Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asker ve yetki |
Başbakanın “Kalkacak,” Genelkurmay Başkanının “Kalkabilir” dediği EMASYA protokolü yürürlükten kalktı. Ama Başbuğ da, İçişleri Bakanı da protokole niye ihtiyaç olmadığını aynı gerekçe ile izah ettiler: “Gerekli yetkiler kanunda var, protokole gerek yok...” Bu durum, protokolün yürürlükte olduğu 13 yıl boyunca da geçerli değil miydi? Kaldırmak için niye bu kadar sene beklendi? Erdoğan’ın dediği gibi, demokratik olgunluğa ancak şimdi eriştiğimiz ve de şartlar bugün oluştuğu için mi? Peki, protokolün dayandığı İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinde askere verilen aşırı yetkiler aynen durduğuna göre, sözü edilen demokratik olgunluk bunun neresinde? Ve değişen ne? Ya, kanunda “OHAL’in daraltılması veya kaldırılması durumunda doğacak boşluğu doldurma” gerekçesiyle yapılan değişiklikler Meclisten geçip yürürlüğe girdiğinde, “Kalıcı ve sürekli bir OHAL düzeni getirildi” diye AYM’ye iptal dâvâsı açan CHP şimdi niye ayrı tellerden çalıyor? O zaman “Bu kanunla, olağan durumlarda sivil otoritede olması gereken ağırlık ve belirleyicilik askerî otoriteye kaydırıldı” görüşünde olan CHP, şimdi niye “Sivas olayları, EMASYA olmadığı için yaşandı” gibi tuhaf yorumlar yapıyor? Sivas olaylarının o boyutlara ulaşıp hâlâ yürekleri yakan çok hazin sonuçları doğurmasında, garnizon komutanının, vali tarafından yapılan ısrarlı ve mükerrer çağrılara duyarsız kalmasının kritik bir role sahip olduğu çok konuşuldu. Gerek valinin, gerekse o zaman Başbakan Yardımcısı olan rahmetli Erdal İnönü’nün bu anlamda askerin tavrını eleştirdiklerini hatırlıyoruz. Baykal’ın mantığıyla olaya yaklaşırsak, EMASYA protokolü olmadığı için mi asker o hadiselere müdahale etmedi? Olay bu kadar basit mi? O zaman, bu mantığı tersinden işleterek akıl yürütmeye devam edersek, “Asker müdahale etmedi ki, EMASYA protokolü gibi, icabında darbe hazırlığı için de kılıf olarak kullanılabilecek düzenlemeler çıkarılsın” sonucuna ulaşabiliriz. Aynı şekilde, ülkede darbe ortamı oluşturmak için çıkarılan olayları da böyle yorumlayabiliriz. Asker, sivil idareden talimat almayı içine sindiremiyor ve bunu açıkça dillendirmeyi uygun bulmayıp, “Mustafa Muğlalı’nın durumuna düşmek istemiyoruz, yetki verin ki, bizden istediklerinizi yerine getirebilelim” talebini ileri sürüyor. Muğlalı, elindeki yetkileri, silâhsız sivilleri kurşuna dizmek için kullanmış ve bu sebeple suçlu bulunmuş; ancak 28 Şubat’ta asker tarafından re’sen iade-i itibar edilip açıkça sahiplenilmişti. Böylece 28 Şubatçı kadrolar Muğlalı anlayışını devam ettirme niyetlerini de açığa vurmuşlardı. 12 Eylül’den önce de, ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim ilân edildiği halde kan dökülmesi artarak devam ediyor ve dönemin komutanları gerekçe olarak yetkilerinin yetersizliğini gösterip, yetki kanunlarının çıkarılmasını istiyorlardı. Ama darbe yaptıktan sonra, o kanunlara gerek kalmadan, bir gün içinde kanı durdurdular ve 11 Eylül’de akan kan, 13 Eylül’de akmaz oldu. Sebebini ise, ihtilâl kadrolarından, şimdi hayatta olmayan General Bedrettin Demirel. “Müdahale ortamı oluşsun diye bir yıl beklendi ve bunun için o kadar kan döküldü” diye itiraf etti. Bu tecrübeler önümüzdeyken, askerî cenahın yetki bahsindeki değerlendirme, şikâyet ve taleplerine son derece dikkatli bakmak gerekiyor. Mâlûm, son yıllarda o cenahta en sık işitilen yakınmalardan biri, zaman zaman tekrarlanan “AB yasaları elimizi kolumuzu bağlayıp terörle mücadeleyi zorlaştırdı” çıkışlarıyla dile getirildi. Açılımın ilk maddesi olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, bu taleplerle de bağlantılı olarak gündeme getirilip hayata geçiriliyor. Hükümet askerle “uyum içinde” olduğunu her fırsatta tekrarlıyor; Başbakan Genelkurmay Başkanı ve komutanlarla paslaşmaktan söz ediyor. Ve EMASYA bu ortamda kalkıyor, ama aynı içerikteki İl İdaresi Kanunu 11/D devam ediyor. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (05.02.2010) - Davul ve tokmak (04.02.2010) - Cevaplara sorular (03.02.2010) - EMASYA ve ötesi (02.02.2010) - Reformlar yapılmayınca (30.01.2010) - Ne yapacağını bilmek |