Osman ZENGİN |
|
Diziler boğazımıza dizildi |
Türkiye’de; TV yayınlarının başladığı yıl olan 1968 senesinde biz, memleketimiz olan Ankara’da bulunduğumuzdan, o günlerde tanışmıştık TV ile. Yıllar sonra bu âletle tanışan yurdumuzun diğer bölgelerindeki insanlardan, daha önce tanımıştık dolayısıyla. O zaman 14-15 yaşlarındaydık. Ve şimdiki gibi ne yüzlerce yerli TV kanalı, ne de binlerce uydu yayın kanalı vardı. Sadece devlet tekelinde olan TRT’nin tek kanallı TV’siydi bu. İlk başlarda biraz yeni ve amatörce olsa da, daha sonraları profesyonelleşmeye başladıkça, adına o zaman “seri” denilen, ama şimdi “dizi” olarak isimlendirilen bazı filmleri göstermeye başladılar. Bunlar gerçekten, bir macera, vs’yi anlatan müsbet mânâdaki seri filmlerdi. Bu seri filmlerden; Komiser Kolombo (Columbo), Kaçak (Dr. Kimble) ile daha sonraları da yerli ve seviyeli (Hacı Arif Bey gibi) filmler hafızalarda yer bırakmıştır. 1980 İhtilâlinden sonra; memleketin, milletin bir çok değeriyle oynandığı gibi, ahlâkî değerlere de epey sekte vurulmuştu. O yıllarda; TRT televizyonunun, önce iki kanala çıkması, daha sonra da özel TV’lerin yayına başlamasıyla, artık ahlâksızlık da sınır tanımaz ve milleti, özellikle de gençliği zehirler hâle gelmişti. Şimdilerde ise, bu ahlâksızlıkların haddi hesabı olmadığı gibi, yapılan o alçaklık ve pespayeliklere pek hesap soran da yok. Düşünün bir kere, 70’li yıllarda TRT TV’de, şarkıcı bir kadının giydiği elbisenin yakası biraz açık diye, çatal iğne ile kapatılmışken, şimdiki manzaraları nazara vermeyi, edebimiz müsaade etmiyor. Zaten görünüp, bilinen şeyler bunlar. Allah’a şükür, öyle pek TV müptelâsı değilim. Hatta haberleri dahi doğru-dürüst seyretmiyorum. Ama işte, bazen muttali de oluyoruz bazı şeylere. Bir şekilde haberdar oluyoruz bazı programlardan. Bu bazı programların çoğu da, iyi değil maalesef. Çok kötü ve pespaye. İşte bu kötü programlardan biri de, eskiden “seri” denilen şimdiki adıyla “diziler”. Yani öyle bir hâle getirmişler ki, insanın yutkunup, boğazına diziliyor o diziler. Şu aziz milletin ne namus anlayışına, ne de örf ve âdetlerine uyan şeyler değil. Mısır’da bulunduğum günlerde dikkatimi çekmişti, bazı Arap kanallarındaki o diziler. Arapça olarak gösterilen bir filmde İstanbul’u, Türkiye’yi görünce dikkat ettim ve sordum bizimkilere. Meğer Türk TV’lerinde gösterilen dizilermiş onlar. Biraz bakınca yüzümüz yere geçti. Onlar bizi, bizim milletimizi temsil eden şeyler değildi, ama nefsinin esiri olan bazı Araplar tarafından gösterilip seyrediliyordu. Biz oralarda, ”doğru olan bizi” anlatıp lanse ederken, maalesef o pespaye diziler de, yerin dibine geçiriyordu bizi. Orada münasebette olduğumuz, Türk Dilinde okuyan Mısır’lı gençlerle görüştüğümüzde “Biz, sizleri tanımasaydık, Türkiye’nin alnını ak eden Risâle-i Nurları tanımasaydık, maalesef Türkiye hakkındaki intibalarımız hiç iyi olmayacaktı. Nitekim, bizim sizi tanıdığımız gibi tanımayanların nazarında, pek iyi görünmüyor manzaranız” diyorlardı. Tabiî, onlara anlatıyorduk, izah ediyorduk durumları. Zaten dedikleri gibi de, bize ”Nur”lardan dolayı çok hüsn-ü teveccühleri vardı. Anlattıklarımızı da, ondan dolayı gayet iyi anlıyorlardı. Geçenlerde bir haber gözüme çarptı. Bizim sayın sanayi bakanımız Arap memleketlerine bir ticarî sefer yapmış. İş adamlarının yanında, bir de o malûm dizilerin oyuncularını da götürmüş. Niye götürüyorlar ki anlamıyoruz? Yani yapılan o kepazelikleri kabul mânâsı mı çıkacak bundan? “İşte, Türkiye ve Türkler böyledir” mi, denilecek? Neye, hangi maksada, kime hizmet edecek bu? Bir taraftan İslâm âlemine yaptıkları ziyaretlerde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanının Türkiye’ye müsbet puan getirecek icraatlarının yanında, bu tarz bir hareketi anlamadık doğrusu. Bu dizilerle alâkalı düşüncelerimizi serdederken, bir de şuna muttalî olduk: Anlatıldığına göre; bir TV kanalında, ortaokul veya lise talebeleriyle alâkalı bir dizi varmış. Şu andaki sokaklarda, caddelerde şahit olduğumuz, ilköğretim seviyesine kadar inen, bacak kadar kız ve oğlanların gayr-i ahlâkî hâl ve hareketlerinin pompalandığı bir diziymiş o. Velhâsıl-ı kelâm; aziz milletimizin, gençliğimizin, geleceğimizin düşmanı olan bu dizilere bir son verilmez veya bir çekidüzen verilmezse, diziler boğazımıza dizilmekle kalmayacak, kalbimize saplanan bir hançer gibi istikbalimizi karartacaktır. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sessizlik içerisindeki sesler |
Her sabah erkenden hızlı adımlarla işe gitmek için yürürken ayakkabımın çıkardığı sesler, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Kaldırım’ şiirindeki: “Tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin…” mısraını hatırlattı. Bir insanın kaldırımda yürürken çıkardığı sesler, bir anda kâinat fabrikasında işleyen sistemlerdeki büyüleyici sessizliği ve sükûneti hatırlattı. Birçok işler, faaliyetler, hareketler; çok büyük sesler, gürültüler çıkartarak insanları ve başka canlıları rahatsız edici çalkantılar, nümayişlerle olması gerekirken; son derece sükûnetle, ihtimamla ve sessizce gerçekleşmektedir. İnsanın hayal etmekten dahi aciz kaldığı; kâinattaki tecelli eden, işleyen, yenilenen Cenab-Allah’ın eserleri, mucizeleri, güzellikleri, rızıkları ve saymakla bitiremeyeceğimiz her şey bir güzellik, nizam, intizam dahilinde O’nun Kayyum isminin tecellisi ile aksamadan devam edip gidiyor. Bu mucizelerden, güzelliklerden, faaliyetlerden birisi de durmadan, yorulmadan, aksamadan gecikmeden ibretli bir sessizlik ve hayret edilecek sükûnet içersinde her şeyin O’nun izni, ilmi ve yaratması ile meydana gelmesidir. Kâainatta çok büyük faaliyetlerin, işlerin, değişikliklerin Yüce Yaratan tarafından sessizce, insanları rahatsız etmeden gerçekleştirmesi; kudretini, azametini, hikmetini ve rahmetini gösterdiği gibi; eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanlara olan muhabbetini de göstermektedir. Böyle harika bir işleyişi her yerde görmek, bilmek mümkün. Üzerinde yaşadığımız Dünyamız, kendi ekseni etrafında saatte 1670 km hızla ve güneşin etrafında saatte 108 bin km hızla dönmektedir. Bütün bu işleyişler, yanmalar, patlamalar ve faaliyetler bizleri rahatsız ve huzursuz etmeden sükûnet içerisinde asırlardan beri devam edip gidiyor. Bir yaşlımızın muayenesi yapılırken doktor, yaşlının kalbi çalışırken çıkardığı sesi cihazla yükselterek bizlere de dinletti. Bir kova içerisine musluktan kesik kesik akan su sesine benzeyen bir ses çıkarıyordu. Benim merak ve hayret ettiğimi gören doktor bey, kalbimizin bir dakikada 5 litre, bir saatte 300 litre kan pompaladığını belirterek, günlük, aylık, yıllık miktarın hesabını bana bıraktı. Kalbin çalışmasının anne karnında, ceninin iki aylıkken başladığını ve dakikada 150 kez çarptığını söyledi. İki aylık anne karnındaki bir ceninin yaklaşık bir çilek kadar, 2,5 cm büyüklükte ve 10 gram ağırlıkta olduğunu, dünyada bir dakikada 250 bebek doğduğunu ve hepsinin kalp sisteminin böyle işlediğini anlattı. Anne karnında iki aylıkken 10 gram ağırlığındaki bir vücudun içine yerleştirilerek sessiz sedasız atmaya başlayan insan kalbi bir asra yakın olan bir ömür boyunca durmadan, yorulmadan, çalıştırılıyor. Bu çalışma sadece bir insan hayatını ayakta tutmanın ötesinde; aşkların, muhabbetlerin, zikirlerin, ibadetlerin vesilesi olarak insanı Allah’a götüren, O’na bağlayan bir âlemin merkezi olma görevini son nefese kadar sürdüren hareketli, sessiz bir makine. Toprağa atılan tohumların, çekirdeklerin ve tanelerin hangi yöne doğru büyüyecekleri onlara bildirilerek tonlarca gıdaların, rızıkların, meyvelerin ve yiyeceklerin sessizlik ve gürültüsüz bir şekilde meydana gelmesi, onları sulamak için bulutlardaki tonlarca suların yağmur ve kar tanecikleri olarak yere sessizce inmesi ve bunlar gibi üzerinde düşünülerek tefekkür edilmesi gereken Cenab-ı Allah’ın mucizelerinin karşısında insanın, Allahu Ekber demekten başka söyleyebileceği bir şey kalmıyor. Bu düşünceler ve tefekkür içerisinde adımlarım Huzurevine yaklaştı. Her gün sabah namazı sonrasında kendine ait dua, zikir ve tesbihle meşgul olan, gözleri görmeyen Fatma Kara teyzenin mutad ziyaretini yapmaya yöneldim. Onun asra yakın ömrünün sonlarında ritimle çarpan, yaşlı ve sessiz kalbinin nidalarının dilinden bir musiki terennümleri şeklinde Allah… Allah… lafızları olarak dökülmesini görmek, duymak ve hissedar olabilmek temennisi ile huzuruna vardım ve dinlemeye başladım. Her sabah namazından itibaren başlayan dua ve zikirleri saatlerce sessiz bir şekilde devam edip gidiyordu. Sessizlik ve sükûnet içerisinde çalışan kâinat ve mevcudat fabrikasında bulunan kuşların, ağaçların, rüzgârların, derelerin zikir seslerine benzeyen Fatma Teyzenin dudaklarından dökülen tazim, tevhid, tekbir sesleri gizemli bir sessizlik içersinde Arş-ı Âlâ’ya yükseliyordu... 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Her derdin perde arkası hayırdır |
Mersin’den okuyucumuz: “Çok dertlerim var. Bazen altında ezilecek gibi oluyorum. Bana bir teselli var mı? Bu sıkıntılarımın benim için hayır ciheti var mı?”
Dünyanın hiçbir derdi bizi yıldırmamalı. Çünkü biz mü’miniz; Allah’a inanıyoruz, güveniyoruz, itimad ediyoruz. İmanımız bize öyle bir ümit ve rica kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur. Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibadettir. Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanatın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenab-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği her noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emin olmalıyız ki, Allah Kendisine iltica edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder. Her zaman ve her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta mahlûkatının ve kullarının mutlak ümidi olan Cenâb-ı Hak, bütün kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açar, yeni çıkış yolları gösterir, ümitsizlere ümit olur. Mü’min, tüm kapılar yüzüne kapansa da, yalnız Allah’tan ummaya devam eder, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez. Şu âyetlerdeki ümit bize yetmez mi? * “De ki: ‘Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin. Rabbine kullukta hiç şirk koşmasın.’”1 * “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.”2 Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkül edeceğinden eşsiz bir teselli bulacağını beyan eden Bediüzzaman, Fatiha Sûresi’ndeki “Nestaîn”3 kelimesinin tevekkül mânâsını içerdiğini, bu mukaddes kelimenin dertli kullara teselli verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını her an açık tuttuğunu kaydeder.4 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, celâlî ve cemâlî isimler vicdana tecelli edince ümit ve korku hâsıl olur.5 Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunmalıdırlar. Takvayı umarak Rabbine ibadet etmesi gereken insan, ibadetini hiçbir şekilde yeterli saymamalı, ibadetine itimat etmemeli, daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.6 Ümidin kaynağı hiç şüphesiz imandır. İman, dünya ve âhireti nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. İman nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, ümit bakımından bize elbette kâfîdir, yeterlidir.7 Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu8 kaydeden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın, teselli isteyen kullarının daima refiki, en yakın arkadaşı ve en sadık dostu olduğunu, recâ ve umut makamı mahiyetinde, şefkatini kullarından asla esirgemediğini9 beyan eder. Üstad Hazretlerine göre, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu değildir.10 Ölüm bile mü’mini ye’se ve ümitsizliğe atamazken, mü’minin başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki? Zira ölüm yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir.11 Mü’min için ölüm mekân değiştirmekten ibarettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya da bütün ihtişamıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzu edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir.12 Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iâde edecek ve fiyat olarak da—inşallah—Cenneti ihsan edecektir.13 Üstad Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak bizi yoktan var etmiş, göz, kulak ve her türlü azamızı hiçten açmış, yaratmış, cismimize bir dil ve bir kalp takmış, bedenimize ve cihâzâtımıza, türlü türlü nimetlerini tartmak ve tanımak için sayılamayacak kadar hassas ölçücükler yerleştirmiş ve aynı zamanda isimlerinin çeşit çeşit hazinelerini anlamak için dil, kalp ve fıtratımıza hadsiz duygular koymuştur. Rahmet, şefkat ve kudret sahibi Allah Teâlâ bütün maksatlarımız ve umutlarımız için bize yeterlidir.14 O halde Allah’a dayanmalıyız, Allah’a sığınmalıyız, Allah’a duâ etmeliyiz. Dünyanın hangi sıkıntısı olursa olsun; bilmeliyiz ki, bir kapıyı kapayan Rabbimiz, bize sayısız kapı açmaya kadirdir. Ve yine bilmeliyiz ki, sabrettiğimiz ve Allah’tan ümidimizi eksik etmediğimiz takdirde, her sıkıntının perde arkası mutlak hayırdır, mutlak sevaptır, Allah’ın rızasıdır ve her sıkıntı aslında birer âhiret azığı teşkil etmektedir.
Dipnotlar:
1- Kehf Sûresi: 110; 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159, 160; 3- Fâtiha Sûresi: 5; 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 32; 5- A.g.e., s. 66; 6- A.g.e., s. 154; 7- Şuâlar, s. 85; 8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 66; 9- A.g.e., s. 32; 10- Sözler, s. 580; 11- Mektûbât, s. 13; 12- Sözler, s. 187; 13- A.g.e., s. 31; 14- Şuâlar, s. 84. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Sosyal bir olgu olarak cemaatleşme |
Cihanşumûl/evrensel bir din olan İslâmiyet; bireyi öne çıkarmakla birlikte; aynı zamanda sosyal hayatı ve dolayısıyla cemaatleşmeyi de hayatlandırır. Ferd, âile, cemiyet, hattâ milletlerarası münâsebet, sorumluluk ve görgü kurallarını detaylı olarak açıklar. İmân şartları, bütün mü’minleri aynı inanç ve temel fikir etrafında toplar. Kur’ân, mü’minleri “Kurşunla kaynatılmış binalar”1 olarak vasıflandırarak “cemaat” olgusuna derin mânâlar yükler. “Cemaatteki ferdin, bir cesedin organı gibi” olduğuna dikkat çeken Hz. Peygamber (asm) “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın” 2 âyetindeki “Allah’ın ipi” tâbirini “cemaat” olarak yorumlamış ve “Cemaate sarılın” emrini vermiştir.3 Yine, daha önce semâvî kitap verilenlerin ayrılığa düşüp parçalandıklarını, kendi ümmetinden de tefrikaya düşecekler olacağını, “Cemaate sarılanların dışındakilerin ateşte olacaklarını” haber vererek; cemaatleşmenin önemini vurgular.4 Peygamberimiz (asm), yine “Size cemaat hâlinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zîrâ, şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup beraber bulunan iki kişiden daha uzaktır. Kim Cennetin tâ ortasında yaşamayı isterse cemaat halinde bulunmaya baksın; Allah’ın yardım ve inâyeti cemaatle beraberdir”; “Müslüman Cemaatinden bir karış da olsa ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir”; “Cemaatten ayrılmayınız. Şunu bilin ki, sürüden ayrılan koyunu kurt kapar!”5 İslâm şartları/ibâdetler ise; cemaatleşmeyi pratiğe geçirir. İlâhî fermanın tertip sırasının ilk sûresi Fâtiha, ilk iki âyette inananları ulûhiyet ve rubûbiyet (İlâhlık ve her şeyi terbiye etme) ekseninde yoğurduktan sonra; bu iki mânânın karşısındaki durumlarını vurgular: “Ancak Sana ibâdet ederiz, ancak Senden yardım dileriz.” Bu bize, ibâdetlerin “cemaat” hâlinde olmasının fazîletini hatırlatırken; sosyal hayattaki konumumuzun da “cemaat” hâlinde olmasını ihtar ediyor olmalıdır. Tek başına namaz kılınırken bile, en az kırk sefer, “E’budu” (Ben ibâdet ederim) değil, “Na’budu” (Biz ibâdet ederiz) dememiz de mânidardır. Bu, toplanmayı ve cemaatleşmeyi gerektirir. Bediüzzaman, bu anlayışı daha da ileri götürerek, yeryüzünün bir mescid hükmünde olduğunu söyler. Doğudan batıya kadar namaz kılmak için dizilmiş olan bütün Müslümanların aynı düşünce, aynı şuûr etrafında halkalandıklarını belirtir. Cemaate, diğer bütün varlıkları da katar.6 Cuma, bayram ve cenâze namazları cemaatleşmeyi gerektirmektedir. Ve yine Hac meselesinde de, herkesten eşit olarak ve birlikte Allah’ın evinin ziyaret edilmesi ve onun prensiplerine uyulması istenir. Oruç, insanların toplum hayatında önemli bir yardımlaşma ve kaynaşma işlevi görür. Oruç tutan, aç kalmanın ne demek olduğunu anlar ve diğer insanlara yardım eder.7 Yine İslâm şartlarının en mühim erkânlarından olan zekât, sosyal dayanışmayı ve kaynaşmayı gerektirir. “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” gibi dehşetli bir anlayışı “zekâtın farziyeti”; “Sen çalış ben yiyeyim!” felsefesini “faiz yasağı” kökünden keser. Bu düşünce ve uygulama ferd ve toplumun mutluluğuna hizmet eder.8
Dipnotlar:
1- Saff Suresi: 4; 2- Al-i İmrân Suresi: 103; 3-Taberî, IV, 30-31; 4-Kurtubî, 1V, s. 160; 5-Tirmizi, Fiten, 7.; Age, 78; Ebû Dâvûd, Salat, 46; 6-Mesnevî-i Nûriye, s. 63; 7-Mektûbât, s. 387; 8-Age, s. 265 09.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kaçırılan fırsatlar |
Devlet ve hükümet başkanlarının özellikle uzun süren dış seyahatleri esnasında sarf ettikleri sözler, iç politikaya dair yaptıkları açıklamalar, öteden beri hep dikkat çekici olmuştur. Bu durum, başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de giderek tekrarlanan bir geleneğe dönüştü adeta. Özal ile hız kazanan bu geleneği, Demirel, Erdoğan ve Gül'ün devam ettirdiğini görüyoruz. Cumhurbaşkanı Gül, birkaç gün sürecek Hindistan ve Bangladeş seyahatine başlarken uçaktaki gazetecilerle yaptığı sohbet esnasında anayasa değişikliği hakkında şunları söylemiş: "Bu Meclis'e yeni bir anayasa yapmak yakışırdı; ama, çeşitli sebeplerden dolayı bu fırsat kaçırıldı.'' Doğrusu üzerinde durmaya ve tahlil etmeye değer bir açıklama... Öyle değil mi? Meselâ, açıklamada geçen "yakışırdı" tâbirini anlamak ve yorumlamak hem basit, hem de kolay bir iş. Peki, aynı durum "fırsat kaçırıldı" sözü için de geçerli mi? Kesinlikle hayır. Zaten, kaçırılan fırsata dair detaylı bir bilgi de yok. O halde, Sayın Gül'ün kendisini de Çankaya Köşkü'ne çıkaran aynı Meclis, yeni bir anayasa yapma fırsatını niçin kaçırmış olsun? Meclis, aynı Meclis. İktidar, aynı iktidar. Üstelik, Meclis aritmetiğinde kayda değer hemen hiçbir değişiklik olmadı. Vesaire... Yani, orta yerde ilk günkü tabloyu büyük ölçüde muhafaza eden bir Meclis aritmetiği var. Ve bu Meclis'te rakipsiz, alternatifsiz, üstelik sekiz yıldan beri tek başına iktidar olma nimetine sahip bir parti bulunuyor. Bütün bu avantajlara rağmen, fırsat niçin kaçırılmış olsun? Dahası, Cumhurbaşkanını hiç zorlanmadan seçebilen bir Meclis, anayasayı niçin değiştiremesin, yahut yeni bir anayasa yapamasın? Doğrusu, kafaları kurcalayan ve izaha muhtaç görülen okkalı bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz. * * * Cumhurbaşkanı, Başbakandan farklı ve daha üstünde olarak, devletin bütün birimlerini, milletin bütün efradını temsil makamında bulunuyor. Dolayısıyla, onun sahip olduğu bilgilerde birtakım farklılıklar, hatta ayrıcalıklar pekâlâ bulunabilir. Kesin bilgilere sahip olamadığımız için, mecburen bazı tahminlere dayalı olarak değerlendirme yapmak durumundayız. Tahminimiz şudur: Rakipsiz ve alternatifsiz bir sayısal üstünlüğe sahip olan iktidar partisi, daha evvelki parçalı anayasa değişikliği teşebbüslerinde bile başarısız oldu. Yani, taze iktidar iken bile muktedir olamadı. Geçen zaman içinde, daha da yıprandı. Yapılan son kamuoyu araştırmalarında da, bu erime sürecinin devam ettiği görülüyor. "Demokratik açılım"ın 2009'da gerçekleşeceğine dair kuvvetli bir ümit ve beklenti vardı. Beklentiler, büyük ölçüde boş çıktı. Bu da, iktidara karşı bir güvensizlik havasını oluşturdu. Dolayısıyla, muktedir olma vasfını giderek kaybeden bir iktidarın, bu saatten sonra kalkıp yeni bir anayasa hazırlama dirayetini göstermesi beklenemez ve beklenmemeli. Bizden şimdilik bu kadar... Yoksa, siz gündeme damgasını vuran "fırsat kaçırıldı" sözünün başka anlamlara da tekabül ettiğini mi düşünmektesiniz?
Tarihin yorumu 9 Şubat 1954–1969
Millet Partisi, 1950'den sonra dindarlar ve milliyetçiler olarak iki kısma ayrıldı
Fevzi Paşanın "Fahrî Başkan"lığında kurulan (19 Temmuz 1948) Millet Partisinin mahkeme kararıyla kapatılması üzerine, 9 Şubat 1954'te Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu. 1958'de, Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisinin birleşmesi sonucu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi teşkil edildi. Parti Başkanlığına da Osman Bölükbaşı getirildi. Bir başka 9 Şubat'ta (1969) ise, bu parti bir kez daha isim ve lider değiştirerek, Alparslan Türkeş Başkanlığında Milliyetçi Hareket Partisi ismini aldı. * * * Başlangıçta, yani Millet Partisinin ilk kurulduğu dönemde (1948–51), siyasî dindarlar ile milliyetçiler birlikte hareket ediyordu. Bu partinin ilk dönem kadrolarının içinde şu meşhûr isimler yer alıyordu: Fevzi (Çakmak) Paşa, Sadık (Aldoğan) Paşa, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı, Osman Nuri (Köni) Efendi, Cevat Rıfat Atilhan... Büyük Doğu, Sebilürreşad ve Serdengeçti gibi dinî mecmuaların vargücüyle desteklediği bu siyasî hareket, 1950 seçimlerinde ciddî bir varlık gösteremediği (oy oranı % 3) gibi, ayrıca "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, hakkında kapatma dâvâsı açıldı. Parti, aynı gerekçeyle 1953 yılı sonlarında kapatılınca, bu kez milliyetçi kesimin oluşturduğu kadro tarafından 9 Şubat 1954'te Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) kuruldu. Dindar kanadın 1951'de kurmuş olduğu İslâm Demokrat Partisi ise, 2 Mayıs 1954'te yapılan seçimlere katılmadı; ancak, tercihini yine kendine en yakın gördüğü CMP lehinde kullandı. Üç partinin yarıştığı seçim sonucu, oy oranı itibariyle şu şekilde kesinleşti: DP % 57; CHP % 35; CMP % 4.8; oyların geri kalan kısmını Bağımsızlar ile Türkiye Köylü Partisi aldı. * * * Eski Millet Partisinin milliyetçi kanadı, 1969 seçimlerine Türkeş liderliğindeki MHP ismiyle girerken, dindar kanadın temsilcileri ise, Necmettin Erbakan'ın başını çektiği "Bağımsızlar Hareketi" adı altında girdi. AP'nin tek başına iktidar olduğu bu seçimde, yüzde 3 oy alan MHP'den sadece Alparslan Türkeş (Adana'dan) seçilebilirken, Erbakan da Konya'dan bağımsız milletvekili seçildi. Erbakan, 26 Ocak 1970'te Millî Nizam Partisini kurarak, AP'den kopardığı birkaç dindar milletvekili ile muhalefet görevine başladı. İşte, o tarihten tâ günümüze kadar gelen süreç içinde, eski DP'nin devamı mahiyetindeki hiçbir parti (AP, DYP...) bir daha tek başına iktidara gelme şansına sahip olamadı. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Yürümek bahaneydi o gün |
Bir kış gününde yürüyüşe çıkmıştım. O gün yine makamları, mansıpları ve dünyaya birkaç elle tutunan ve tutunmak için can atan insanları düşündüm. Düşünürken yürüdüm, yürüdükçe düşündüm kaldırımlarda. Gelen geçen insanlara bakmamaya, hayalimdekilerle hemhâl olmaya çalıştım. Bazen hayallerimden beni ayırmaya çalışan karartılar çıktı karşıma. Onlara çarpmamak ve onları biraz anlamak için görmeye çalıştım. Ağaçlar kupkuru olmuştu. Yeşillikler başka bahara kadar ortadan kaybolmuşlardı. Yağmur damlalarıyla bazen kendime geliyordum. Damlaların hızlanmasını, yerlerin ıslanmasını hep istemişimdir. Yine öyle bir arzum vardı. Yağmur yağsın ve benim gibi uyurgezerleri uyandırsın diye düşünmeye başlamıştım. Yağmurlar dirilmelerin habercisiydi her zaman. Toprak, bağrındakileri yeşermek için yağmur damlalarının yollarını gözlüyordu. Yağmurlar yağacak, sular toprakla buluşacak, güneş sıcaklığıyla canlıları aydınlatacak ve ısıtacak, daha sonra da dirilmeler arkası arkasında vuku bulacaktı. Yürürken düşüncelerim daldan dala atlamaktaydı. Bir ara rüzgârla kucaklaştım. Uzaklardan geliyordu ama yorgun görünmüyordu. Birçok dağları aşmış, ovaları geçmişti. İnsanların yüzlerini okşayarak yoluna devam etmekteydi. Belli ki çok büyük vazifelerle vazifelendirilmişti. Havayı temizleyecek, uzak diyarlardan haberler getirecekti. Kim bilir daha ne güzel görevler için esmeye devam ediyordu... Bir ara semaya gözlerim ilişti. Bulutlar hızla ilerliyordu bir yerlere. Belli ki emir büyük yerdendi. Bir yerlere gidecek ve oraları yağışlarla şenlendirecekti. Ne kadar güzel görünüyordu her şey. Kuraklıktan korkan insanlar için ne büyük müjdeydi bulutlar... Düşündüm ki her şeyde büyük bir sanat vardır, her şeyde büyük bir düzen, her şeyde büyük ve şaşmaz bir ölçü vardır. Düşünürken paltomun düğmelerini kapattım. İstedim ki havalar soğuk olsun. Çünkü mevsim kıştı. Kışın kışlığını yapmasını istiyordum ve üşümekten korkmuyordum. Üşüdükçe titreyecek, titredikçe de belki kendime gelecektim... İnsanlar gelip geçiyordu. Simalar, boylar, renkler, giyimler, adımlar hep birbirinden farklıydı. Her sima farklı bir dünyanın aynasıydı. Her farklılık büyük bir sanatkârın sanatını haykırıyordu. Mümkün olsaydı her insanın kafasındaki geçeni öğrenmek, herkesin dünyasını,—harim-i ismetine girmeden—öğrenmek istiyordum. Ama mümkün değildi. Bu hiçbir fani için mümkün olamazdı. Bunu bilmek için sonsuz bir ilme, sınırsız bir kudrete sahip olmak gerekiyordu. Ve bir bilen vardı elbette. O’nun yanında her şey kaydediliyordu. Bir zerre dahi O’nun ilminin dışında değildi. Düşündükçe her şeyin beni Allah’a doğru götürdüğünü anlıyordum. Çünkü başka türlü bu dünyanın hakkından gelemezdim. Arzularım nihayetsiz, düşmanlarım sayısız, ihtiyaçlarım sınırsız idi. Çok şeyler yapmak, çok şeyler görmek, huzur denilen sahile çıkmak istiyordum. Ama gücüm de, kudretim de, takatim de yoktu. Hayatımın muhteşem işlerini yapamazdım. Vücudumun baştanbaşa sanatkârane olan işlerinin üstesinden gelemezdim. Sonsuz arzularımı, sınırsız ihtiyaçlarımı yerine getirecek birisine ihtiyacım vardı. Elbette kim beni yaratmışsa, kim beni bu dünyada imtihana tabi tutuyorsa, O beni benden daha iyi tanıyor ve beni benden daha iyi düşünüyordu. O’na teslim olmalıydım. O’na sınırsız ihtiyaçlarımı arz etmeliydim. O’nun bana olan emirlerini öğrenmeli ve her bir arzusunu yerine getirmeliydim. Rabbimi düşünmeye başlamıştım. Nasıl ve neden yaratıldığımın, hangi vazifelerle mükellef olduğumun arayışına çıktım. Düşüncelerim beni bin dört yüz sene öncesine götürdü. Artık hayalen Arabistan yarımadasında, saadet asrındaydım. Lâyık olmadığım Yüce Resûl’ün (Allah’ın yüce salâtı ve selâmı onun üzerinde olsun) huzurunda, doğrulukta yarışan sahabilerinin arasında kendimi hissetmek için gayret ettim. Orada herkes Rabb-i Rahim’den gelecek evâmir-i İlâhiyi bekliyordu... O asrın nuruyla nurlanırken utandım, sıkıldım birden. Çünkü onlara lâyık olmadığımı, onların o asil beklentileri yerine geçici ve değersiz beklentilerle zihnimi bulandırdığımı anladım. Bir tek çarem vardı, o da tevbe kapısını hep açık bulunduran rahmeti nihayetsiz Rabbime, Habibine ve Asr-ı Saadet cemaatine lâyık olmak için niyazda bulunmaktı... 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Bir mektep olan vatan sathı |
Geçtiğimiz Cuma akşamı Adana’da “Varlığın Doğru Algılanması: Mânâ-i Harfi” isimli bir seminer programına katıldık. Bir konuşmacının çok sıklıkla bulması mümkün olmayan ilgiyle dinleyen bir topluluk Adana’da mevcuttu. Akşam vakti ve haftanın sonu olmasına rağmen yaşlısı ve genci ile canlı bir topluluk tarafından, ruhların gevezeleştiği ve maçın, eğlencenin ve şovun dışındaki ciddî meselelerin rağbet görmediği bir dönemde bir saati geçen bir süre ilgiyle takip edildi. Sadece ilgiyle takip etmekle kalmayıp açık kalplilikle kanaatlerini dile getiren Adanalılar, çok kaliteli bir dinleyici topluluğu olduklarını her halleri ile ortaya koydular. Hele kilometrelerce yol kat edip toplantıya katılan Mersin ve Tarsuslular, ilme rağbetin azaldığını zannettiğimiz günümüzde, bir hadis için aylarca yolculuk eden ilim ehlinin bu asra yansımaları gibiydi. Hele Mersin grubunun seminer sonrası Risâle-i Nur’daki ilmî meselelerle ilgili derin muhabbeti, benim uzun zamandır hasretini çektiğim bir tablo idi. Şartlar uygun olsa sanki sabaha kadar devam edecek bir enerji ile doluydular. Bu vesile ile ülkemiz için Risâle-i Nur eğitim metodunun ne kadar etkili olduğu ve başarılı olduğunu da fark ettik. Üniversite ortamlarında bile ciddi bir konunun ele alınması durumunda çok ilgi duyulmadığı bir süreç içinde bulunuyoruz. Ciddî ve önemli konuların sadece mesleki olması ve maddi getirisi olması durumunda katlanılabilir olarak değerlendirildiği bir asırda felsefî gelebilecek konuları ilgiyle izleyebilen bir topluluk, hizmetin ülkemize ve insanlığa sunduğu en önemli meyvelerden biridir diye düşünüyorum. Üstelik bu topluluk kelimenin tam anlamı ile yediden yetmişe her yaş ve statüden oluşmuş çok geniş alana yayılmış özellikleri olan bir topluluktu. Eğitim, oluşturulmuş kurumlarda dahi çok zor yürütülürken ve bilgi sadece menfaate hizmet ettiği ölçüde önemli addedilirken vatan sathını bir mektebe dönüştürme ideâli ile yola çıkmış ruhun en parlak meyvelerinden biri idi Adana. Cinsiyet, yaş ve sosyal statü olarak birbirinden çok farklı bir topluluğu aynı konu etrafında tefekkür için bir araya getirebilmek ve aynı şevk ile bir konuyu dinletebilmek Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisinin Kur’ân’dan ders almış olması nedeniyle ortaya çıkan bir kerâmet olmalıydı. Nur eğitim tarzı herhangi bir masraf gerektirmeden ve büyük kurumlara ve binalara ihtiyaç duymadan her evi ve her mekânı bir eğitim kurumuna dönüştüren çok etkili bir ıslâh yolu. Bunu farkedebilen bir devletin külliyata ve hizmetin yayılma tarzına önemle sahip çıkması ve yaygınlaştırma arayışı içine girmesi lâzım. Bu tarzda bir arayışın haberlerini de yeni yeni duymaya başladık. Son zamanlarda Rusya, Finlandiya gibi ülkelerin Külliyatı eğitim sistemlerinin bir parçası olarak yerleştirme çabası geleceğin dünyasında yükselen önemli değerlerden birinin Risale-i Nur olacağının önemli bir emaresi. Dünyanın geleceğinde ateizmden bahsetmek ancak dünyayı tanımamanın ve nereye doğru gittiğini bilmemenin bir sonucu olabilir. Dünya genelinde yaygın bir fıtrî arayış var. Herkes aslını, özünü ve varoluş nedenini anlamaya çalışıyor. Bu arayış, insanlığın Asr-ı Saadet’ten günümüze yansıyan bir ses buluşmasının bir vesilesi olacaktır. Hâlihazırda olmaktadır da. Vatanın genelinde gönüllü ve kurumsuz bir eğitim modelinin yaygınlaşması tüm insanlığa hakikatin ulaşmasının çok önemli bir vesilesi olacaktır. Bu güzelliklerin yaygınlaştığı bir dünyada muhakkak barış, refah ve huzur hâkim olacaktır. Bu anlamda Risâle-i Nur saadet asrından günümüze ulaşan nübüvvet elçisidir. Hazret-i Muhammed’in (asm) kendi asrında beşerî boyutta ve bedenen yaptıklarını bu asra taşımak ve saadet mânâsını küremizin tamamına ulaştırmak istidadındadır. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Kavga”nın gölgesinde… |
İç siyaset, Meclis’teki “kavga” polemiğiyle çalkalanırken, dış politikaya dair önemli gelişmeler gözden kaçtı, kaçıyor… Mâlum “alçak koltuk krizi”nin ardından İsrail Savunma Bakanı’nın Ankara ziyaretinde Türkiye ile yapılan bir dizi anlaşmanın ardından İsrail’in, çocukların, kadınların, yaşlıların büyük bir yekûn teşkil ettiği bin beşyüz sivili katlettiği, beş binini yaraladığı Gazze saldırısında fosfor bombası kullandığını itiraf etmesi, başta dikkat çekiyor. Ne var ki İsrail’in 22 gün aralıksız süren “kurşun dökme operasyonu” adını verdiği katliamda beyaz fosfor kullandığının “Goldsone Raporu”nda açıkça ortaya konulmasına üzerine, Tel Aviv’in BM’ye iki üst düzey subayına soruşturma açtığını iletmesi, tam bir taktik. Zira İsrail, 15 Ocak’ta “son derece yakıcı mühimmatı kullanıp insan hayatını tehlikeye attıkları” gerekçesiyle iki yetkiliye detayını belirtmediği “disiplin cezası” verdildiği haberiyle, “fosfor bombası suçu”nun uluslararası alanda soruşturulmasını ve BM Güvenlik Konseyi’nde ele alınmasını engelliyor. Katliamdan iki yıl sonra kurnazca sıyrılmaya çalışıyor. Diğer yandan NATO Savunma Bakanları Gayrı Resmî Toplantısı için Türkiye’ye gelen NATO Genel Sekreteri Rasmussen, yeniden Afganistan’daki Mehmetçiğin cephede kullanılmasını gündeme getirmesi, bir başka oyunu ele veriyor.
MEHMETÇİK DEVRİYEDE VE OPERASYONDA… Garip olan şu ki, başta Türkiye olmak üzere, üye 36 ülkeden “daha çok asker” isteyen Rasmussen’e, kimse çıkıp “NATO Genel Sekreterliği”ne Türkiye’nin onayı için verdiği vaadlerini sormuyor… Rasmussen’in göreve gelmesinin üzerinden altı ay geçti. Ne Peygamberimize hakaret eden çirkin karikaktürleri savunmasından dolayı özür diledi. Ne terör örgütü PKK’nın yayın organı Roj Tv’nin Danimarka’da yayın yapmasını engelledi. Ne de NATO Genel Sekretreliği Yardımcılığına bir Türk’ü getirdi… Ancak Cumhurbaşkanı Gül’ün bir tek “yardımcılık” vaadini hatırlattığı; Rasmussen’in buna yüksünmeden, “Bu gibi görevlerde tüm üye ülkelerinin orantılı bir olarak temsil edilmeleri gerekir” cevabını verdiği basında yer aldı. Özetle Obama’nın aracılığıyla “Rasmussen’i kabul”e karşılık Ankara’ya verilen hiçbir söz yerine getirilmiş değil. Başbakan Erdoğan’ı “ikna” edip “itirazı”nı kaldırtan taahhüdler ortada duruyor… Bununla da kalınmıyor; Ankara’nın bu kırılgan ve her defasında alttan alan politikalarından cür’et alan Afganistan’daki ABD ve Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) Komutanı General Btanley A. McChrystal’in Rasmussen’i te’yiden Türk askerinin Kabil dışında da güvenlik ve operasyonlar için devreye çıktığını söylüyor. “Türk birliklerinin Kabil’de güvenliği sağlamanın yanısıra diğer bölgelerde de ayaklanmaya karşı mücadelede kullanıldığını” açıklıyor. (Ferai Tınç röportajı, Hürriyet, 6.2.2010) Daha önce Amerikalıların “her asker muhariptir” cümlesine uygun olarak, ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke, “özel konum” ve “operasyonlarda önemli rol” diye tanımladığı “yeni strateji”yle Türk askerinin “işgal ittifak gücünün aktif partneri” olduğunu açık açık söylüyor. Özetle, Ankara’daki söylemlerin aksine Türk askeri Afganistan’da usul usul cepheye sürülüyor…
“ÇUVALCI GENERAL”İ TÖRENLE KARŞILAMA! Bu arada Pentagon’un “yeni savaş stratejisi”ni açıklayan ABD Savunma Bankanı Robert Gates, aynı pervâsızlıkla konuşuyor. ABD’nin işgal ettiği Irak’ta her gün patmalarda yüzlerce sivil katledilirken, yüzlercesi yaralanırken, Amerikan Kongresi, Obama’ya İran’a yönelik “yaptırımlar” için onay veriyor. Amerikan ordusu Büyük Okyanus’taki Marshall Adaları’nda bulunan Kwajalein Üssü’nden ve California’daki Vandenberg Hava Kuvvetleri Üssü’nden İran üzerine füze saldırısı deniyor… En çarpıcısı ise, 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi emrini veren ABD’nin Irak’taki kuvvetlerinin komutanı General Ray Odierno Türkiye’de İçişleri Bakanı Atalay tarafından bir “kahraman” gibi resmî törenle karşılanıyor. Bir başka ilginç vaziyet, daha önce Bush’un “stratejik müttefik” olarak PKK’yı “ortak düşman” ilân edip söz verdiği, Obama’nın “model ortak” olarak tekrarladığı, “terör örgütünün Amerika’nın işgal ve kontrolündeki Kuzey Irak’taki varlığının sona erdirilmesi, PKK kamplarının boşaltılması, serbestçe dolaşan elebaşlarının iade edilmesi” konusunda “çuvalcı general”den yardım isteniyor! Kapalı kapılar arkasında Odrieno’ya yapıldığı söylenen “ABD’nin terörle mücadelede somut adım atması” hatırlatması da, tıpkı Gül’ün Rasmussen’e “yarım-yamalak hatırlatması” gibi bir netice alınmadan resmî görüşmelerin ve karşılanmaların kargaşasında kayboluyor… Ve bütün bunlar “dış politika başarısı” olarak sunuluyor… 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Sohbet odaları’ mescidlerin yanında olsun! |
Son yıllarda hayatımıza giren yeniliklerden biri de büyük alış veriş merkezleri. Avrupa’da başlayan bu uygulama, kısa sürede Türkiye’yi de tesiri altına aldı. Başta büyük şehirler olmak üzere adım başı alış veriş merkezleri açılıyor, ‘büyük’ler büyürken, ‘küçükler’ de can çekişiyor. Pek çok olumsuz yönlerine rağmen dünyanın ve Türkiye’nin geldiği şartlar, AVM’siz bir şehir hayatının neredesye imkânsız olduğunu gösteriyor. Çeşitli kampanya ve programlar sebebiyle çoğu insan parasını ve vaktini ne yazık ki bu mekânlarda harcıyor. Bu uygulamanın şehre kattığı ve alıp götürdüğü değerler var. Hadisenin ekonomik yönü de ayrıca tartışılabilir ve zaten tartışılıyor. Büyük marketlerin de yer aldığı bu merkezlerle ilgili çıkarılmak istenen kanun, bir türlü son şeklini alıp uygulama imkânı da bulamadı. Medyaya yansıyan bilgilere göre bu konuda hazırlanan kanun taslağında ‘Alışveriş Merkezleri’nde (AVM) sohbet odalarının kurulmasını içeren düzenleme de olacak. Sanayi Bakanı Nihat Ergün, kanun taslağı hakkında bilgi verirken şunları söylemiş: “Bu konuda AB’de de şikâyetler var. Tedarikçi, zincir mağaza, AVM ilişkisini yeniden düzenlenmesi gerekir düşüncesiyle, hem şehir merkezlerinde bundan sonra nerede AVM olacak, otoparkı nasıl olacak, içinde kültür sanat faaliyetleri de yürütülmesini istiyoruz bu tasarıda. AVM olacaksa içinde, sohbet evi, imza günleri yapılabilecek, kitap satılacak birtakım sosyal aktivitelerin de yapılacağı mekânlar getiriyoruz.” (Radikal, 2 Şubat 2010) Alış veriş merkezlerinin ekonomik yönünü tartışmayı sonraya bırakıp, “sohbet evi” açılması teklifiyle ilgili akla gelen bir iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz. En başta, böyle bir teklifin hayata geçirilmesini faydalı bulduğumuzu ifade etmek isteriz. Ancak ‘sohbet evi’nden daha önce her alış veriş merkezine mescit açılması lâzım. Türkiye’de faaliyet gösteren her hangi bir alış veriş merkezinde mescid olmamasını anlamak ve kabul etmek mümkün değil. Herkes biliyor ki bu alış veriş merkezlerine gidenler içinde ‘namaz kılmak’ isteyenler de var. “Yüzde kaçı kılmak ister?” gibi bir tartışmanın sırası değil. “Müşteri haklı” olduğuna göre, bu taleplerin öncelikli olarak dikkate alınması lâzım. Bu vesile ile şu an itibarıyla mescid açmış olan bütün alış veriş merkezlerinin yöneticilerini tebrik ederiz. Açmayanların da en kısa zamanda, kanun çıkmasına ihtiyaç kalmadan mescid açmalarını arzu ediyoruz. Korkmasınlar, AVM’lerde mescid açılmasıyla Türkiye geri gitmez! AVM’lerde birer, hatta mümkün olsa ikişer adet mescid açıldıktan sonra; mescidin hemen yanında birer de “sohbet odası” açılması isabetli olur. Bakınız “sohbet” ihtiyacının gündeme gelmesi çok önemli. Hakikaten insanımız sohbete muhtaç hale gelmiş. Bu vesile ile “sohbet”i katleden, evlerimizden kovan, onu bize unutturan TV ve benzeri ‘belâ’ları da kınıyoruz! Sohbet, ‘insan’ların temel ihtiyaçlarından biri. Günümüz insanı ise medeniyetin seyyiatları sebebiyle sohbet edecek gerçek dost ve arkadaş bulmakta zorlanıyor. Bu noktada Risale-i Nur’un okunduğu ve mânâlarının ‘sohbet’ konusu edildiği mekânların cemiyeti nasıl ayakta tuttuğu da hatıra gelsin. O halde sloganımızı netleştirelim: Her AVM’ye bir mescid, yanına da sohbet odası açılsın! 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Hindistan gezisi |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kalabalık bir heyetle birlikte üç gündür Hindistan’da. On beş yıl aradan sonra ilk kez bir cumhurbaşkanımız Hindistan’ı ziyaret ediyor. Bu ziyaretin en önemli yönü; dünyanın hızla büyüyen ve yakın dönemde küresel ekonomide öncü güç konumuna gelecek olan Hindistan’la ticari ilişkilerin güçlendirilmesine katkıda bulunacak olması. Hindistan dünyanın nüfus bakımından ikinci (1,1 milyar), ekonomik büyüklük bakımından onikinci, satın alma gücü bakımından dördüncü büyük ülkesi. Goldman Sachs’a göre; 2043 yılına kadar Hint ekonomisi Amerikan ekonomisini geride bırakacak. Hindistan’da en hızlı büyüyen sektör bilişim teknolojileri sektörü. 2009 yılında yedi Hint firması dünyadaki bu alanda öncü 15 firma arasında yer alıyor. Geçen yıl bu sektörden elde edilen toplam gelir 60 milyar doların üstünde. Dünyanın bir çok uluslar arası devinin bilgi işlem merkezi Hindistan’da. İhracat yaptığı en önemli ülkeler ABD ev AB ülkeleri olduğu için küresel krizden en çok etkilenen ülkelerden birisi oldu Hindistan. Ama yine de geçen yıl yüzde 6.1’lik bir büyümeyi gerçekleştirdi ve göstergeler ekonomisinin hızla toparlanmakta olduğunu gösteriyor. En büyük sıkıntısı yüzde 15’e yaklaşan enflasyon ve yüzde 7,5’i bulan işsizlik. Cari açık da hızla büyüyor. Hindistan ekonomik bakımdan tam bir çelişkiler ülkesi. Nüfusun yüzde 77.7’nin günlük geliri 2,5 doların altında. Öbür yandan dünyada en çok dolar milyarderi bulunduran ülke. Dünyanın bilgi teknolojilerinde süpergücü, ama nüfusunun yüzde biri okuma yazma bilmiyor. 78 milyon eve hâlâ elektrik girmemiş. Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamasına göre 600 milyar dolarlık altyapı yatırımına ihtiyacı var. Bu da Türk inşaat sektörü için iyi bir Pazar anlamına geliyor. Hintliler ise Türkiye ile yapacakları stratejik işbirliği yoluyla üçüncü dünya ülkelerinde ortak yatırımlara girişmeyi planlıyor. Halen bir çok Hint firması özellikle petrol boru hatları inşaatında görev üstlenmiş durumda. Müteahhitlik, enerji ve konut alanları başlıca işbirliği alanları olacak. 2008 yılında Başbakan’ın bu ülkeyi ziyaretinde kurulan ortak çalışma grubu bu konudaki çalışmalarını sürdürüyor. İki ülke arasında Serbest Ticaret Anlaşması da hazır. Bu anlaşmanın yapılması halinde, iki ülke arasındaki halen 3,5 milyar dolar civarındaki ticaret hacminin 5 milyar dolara çıkacağı hesaplanıyor. İşte böyle bir ülkede Cumhurbaşkanı başkanlığındaki Türk heyeti toplam beş gün boyunca işbirliği ve yatırım imkânlarını güçlendirmek için çaba gösterecek. Türkiye’nin müteahhitlik alanındaki güçlü kartlarına karşılık, Hindistan enerji ve özellikle de nükleer enerji alanında Türkiye’de yatırım yapabilecek konumda. Bu arada Sinan Çetin’in de heyette olmasıyla, Bollywood’a film satmak, birlikte film yapmak gibi amaçların da bulunduğunu öğreniyoruz. Herhalde şarkı ve danslarla örülü Hint sinemasına eski türkücü filmlerimizle katkıda bulunacağız. Aramızdaki tek hassas husus, Pakistan-Hindistan ilişkilerinin bölünmeden bu yana sürekli gergin olması ve Türkiye’nin Pakistan ile çok yakın ilişkileri bulunması. Bu açıdan Pakistan —ve hatta Afganistan—ile birlikte atılacak her adım, Hindistan’ı rahatsız edecektir. Nitekim İstanbul’daki Afganistan’ın dostları toplantısına çağrılmamaları Hintlileri rahatsız etti. Dileriz Hindistan’daki bu temaslardan hayırlı sonuçlar doğar. Bir zamanlar Çin’in uçak gemisinin boğazlardan geçişi esnasında kurulan “her Çinliye bir portakal satma ve milyonlarca Çinli turistin ülkemize gelmesi” hayallerinin boş çıkması gibi, Hindistan gezisi de Tac Mahal ziyaretinden ibaret hoş bir sada olarak kalmaz ve umulan işbirliği gerçekleştirilir. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asker ve yetki |
Başbakanın “Kalkacak,” Genelkurmay Başkanının “Kalkabilir” dediği EMASYA protokolü yürürlükten kalktı. Ama Başbuğ da, İçişleri Bakanı da protokole niye ihtiyaç olmadığını aynı gerekçe ile izah ettiler: “Gerekli yetkiler kanunda var, protokole gerek yok...” Bu durum, protokolün yürürlükte olduğu 13 yıl boyunca da geçerli değil miydi? Kaldırmak için niye bu kadar sene beklendi? Erdoğan’ın dediği gibi, demokratik olgunluğa ancak şimdi eriştiğimiz ve de şartlar bugün oluştuğu için mi? Peki, protokolün dayandığı İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinde askere verilen aşırı yetkiler aynen durduğuna göre, sözü edilen demokratik olgunluk bunun neresinde? Ve değişen ne? Ya, kanunda “OHAL’in daraltılması veya kaldırılması durumunda doğacak boşluğu doldurma” gerekçesiyle yapılan değişiklikler Meclisten geçip yürürlüğe girdiğinde, “Kalıcı ve sürekli bir OHAL düzeni getirildi” diye AYM’ye iptal dâvâsı açan CHP şimdi niye ayrı tellerden çalıyor? O zaman “Bu kanunla, olağan durumlarda sivil otoritede olması gereken ağırlık ve belirleyicilik askerî otoriteye kaydırıldı” görüşünde olan CHP, şimdi niye “Sivas olayları, EMASYA olmadığı için yaşandı” gibi tuhaf yorumlar yapıyor? Sivas olaylarının o boyutlara ulaşıp hâlâ yürekleri yakan çok hazin sonuçları doğurmasında, garnizon komutanının, vali tarafından yapılan ısrarlı ve mükerrer çağrılara duyarsız kalmasının kritik bir role sahip olduğu çok konuşuldu. Gerek valinin, gerekse o zaman Başbakan Yardımcısı olan rahmetli Erdal İnönü’nün bu anlamda askerin tavrını eleştirdiklerini hatırlıyoruz. Baykal’ın mantığıyla olaya yaklaşırsak, EMASYA protokolü olmadığı için mi asker o hadiselere müdahale etmedi? Olay bu kadar basit mi? O zaman, bu mantığı tersinden işleterek akıl yürütmeye devam edersek, “Asker müdahale etmedi ki, EMASYA protokolü gibi, icabında darbe hazırlığı için de kılıf olarak kullanılabilecek düzenlemeler çıkarılsın” sonucuna ulaşabiliriz. Aynı şekilde, ülkede darbe ortamı oluşturmak için çıkarılan olayları da böyle yorumlayabiliriz. Asker, sivil idareden talimat almayı içine sindiremiyor ve bunu açıkça dillendirmeyi uygun bulmayıp, “Mustafa Muğlalı’nın durumuna düşmek istemiyoruz, yetki verin ki, bizden istediklerinizi yerine getirebilelim” talebini ileri sürüyor. Muğlalı, elindeki yetkileri, silâhsız sivilleri kurşuna dizmek için kullanmış ve bu sebeple suçlu bulunmuş; ancak 28 Şubat’ta asker tarafından re’sen iade-i itibar edilip açıkça sahiplenilmişti. Böylece 28 Şubatçı kadrolar Muğlalı anlayışını devam ettirme niyetlerini de açığa vurmuşlardı. 12 Eylül’den önce de, ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim ilân edildiği halde kan dökülmesi artarak devam ediyor ve dönemin komutanları gerekçe olarak yetkilerinin yetersizliğini gösterip, yetki kanunlarının çıkarılmasını istiyorlardı. Ama darbe yaptıktan sonra, o kanunlara gerek kalmadan, bir gün içinde kanı durdurdular ve 11 Eylül’de akan kan, 13 Eylül’de akmaz oldu. Sebebini ise, ihtilâl kadrolarından, şimdi hayatta olmayan General Bedrettin Demirel. “Müdahale ortamı oluşsun diye bir yıl beklendi ve bunun için o kadar kan döküldü” diye itiraf etti. Bu tecrübeler önümüzdeyken, askerî cenahın yetki bahsindeki değerlendirme, şikâyet ve taleplerine son derece dikkatli bakmak gerekiyor. Mâlûm, son yıllarda o cenahta en sık işitilen yakınmalardan biri, zaman zaman tekrarlanan “AB yasaları elimizi kolumuzu bağlayıp terörle mücadeleyi zorlaştırdı” çıkışlarıyla dile getirildi. Açılımın ilk maddesi olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, bu taleplerle de bağlantılı olarak gündeme getirilip hayata geçiriliyor. Hükümet askerle “uyum içinde” olduğunu her fırsatta tekrarlıyor; Başbakan Genelkurmay Başkanı ve komutanlarla paslaşmaktan söz ediyor. Ve EMASYA bu ortamda kalkıyor, ama aynı içerikteki İl İdaresi Kanunu 11/D devam ediyor. 09.02.2010 E-Posta: [email protected] |