bu yanlış uygulamaların temelinde doğrudan olmasa da yürürlükteki 12 Eylül ihtilâl anayasası var. Fakat yine biliyoruz ki, isimlerin ve resimlerin değişmesiyle hakikat değişmez. Yani, 12 Eylül ihtilâl anayasası kâğıt üzerinde değişse ve teknik olarak yeni ve sivil bir anayasa yapılsa bile problemler sona ermeyebilir. Bu tesbitlerimiz, “Yeni anayasa yapılmasın, ihtilâl anayasasının hükümranlığı devam etsin” diye anlaşılmamalı. Dikkat çekmek istediğimiz konu, dönüp dolaşıp ‘insan’a odaklanmak gerektiğini hatırlatmaktır. Çok güzel kanun maddelerini keyfî olarak yorumlayan ve yanlış icraatlara imza atan ‘insan’lar olmuştur. Şöyle düşünelim: 1924-28 tarihleri arasında “Devletin dini İslâmdır” ibaresi anayasada yer almıştır. Buna rağmen farklı icraatlara imza atılmış ve neticede bu ibare 1928’de anayasadan çıkartılmıştır.

Yıllardan beri; gerek anayasa ve gerekse yargı konusunda reformlar yapılması gerektiği dile getiriliyor. Hükümet de, muhalefet de zaman zaman benzer sıkıntıları dile getiriyor. Fakat iş bu sözleri icra safhasına koymaya gelince, araya çeşitli maniler çıkıyor ve müsbet adımlar engelleniyor.

Aynı şekilde Avrupa Birliği yolunda adım atıldıkça bazı sıkıntıların sona ereceği ve insanlarımızın daha hür ve daha âdil bir yönetime kavuşacağı biliniyor. Bu adımlar da çeşitli mahfillerce engelleniyor. Peki, bütün bu müsbet adımları kimler ve neye dayanarak engelliyor? Asıl düşünülmesi ve teşhis konulması gereken hastalık bu değil mi?

Amiyâne tâbiriyle ‘boya-badana işleri’nden vazgeçip, temel konularla ilgilenmeyen hükümetlerin Türkiye’yi arzu edilen noktalara ulaştırması mümkün mü? Zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Yollara asfalt dökmek mi önemli, yoksa bu temel meseleleri halletmek mi? Enflasyonu bir puan düşürmek mi önemli, yoksa yargıyı âdil bir çizgiye çekmek mi?

Tamam, enflasyon da düşsün, yollar da asfaltlansın; ama temel konular ihmal edilmesin. Türkiye’nin ufkunu karartan ve yürüyüşünü engelleyenin Kemalizm olduğunu bilelim. Türkiye’ye dışarıdan bakan uzmanların bunları görmesi her halde daha kolay oluyor ki, zaman zaman bunu ifade ediyorlar. Nitekim, dönemin Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Arie Oostlander, “Kemalizm AB’ye engel” demişti. (Yeni Asya, 26 Eylül 2007)

Türkiye’yi idare edenler ve sıkıntılara teşhis koymak isteyenler bu gerçeği görmez ve ‘boya-badana işleri’ gibi şeylerle uğraşmaya devam ederlerse problemler derinleşir ve içinden çıkılmaz hâl alır.

Bu günlerde yaşanan tartışmalar biraz da bu pencereden bakılarak değerlendirilse kötü mü olur?


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“ABD-İslâm Dünyası Forumu”ndaki çarpıklık


A+ | A-

İçte ve dışta çarpıcı gelişmeler oluyor. Ankara’da Başbakanlık Konutu’nda AB ülkelerinin büyükelçilerine zehir-zemberek yüklenen Başbakan Erdoğan’ın, Katar’ın başşehri Doha’da düzenlenen “ABD-İslâm Dünyası Forumu”nda bir tek İsrail’e çıkışıp ABD’ye sessiz kalması bunlardan biri…

Türkiye’nin haklılığını anlatamadığı Kıbrıs meselesini müzâkerelerin önüne koyan AB’ye “Gözünüz kör mü?” diye seslenen Erdoğan, Gazze’yi gündeme getirip, bir defa daha Irak’ı ve Afganistan’ı gözardı etti.

“Gazze’de fosfor bombaları atıldı; bin beşyüz insan orada öldürüldü. Çocuk, yaşlı, kadın... Beş bin insan yaralandı. Şu anda 5 bin aile çadırlarda yaşıyor” diyen Erdoğan’ın, gıdadan ilâca hayatî maddeleri kapsayan amansız ambargonun sürdüğünü nazara verip, “Ey insanlık neredesin, ey yöneticiler neredesiniz?” diye seslenmesi, dikkat çekici.

Erdoğan’ın haklı olarak İsrail’in Gazze’deki vahşetini sorup Katar’ın ve Türkiye’nin yanıbaşındaki, tıpkı Filistin gibi ortak inanç, tarih, kültür ve kardeşlik bağları bulunan Irak’ta yedi yıldır süren işgal ve katliâmla yine çocukların, kadınların, yaşlıların büyük bir yekûn teşkil ettiği bir milyon yediyüz bin sivilin katledilmesini gündeme getirmekten sakınmasının hiçbir sebebi merak edilmiyor.

Zira Filistin’de olduğu gibi Irak’ta da gaddarâne bir zulüm devam ediyor; milyonlarca insan, sırf ülkelerinin işgaline karşı çıktıkları için öldürüldü, öldürülüyor. En az dört-beş milyon insanın yerlerinden, yurtlarından edilip göçe zorlanmış, milyonlarcası yaralanmış; sakat kalmış; nüfusun üçte biri perişan edilmiş…

IRAK VE AFGANİSTAN GÜNDEMDE DEĞİL!

Görünen o ki ABD’nin hegemonya ve çıkarları hesâbına işgaliyle hergün onlarca-yüzlerce kişinin katledildiği, son iki ayda meydana gelen patlamalarda binlerce sivilin öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı Müslüman Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da olup bitenler, “ABD- İslâm Dünyası Forumu”nun gündemine gelmiş değil.

ABD’nin Afganistan ve Pakistan özel temsilcisi Richard Holbrooke ile ABD’nin Müslüman dünyası özel temsilcisi Farah Pandith’in katıldığı toplantıda, Erdoğan’ın başbaşa görüşmesinin uzamasının büyükelçiler arasında kapı önünde kavgaya sebep olan Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la kapalı kapılar arkasında neyi görüştüğü bilinmiyor.

Aynen 5 Kasım 2007’de Bush’la, peşinden 7 Aralık 2009’da Obama ile Oval Ofis’te Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun alınmadığı görüşmelerde konuşulanların bilinmediği gibi…

Ancak başta “one minute” çıkışıyla İslâm dünyasının takdirini kazanan Erdoğan olmak üzere, kimse çıkıp ABD’ye, işgal sırasındaki Amerikan Dışişleri eski Bakanı Colin Powell’in itirafıyla “yalan” olduğu açığa çıkan Irak’ı işgal gerekçelerini sığaya çekmiyor.

Ne Erdoğan ve ne de “forum”a katılan diğer İslâm ülkeleri idârecileri, “Bağdat yönetiminin elinde kitle imha silâhlarının bulunduğu” ve “El Kaide ilişkisi” uydurmasının verdiği dehşetli zulüm ve zâyiatı sual etmiyor.

Yalanlar bir yana; Irak’ın yer altı ve yerüstü zenginliklerini, enerji kaynaklarının sömürülmesi, maddî ve mânevî varlığının talân edilmesi de ele alınmıyor. Irak petrol rezervlerinin, Bush’un Yardımcısı Cheney ile eski Dışişleri Bakanı Rice’nin ortak olduğu Amerikan ve işgal ortağı İngiliz uluslar arası petrol şirketlerinin otuz yıllık ihâlelerle peşkeş çekilmesi gündeme getirilmiyor.

Erdoğan, Gazze’yi gündeme getiriyor; İsrail’i şiddetle kınıyor, lâkin Obama’nın ve görüştüğü Clinton’un tek kelimeyle de olsa İsrail soykırımını kınamamasına; Bush gibi İsrail’e arka çıkıp fosfor bombalarını kullanmasını “kendini savunma hakkı” olarak yorumlayıp zâlimleri cüretlendirmesine bir şey demiyor…

NEDEN ABD’YE EN UFAK BİR TA’RİZ YOK?

Oğul Bush’un Teksas’taki petrol şirketinde sekiz yıl yöneticilik yapan kukla Karzai’yi Afganistan’ın başına getirip, “terörle mücadele” bahanesiyle Asya’nın kalbine yerleştirip Orta Asya ve Hazar havzası enerji kaynaklarını ve hatlarını sömürmesini sormuyor.

İsrail-Filistin meselesinde barış sürecinin önündeki en büyük engeli “Yahudi yerleşim birimleri ve ayırım duvarı inşaatı”nı “insanlık trajedisi” olarak niteleyen ve bunun bir an önce sona erdirilmesini isteyen Erdoğan, Irak ve Afganistan’daki “insanlık trajedisi”nin bir an evvel sona ermesini ağzına almıyor.

“İslâmcı ya da Müslüman terör örgütü” kavramlarını kullananları uyaran Erdoğan, “Terör ve İslâm’ı bir arada görmek bizim kanımıza dokunuyor” diyor; ABD’nin “11 Eylül saldırıları sonrasındaki İslâm algılamasını artık değiştirmesi ve özgürlük/güvenlik paradigmalarının yeniden belirlenmesi gerektiği”ni söylüyor. “ABD artık sorumluluk yüklenmeli” diye konuşuyor.

Ne var ki İslâm’ı “terör dini”, Müslümanları “terörist” olarak damgalayan ABD’nin Irak’ı işgaline “destek hamûleleri”ni sağlıyor. Türkiye’nin havaalanlarını, limanlarını, üslerini, conilerin her türlü savaş malzemesi, silâh ve mühimmatın nakil ve dağıtımına açıyor. İncirlik’ten havalanan Amerikan savaş uçakları, Irak’ın üzerine binlerce sorti düzenliyor. Müslüman Afganistan işgaline ek asker gönderiyor; Mehmetçiğin operasyonlarda ve devriyelerde kullanılmasına, arkadan dolanılarak cepheye sürülmesine göz yumuyor.

İsrail’in Gazze zulmünü açıkça kınayan, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden oluşan, başşehri Doğu Kudüs olan bağımsız, demokratik, kalıcı bir Filistin devletini tanıyacağını ilân eden AB’ye her fırsatta rest çekip meydan okuyup büyükelçilerini azarlayan Erdoğan, İsrail zulmünü destekleyen ABD’ye en ufak bir t’arizde bulunmuyor.

Neden?


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Rusya ve Çin İran’a yaptırım uygulayabilir mi?


A+ | A-

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun günübirlik Tahran ziyareti, Amerika’nın yeniden alevlendirmeye çalıştığı İran ateşinin tavını düşürmeyi amaçlıyor. ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Katar’daki temasları, Amerika’nın Çin ve Rusya ile görüşmeleri de hep aynı hususta düğümleniyor: İran’a karşı uygulanacak yaptırımları belirlemek ve Güvenlik Konseyi’nden karar çıkarmak.

Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum, ne zaman Batı ile İran arasında uzlaşma havası doğsa, şartlar biraz yumuşasa, İran’dan ipleri koparacak bir açıklama geliyor. En son nükleer yakıt karşılığı zenginleştirilmiş uranyumun başka bir ülkede depolanması konuşulmaya başlandı. Fransa, Türkiye ve Rusya bu konuda olumlu yaklaşan müstakbel emanetçiler olarak ortaya çıktı. Beklenmedik bir zamanda İran uranyumu yüzde yirmi zenginleştirme programını başlattığını ilân etti. Sanki Amerika’nın ekmeğine yağ çalmak ister gibi.

Amerika da bu fırsatı bekliyormuş gibi hemen, İran’ın komşularına füze savunma sistemleri yerleştirmeye, İran’a karşı yaptırıma yaklaşmayan Çin ve Rusya’ya baskı yapmaya başladı. Rusya en büyük silâh müşterisi ve sivil amaçlı nükleer malzeme alıcısı olan İran’a karşı sert bir tavır takınmak istemiyor. Çin de en çok petrol ve doğal gaz aldığı (2004 yılında yirmibeş yıllık anlaşma yaptılar) ve çok miktarda tüketim malı (bilgisayar sistemleri, elektrikli ev aletleri ve hatta otomobil) sattığı İran’la arasını bozmak istemiyor. Çin’in İran’a sattığı mallar arasında önemli bir miktarını da yine silâh ve mühimmat satışları oluşturuyor. Her iki ülkenin ayrıca ABD’nin yanında görünmemek için bir çok sebebi var.

Bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi’nde İran aleyhine yaptırımları büyük ölçüde engelleyen ve uygulanan ambargolara katılmayarak, İran’a çıkış yolları sağlayan bu iki ülke, şimdi neden Amerika ile birlikte hareket etsin?

Rusya’nın yeni on yıllık askerî stratejisinde en önemli tehdit NATO’nun doğuya doğru büyümesi. Özellikle de eski Sovyetler Birliği ülkelerinden yeni NATO üyeleri doğmasını asla istemiyor. Rusya’nın bu hassasiyetini bilen Clinton NATO’nun bütün başvurulara açık olması gerektiğini savunuyor. Böylece Rusya’yı ikna etmede en önemli koz NATO olacak. Yani Amerika, İran’a karşı NATO kozunu kullanıp, işi uluslar arası bir işbirliği imiş gibi göstermek için BM Güvenlik Konseyi’nden de karar çıkaracak. Çin’e karşı ise; Amerikan ekonomisini ayakta tutan Çin kredilerinin geri ödemesinde aksama kozunun kullanılması yeterli.

Peki neden?

İran’ın nükleer programı Amerika’yı neden bu kadar rahatsız ediyor? Daha doğrusu rahatsız eden gerçekten nükleer program mı?

Pakistan, Hindistan ve İsrail’in sahip olduğu nükleer güce, İran’ın da sahip olması çok da önemli değil aslında. Aslında İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın söylediği gibi dünyada nükleer silâhları kullanma dönemi bitti. Çünkü herhangi bir ülkenin bu tür bir silâhı kullanmasının, bütün ülkeleri etkileyebilecek sonuçlar doğuracağı bir dünyada yaşıyoruz. Bu riski kimse göze alamaz. Yaygara koparan, kendisi nükleer silâha sahip olmasına karşın, İran’ın bu güce sahip olmasını önlemeye çalışan İsrail bile aslında İran’ın bu silâha sahip olsa dahi onu kullanamayacağını biliyor.

Asıl mesele Amerika’nın bu bahane ile İran’ın bölgedeki gücünü azaltmak ve bölgedeki kalıcılığına hukukî zemin oluşturmak istemesi. İran da bu konuda ABD’ye bahane vermek için elinden geleni yapıyor. Böyle bir durumda Türkiye’nin arabuluculuğundan olumlu bir sonuç çıkması zor görünüyor.

Umarız bu tuhaf güç gösterileri ve sinsi politikaların bedelini masum insanlar ödemez.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Bir “Kudret” şâheseri: Sivrisinek


A+ | A-

Hayvanatın en küçüğü büyük san’ata sahip. Özenmiş onu yaratan, kâinata denk tutmuş. İbret almak isteyen, dikkatle baksa, yeter. Küçük hâline bakmadan ne dersler veriyor, ne dersler…

Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azameti her zerrede aşikâr. Onu görmeyen göze dünya girse ne yazar.

Dikkatle, hayretle, ibretle bakmak lâzım Sâni’in san’atına.

Fikrederek, zikrederek, şükrederek tefekküre dalmalı; bunca hikmetli şeylerden çokça ders çıkarmalı.

Hâlık-ı Zülcelâl’e büyük küçük zor gelmez. Sivrisineğin gözünü yapmakla, güneşi yaratmak O'na göre müsâvî. Hatta, sivrisinek san’atça güneşe baskın gelir.

Risâle-i Nur’da: “…Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, san’atça daha tam”1 deniyor.

Yine, Risâle-i Nur’un birçok yerinde “Sivrisineğin gözünü halk edemeyen”, “Pirenin midesini tanzim edemeyen” gibi vurgular yapılarak, küçüklükle büyüklüğün makûsen mütenâsib yani ters orantılı oluşuna; çoğu zaman, küçüklerin büyüklerden daha san’atlı yaratılışına dikkat çekiliyor.

Biz de buradan yola çıkarak, sivrisineği konu seçtik; gerçeklerle yüzleştik:

Sivrisinekler hakkında detaylı araştırmalar 1800’lü yıllarda başlamıştır. İskoçyalı Patrick Manson, İngiliz Ronald Ross, İtalyan Grovanni Grassı, Amerikan Walter Reed bu araştırmayı yapan bilim adamlarından bir kısmı.

Bilim adamları sivrisineğin anatomik yapısını incelesin dursunlar; Cenâb-ı Hak, bin dört yüz küsur sene önce Kur’ân-ı Kerim’inde meseleyi anlatmış:

“Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: ‘Allah böyle misâl vermekle ne murad eder?’ derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misâllerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır).2

Bu âyette, sivrisinek ve ondan daha zayıf yaratıklarla temsil getirilmesini küçümseyenlerin aslında kendilerinin küçük ve değersiz oldukları, o yüzden Allah’a iman etmedikleri anlatılmış, bunlara değer verip iman edenlerin ise akıllı ve değerli kimseler oldukları bildirilmiştir. İnsanlardan bir kısmı iman edip, imtihanı kazanırken, bir kısmı da kaybediyor.

Kur’ân-ı Kerim’de en ednâ mahlûk olan sinek taifesi üzerinden birçok örnekler verilerek ikazlarda bulunulmakta. Bunlardan bir diğer orijinal örnek, dün, câhiliye devrindeki Arapları; bugün ise, bilgi çağının cahillerini ikaz eden âyettir:

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar.”3

Çünkü o da aciz, onu aciz görende… Basiret, optik, o aciz mahlûkun hilkatini ve o hilkatin arkasındaki Hâlık’ın elini görebilmektir.

Sivrisinekler üzerinde yapılan incelemeler bu varlığın diğer bütün canlılar gibi kompleks yapısını ve mükemmel yaratılışını ortaya koymaktadır.

Sivrisinek taifesinin kutuplar da dahil, yeryüzünün hemen her yerinde mevcut olduğu bilinmektedir. Her canlı gibi onlar da doğar, yaşar, çoğalır ve ölürler. Yarının neslini vücuda getirecek olan dişi sivrisinekler, kan emerek yumurtalarının beslenmesini sağlarlar.

Bize soğuk gelse de, bunların fıtratı bu!

Bir sivrisinek baş, göğüs, karın ve kanat kısımlarından oluşur. Başın iki yanında antenleri, göğüs kısmında kanatları ve 3 çift ayakları bulunur. Karınları ise onlara kendi ağırlıklarından fazla kan emmelerine imkân veren esnek bir deriden oluşmaktadır. Böyle bir dokudan oluşan karın şişer, ama patlamaz.

Sivrisinekler, kan emerken çok mükemmel bir pompalama mekanizması kullanırlar. Başının içi, tamamen kaslarla kaplı boşluklar şeklinde dizayn edilmiştir. Buradaki kaslar kasılıp gevşediklerinde sivrisineğin borusunun iki ucu arasında 1-2 atmosferlik basınç farkı oluşur ve kan saniyede 5 metrelik bir hızla yükselmeye başlar.

Sivrisinekler vücutlarının altı katı kan emerler; bu emiş hacmi, 15 dakikada 300 mikro litre kan demektir. Yani, bir insanın 15 dakikada 200 litre su içmesine denk bir emiş hızıdır.

Sivrisinekler, cilde en yakın olan damarı belirledikten sonra, alt ve üst çenenin yardımıyla altı bıçaktan meydana gelen kesme sistemiyle deriyi derinlemesine keserler. Bu bıçakların birisinden akan sıvı, hem dokuyu uyuştururken hem de pıhtılaşmayı önleyerek kanın, sivrisineğin karnına dolmasını sağlar.

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’daki orijinal metinlerin birinde bu hususu şöyle ifade ediyor: “Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer.”4 İşte, bu “âb-ı hayat” tabiri, yavruların beslendiği, onlara hayat kaynağı olan kandır. Bu tesbitten sonra, devamla: “Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi (askerlik san'atını biliyor gibi) maharet gösterir.” “Ben, bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olaydım, bu san’atı, bu kerrüfer harbini (vur-kaç taktiğini) ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.”5

Demek, bunlar, bir “Kudret” şaheseri!

Dişi sivrisinek, karnının altında bulunan bir anten yardımıyla, ortamın nem ve sıcaklık bakımından yumurtalarını bırakmaya uygun olup olmadıklarını keşfederler.

Dişi sivrisineğin kanatlarından çıkan ses erkek sivrisineği etkileyen en önemli faktördür. Dişinin kanat sesleri, erkeğin antenlerindeki reseptör hücreleri titreştirir ve beynine elektrik sinyalleri gönderir. Dişiler kanatlarını erkeklerden daha hızlı çırparlar ve dişinin kanatlarından çıkan titreşim, erkeklerde çiftleşme isteğini arttırır.

Dişi sivrisinek çiftleşme anından itibaren kan emmeye başlar. Çünkü, yumurtalarının gelişmesi için buna ihtiyacı vardır.

Dişi, erkeğin spermlerini özel bir kesede muhafaza ederek, haftalar boyu döllenmiş yumurta yumurtlayabilir. Bir dişi sivrisinek, bir defada 200-400 arası yumurta yumurtlar.

Annenin beyaz olarak yumurtladığı yumurtalar iki saat içinde simsiyah olurlar. Bu koyu renk sayesinde yavrular yani kurtçuklar, böceklerin ve kuşların görmesinden korunurlar.

Sivrisinek kurtlarının suyun içindeki solunumları bile garâib-i hilkattır. Kurtlar, dalgıçların su altında kullandıkları “şnorkel” donanımına benzer bir hava hortumuyla bu ihtiyaçlarını karşılarlar. Vücutlarının salgıladığı yapışkan bir madde, suyun, hava aldıkları deliklere kaçmasını engeller. Hava hortumu olmasa sivrisinek kurtları yaşayamayacak, yapışkan salgı olmasa hortum tıkanıp görevini yapamayacak.

Bir büyük nizamın kurttaki tecellisi!

Yumurtalar dayanıklı yapılarıyla soğuk bir kışı atlatıp, ilkbaharda kuluçka dönemini tamamlarlar. Hatta, kurumuş bir yumurtanın beş yıl hayat hakkı var; onlara mahsus o tolerans verilmiş.

Erkek sivrisinekler biyolojik görevleri olan dölleme fiilinden kısa bir süre sonra ölürler. Bunlar sadece çiçek özleriyle beslenirler ve hiçbir zaman insana yanaşıp kan emmeye çalışmazlar. İnsanı, sadece dişi sivrisinekler ısırır. Bu ısırma operasyonu genellikle güneşin batışında ve doğuşunda olur; ısırma fiilinin dolunayda 500 kat daha fazla olduğu bilinmektedir.

Sivrisinekler kanatlarını bir saniyede 500 defa çırparlar ve iki aylık ömürleri boyunca 250 km. yol kat ederler. Avlarını 5.5 metre mesafeden keşfedebilir; av, kendini ne kadar korumaya çalışırsa çalışsın, onun açık bulunan 2-3 santimetre karelik vücut dokusunu algılayabilirler.

Sivrisinekler kan taşıdıkları için hastalık bulaştırma riskleri de vardır, fakat AİDS’e sebep olan HIV virüsü bu canlılarda gelişme zemini bulamazlar. Virüsler, sivrisinekler tarafından taşınmaz. Onların, daha çok “Sarı humma”, “Sıtma” ve benzeri hastalıkları taşıma riskleri bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi, küçük mahlûka büyük maharetler veren Allah (cc), küçüklerin eliyle büyük inkılâplar yaptırır:

Rivayette belirtildiğine göre, kör ve bir ayağı topal olan bir sivrisinek Nemrud’u öldürerek büyük bir muzafferiyete nail olması; sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakka istinadındandır. Sivrisinek Nemrud’un bir anlık gafletinden istifade ederek, burnundan içeri girip beynine kadar gitti. Neticede bu küçük sivrisinek, Nemrud’un hayatının son bulmasına sebep oldu. Ve koca saltanat darmadağın oldu.

“Nitekim Cenâb-ı Hakk’a intisap ve istinat kuvvetiyle, bir karınca bir Fiavunu, bir sivrisinek Nemrud’u ve bir mikrop koca bir cebbarı mağlûp eder.”6

Meseleye bir başka açıdan bakacak olursak:

Bu mahlûkât, verilen vazifeyi bihakkın ifa ediyor. Yukarıda görmüştük; Nemrud’u hâk ile yeksan etti. Bir topal sivrisinek, saltanatı tüketti! Hem, meselâ: Yaz mevsiminde, tansiyonun yüksek olduğu dönemlerde sivrisinek iş başına geliyor, görevini görüyor:

“…Hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar olmasın mı?” 7

Yani, sivrisineklerin, insan hücrelerinde işi bitmiş, oralardaki zararlıları devşirmiş ve dönüş yapmakta olan kirli kanın taşındığı; “evride” de denen boynun iki tarafındaki toplardamara saldırmaları; vazifelerinin neticesi olarak, fakat farkında olmayarak bir bakıma “hacamat” yapmalarıdır.

“Eğer Hâlık-ı Rahman onların dizginini çekmeseydi, bu mızraklı tâifeler, pireler gibi insana hücum etseydiler, Nemrud’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacak idiler.” 8

Evet.

Beyni olmayanın aklı olur mu, aklı olmayanın iradesi olur mu? Pirinç tanesi kadar bile olmayan bir yaratığın mahareti olmadığına göre…

Bu, Rabbânî bir vazifenin yerine getirilmesi değilse, nedir?

Kudret sahibi Allah’ım kendi varlığının sayısız delillerini insanın gözleri önüne sermiştir.

Sonsuz kudreti ve ilmini dilediği canlı üzerinde tecelli ettirir. Sonsuz rahmetiyle en umulmadık, en aciz canlılara akıl almaz işler yaptırır.

Yâ Rabbî! Hikmetinden sual olmaz; kudretini akıl almaz! Çünkü: Sen, Hâlık-ı Külli Şey’sin…

Dipnotlar:

1- Said Nursî, Mesnevî-i

Nuriye, 157.

2- Bakara Sûresi, 26.

3- Hac Sûresi, 73.

4- Mesnevî-i

Nuriye, 138.

5- A.g.e., 138.

6- Peygamberler

Tarihi, Y.A.N., 148.

7- Said Nursî, Lâtif Nükteler, 17.

8- A.g.e., 19 (Haşiye).


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

TSK ve değişim


A+ | A-

TÜRKİYE’NİN değiştiğini söyleyerek, TSK’nın da bu değişimin dışında kalamayacağını yakın zamanlarda o cenahtan dile getiren ilk kişi, Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök olmuştu. Org. Başbuğ da peş peşe iki gazeteye verdiği ve özellikle “Sabrımız taştı, yeter yahu, artık biz de elimizdeki bilgileri açıklayacağız” çıkışı ekseninde hâlâ tartışılan mülâkatlarında bu konuya da temas ediyor.

Ve değişimden çok gelişim üzerinde duruyor.

“Atatürk sevgisi, ulus devlet, üniter devlet, cumhuriyetin temel nitelikleri. Bunlar değişebilir mi?” diye sorup, devam ediyor: “TSK bu anlamda değişmez, değişemez.” (Habertürk, 12.2.10)

İçerik ve yorumlanış biçimlerine ilâveten, sıralanma silsilesine de dikkat edilmesi gereken bu kavramlara “değişmezlik” izafe eden bir yaklaşımla gerçek anlamda bir “gelişim” olabilir mi?

Kişi eksenli bir sevgi hissini kurumsallaştırıp; çağın getirdiği değişim ve gelişim süreci çerçevesinde tekrar değerlendirilmesi gereken ulus devlet gibi kavramları tabulaştıran ve “cumhuriyetin temel nitelikleri” şablonuyla ifade edilen hususları demokrasiyle örtüştürme ihtiyacı duymayan bir bakış açısı ile “gelişme” sağlanır mı?

Aynı şekilde, olumlu anlamda bir değişme ve gelişmenin en önemli şartlarından biri olan “samimî özeleştiri” bahsindeki tutukluğun hâlâ aşılamayışı ve hem TSK’yı en fazla yıpratan, hem de ülkeye çok büyük zararlar veren darbeler için “Artık geride kaldı, gereken dersleri de çıkardık” beyanının ötesinde birşey söylenmemesi, son derece ciddî bir handikap olmaya devam ediyor.

Oysa tahribatı, izleri ve tortuları hâlâ temizlenemeyen vahim ve fâhiş yanlışlar açık yüreklilikle ikrar edilip, “Artık bunlardan arındık” mesajı verilebilse hem ordu rahatlar, hem de millet.

Bakalım, o aşamaya ne zaman geleceğiz?

Başbuğ’un beş saatini ayırdığı Habertürk röportajında, Murat Bardakçı’nın aktardığı çok önemli ve tarihî bir anekdot da arada kaynayıp gitti.

Bardakçı yazıyor: “Maslak’ta çok geniş bir alana yayılan Harp Akademileri kompleksinin, Org. Cemal Tural’ın eseri olduğunu Org. Başbuğ’dan öğrendik. İlker Paşa, Genelkurmay’ın 1960’lı yıllarda araziyi almaya çalıştığını, ama Hazine’nin vermek istemediğini söyledi ve ‘Org. Tural emir verdi, araziyi bir gece tellerle çevirdik ve bu sayede dünyanın en modern harp akademilerinden birine sahip olduk’ dedi.” (a.g.g., 12.2.10)

Aynı yazıda Bardakçı “bir dönemin efsane komutanı” olarak nitelediği Tural için Başbuğ’un “Çok iyi bir asker olmasının yanı sıra Silâhlı Kuvvetlere büyük katkılar yaptı” dediğini aktarıyor.

Ama aynı Tural’ın hükümeti “takmayıp” başına buyruk tavırlar sergilediği için, dönemin Başbakanı Demirel ve Cumhurbaşkanı Sunay tarafından, Genelkurmay Başkanlığından alınıp önce Askerî Şûrâ üyeliğine kaydırıldığını ve beş ay sonra da emekliye ayrıldığını ikisi de anlatmıyor.

Demokrasi tarihindeki yeri bu olan ve ilâveten dindarlara, özellikle de Nur talebelerine yönelik olumsuz tavrıyla hatırlanan Tural’ın günümüz Genelkurmay Başkanınca, farklı gerekçelerle de olsa övgü ve takdirle yad edilmesi, değişim ve gelişim söylemleriyle örtüşen bir hal olmasa gerek.

Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunda ise Harp Akademileri Komutanlığının üzerine kurulduğu araziye, asker tarafından etrafı tellerle çevrilerek fiilî durum meydana getirilip el konulması var.

Ve Başbuğ, “dünyanın en modern harp akademilerinden biri”nin, bugün ancak mafyaya yakıştırılabilen bir yöntemle el konulan arazi üzerine inşa edilmiş olduğunu da övgüyle anlatıyor!

Demokratik hukuk devletinde böyle birşey olabilir mi? Askerin kendisini memleketin asıl sahibi olarak herkesin üzerinde görüp ona göre davrandığının bundan daha iyi örneği olur mu?

Peki, aradan kırk sene geçtikten sonra bir Genelkurmay Başkanının bu hukuk dışı olayı takdirkâr sözlerle gündeme getirmesinin izahı ne?

Bu nasıl bir değişim, ne biçim bir gelişim?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl