Seçimlere iktidar ve Meclis’teki muhalefetin karşılıklı söz düellosuyla giriliyor. Hiçbir yatırım, üretim ve istihdam projesi gündeme gelmiyor, demokratikleşme ve özgürlükler konusunda vaadlerde dahi bulunulamıyor. Demokratikleşme ve özgürlükler âdeta gündem dışı…
Bütün bunlara ilâveten Türkiye’nin AB müzâkere sürecinde demokrasi ve insan haklarındaki gevşekliği ve özellikle düşünceyi ifâde özgürlüğünde AİHM’den dönen kararlar, Ankara’nın temel kırılganlığını ele veriyor.
On binlerce insanın öldüğü, kentlerin, kasabaların yıkıldığı Marmara depreminin üzerinden on yıl geçtiği halde hâlâ musîbetin mânevî boyutunu izâh eden Yeni Asya yazarlarının “İlâhî ikaz” dâvâlarının yargılanması ve ceza alması bunun açık örneği.
Ne var ki her fırsatta demokratikleşmeden dem vuran AKP hükümetinin önce gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın dâvâsında ve en son da benim dâvâmda ifâde özgürlüğünün “suç” sayılmasını savunması, kamuoyuna verdiği görüntünün aksine siyasî iktidarın ne denli derin bir kırılma içinde olduğunu ele veriyor.
HÜKÜMET, İFÂDENİN “SUÇ”
SAYILMASINI İSTİYOR…
Şu hale bakın; AİHM, halkın yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu Türkiye’de İslâm’ın temel kitabı olan Kur’ân ve İslâm Peygamberinin hadislerine göre deprem gibi bir musîbetin tefsirini yazanların yargılanıp cezalandırılmasını haksız buluyor. Bunun öncelikle Türkiye’nin de uyacağını taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğunu açıklıyor.
AİHS’in 10. maddesindeki “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları sözkonusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de ihtiva eder” hükmüne göre Türkiye’deki yargılamayı ve cezayı haksız buluyor. İfade özgürlüğünü kısıtladığı için tazminata mahkûm ediyor.
Buna mukabil hükûmet bütün dünyanın gözü önünde AİHM’e gönderdiği savunmada, “İlâhî ikaz” muhtevasındaki tamamen inanç ve kanaat ifâdesi olan söz ve yazılara verilen cezalarda ısrar ediyor. Düşünce özgürlüğünün “suç” sayılıp mahkûm edilmesinin ve düşünceyi ifâdeye getirilen cezanın “önemli bir sosyal ihtiyaca cevap verdiği” gibi garip bir savunmaya girişiyor.
Mâlum felâkette insanların enkazı altında can verdiği çürük binaları yapan müteahhitler bile ceza almazken musîbet sonrasında insanlara moral vermeyi, felâketin maddî ve mânevî sebeplerini ifâde etmenin ve yazmanın “kamu barışını bozduğu” ve daha da acayibi “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği”ni savunuyor.
Tamamen bir inanç meselesi olan ve mâneviyatı ihmalden, ahlakî çöküntü ve sosyal bozulmadan meydana gelen mânevî tahribata dikkat çekilen yazıların Kur’ân’ın geçmiş peygamberlerin kavimlerinin başına belâ ve musîbetleri haber veren yüzlerce âyetine ve Peygamberimizin bildirmelerine dayandığı açıkça belirtildiği halde, hükümet bu hususta en ufak bir araştırma gereği dahi görmeden doğrudan inanç ve ifâde hürriyetinin cezalandırılmasını onaylıyor.
Defalarca “Diyanet’e sorulması” taleplerimize rağmen söz konusu dinî kanaat ve beyânlara dair devletin “din işleri” ile yetkili anayasal kuruluşu olan Diyanet’e sorma gereğini dahi duymuyor. Oysa söz konusu yazıların yazıldığı sırada başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere İlâhiyatçılardan, Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’dan ve hatta dönemin Genelkurmay Başkanı’ndan Depreme “takdir-i İlâhî” değerlendirmeleri yapılmış; Diyanet dergisinde “takdir-i İlâhî” yorumları yer almıştı…
TEZATLI TUHAF KIRILMALAR…
Başörtüsü konusunda da daha önce Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığı’nın AİHM’e yolladığı “hükümet savunması”nda başörtüsünün “laikliğe aykırı,” siyasî sembol,” “gerginlik sebebi” sayılmasını “doğru” bulmuş; “yasaklanması”nın yasal olduğu bildirilmişti. YÖK ve yasakçı rektörlerce keyfî ve indi olarak dayatılan yasadışı yasağı “yasal” bulan savunma gönderilmişti. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, “başörtüsünün Allah’ın emri ve dinî bir vecîbe” olduğu gerçeği göz göre göre gözardı edilmişti.
27.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|