Demokratlık isimde kalmamalı
K
ısa bir süre sonra Osman Bölükbaşı’nın liderliğinde Cumhuriyetçi Millet Partisi kurulur. 1954 seçimlerinde milletvekili çıkaramayan CMP 1957 yılında da sadece dört milletvekili çıkarır. 1958 yılında Türkiye Köylü Partisiyle birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını alır. 1960 ihtilâlinden sonra Menderes ve iki arkadaşı idam edilip diğer milletvekilleri hapse mahkûm edilirken Osman Bölükbaşı askeri idare tarafından Kurucu Meclise seçilir. 1961 genel seçimlerinde % 14 oy alarak CHP ve AP’den sonra üçüncü parti olmuştur. 1962’de CKMP’nin ikiye bölünmesiyle Osman Bölükbaşı bu partiden ayrılarak Millet Partisi’ni tekrar kurar, fakat giderek önemini kaybederek 1973’te siyasetten çekilir.
Osman Bölükbaşı’nın ayrılmasından sonra CKMP’nin başına Alparslan Türkeş geçecektir. O güne kadar muhafazakâr tonların daha fazla ön planda olduğu Millet Partisi, Türk siyasî hayatında artık milliyetçi bir parti olarak yoluna devam edecektir. Türk ırkçısı ve Turancılığın en önde gelen ismi olan Nihal Atsız, 1944’te ırkçılık-turancılık dâvâsında birlikte yargılandığı Türkeş’in CKMP’nin başına geçmesiyle partiyi destekleyen makaleler yazar. Ancak 1969’da partinin adının MHP olarak değiştirilmesi ve Türkeş’in zamanla-özellikle parti tabanının tesiriyle-Türk-İslam sentezi fikrine kaymasıyla yollarını ayıracaktır.
Türkeş’in liderliğindeki MHP giderek gücünü artıracak 1969’da bir milletvekili çıkarmışken, 1973’de 3, 1977’de 16 milletvekili çıkaracaktır. 12 Eylül İhtilalinden sonra Milliyetçi Çalışma Partisi adını alan partinin başına Türkeş 1987’de tekrar geçecektir. 1991 seçimlerinde RP ve IP ile ittifak yaparak 19 milletvekiliyle meclise girmişse de 1995 ve 2002 seçimlerinde baraja takılarak meclis dışında kalan MHP, 1999 seçimlerinde 130, 2007 de ise 71 milletvekili çıkararak inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Türkeş’in 1998’de vefatı üzerine Parti’nin başına Devlet Bahçeli geçmiştir.
Bediüzzaman, Millet Partisi’ni değerlendirirken milliyetçilik bahsindeki fikirlerini de tekrar eder. Eğer Millet Partisi İslâmiyet içinde mezc olmuş bir Türkçülük anlayışını esas alırsa-ki, bu müsbet milliyettir-o düşünce zaten Demokrat mânâsı içinde mevcuttur. Bu düşünceyi ayrı bir siyasi parti olarak sürdürmek gerekmez. Bu konuda başka bir mektubunda da, “Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhâlif ve muârız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz ” ifadelerini kullanır.
Bu tarz bir milliyetçilik anlayışını Mektûbat’ta, “Müsbet Milliyet” olarak isimlendirir. Müsbet milliyet, içtimâî hayatın dâhilî bir ihtiyacı olup, “teâvün ve tesânüd”e sebeptir. “Uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.”
Bediüzzaman’a göre “frenk illeti” tâbir edilen ırkçılık ise, Avrupa’nın İslâm dünyasını parçalamak için aşıladığı bir fikrî sapmadır. Böyle bir anlayış Millet Partisi vasıtasıyla siyasetin başına geçecek olursa, diğer unsurların buna karşı aynı menfî milliyetçilik anlayışı ile mukabele etmelerini netice verecektir. Bu durum ise “hem hakiki Türklerin, hem İslâmiyet’in aleyhine” bir durumdur. Ülke bütünlüğünü tehdit eden bir tehlikedir. Menfî milliyetçilik anlayışı ile birbirine hasım haline gelen unsurlar haricî güçlere müracaat edecek ve dışarıdan nokta-i istinad arayacaklardır. Bunun “ecnebî boyunduruğu altına girmek” kadar vahim neticeleri olması muhtemeldir.
Bediüzzaman lâhikanın sonuna doğru “gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar” olarak tavsif ettiği iki anlayışa karşı-ki birisi Halk Partisi’nin “bürokratik tahakküm”ü, diğeri de Millet Partisi’nin “menfi milliyetçiliği”-Demokratları îkaz eder. Halkçılarla ırkçıların ittifak ederek Demokratlar’ı mağlup etme ihtimaline dikkat çeker. Yakın tarih siyasî hayatımız bu zaviyeden tetkik edildiğinde görülecektir ki; İttihat ve Terakki’den başlayarak günümüze kadar olan bütün dönemlerde, İslâmî değerlerden uzaklaşan “menfî milliyetçilik” anlayışı/ırkçılık, “Millet Partisi” çizgisindeki siyasî hareketler ile Kemalist resmî ideoloji arasında hep temas ve ittifak zeminini teşkil etmiştir. Halka tepeden bakan bürokratik tahakküm anlayışı da bu ittifakı kolaylaştırarak takviye etmiştir. Son dönemde yaşanan 28 Şubat sürecinde, bürokraside MHP’ye yakınlığıyla bilinen kimi unsurların aktif görev üstlenmesi ve bu çizgideki köşe yazarlarının 28 Şubat’ı destekler tavır alması dikkat çekicidir. Son dönemlerde ortaya çıkan “ulusalcı” anlayışın sembol isimlerinden Doğu Perinçek’in siyasi tavrı bu “ırkçı-halkçı” ittifakının aydınlatıcı bir örnektir. Perinçek’in, düşünce kaynağı Çin Komünizmi olan “Milli Demokratik Devrim” çizgisinden bugünkü “ulusalcı” çizgiye yaptığı ideolojik seyahati; Bediüzzaman’ın dikkat çektiği noktanın nerelere kadar genişleme imkânı olduğunu göstermektedir.
Tek parti döneminde ortaya konulan resmî milliyetçilik anlayışının inşa safhasında, Türk milliyetçiliğinin iki ana kurucusu olan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın Mustafa Kemal’in yanında yer almaları da bu ittifakın tarihi arka plânı hakkında fikir vermektedir.
Bediüzzaman lâhikasını, “Dindar Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir-iki gün baktım” ifadeleriyle bitirir.
Bediüzzaman’ın o gün için mevcud bile olmayan “İtihad-ı İslâm” partisi için “başa geçmemek lâzımdır” ifadesini kullandığı gibi aynı şekilde, esasında oy nisbeti ve milletvekili sayısı bakımından yine bir kıymeti bulunmayan Millet Partisi için de, “iktidara gelmeye çalışmamasını” tavsiye eden ifadeler kullanması dikkat çekicidir. Bediüzzaman’ın bu değerlendirmesinde partileri birer siyasi müesseseden ziyade temsil ettikleri siyasi düşünceler açısından ele aldığı, bu sûretle siyasi hayatımızın fıtri olan yapısını ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Bediüzzaman; İttihad-ı İslâm ve Millet Partisiyle temsil edilen siyasi düşüncelerin iktidara talip olma arzusu taşıdıklarını ve bu imkâna da bilkuvve sahip olduklarını ifade etmiş olmaktadır. Günümüz moda tabiriyle “siyasetin kırmızı çizgilerini” çizmektedir. Türk siyasi hayatı, çizilen bu kırmızı çizgilerin ihlâl edilmesinin ibret verici tecrübeleriyle doludur.
Demokrat Parti
Hemen fark edileceği gibi lâhikada Demokrat Parti müstakil olarak doğrudan ele alınmamıştır. Diğer partilerin değerlendirilmesinde bilvesile ele alınmıştır. Esas yeri Halk Partisi’nin karşısındadır. Demokrat Parti’nin temel karakterinin Halk Partisi’nin esas ve belirleyici vasıflarının aksi yönde olduğu ortaya çıkmaktadır. Müstebid halkçılara mukabil hürriyetperver demokratlar; memuriyeti halk üzerinde bir tahakküm vasıtası olarak gören mütehakkim halkçılara mukabil milletin hizmetinde demokratlar; dine karşı halkçılar, dine hürmetkâr demokratlar; muhaliflerine hayat hakkı tanımayan halkçılar, farklılıklara müsaadekâr demokratlar.
Sadece Halk Partisi’nden hareketle değil, İttihad-ı İslâm ve Millet Partisi ile ilgili değerlendirmeler ve bu vesileyle Demokratlar’a yapılan ikaz ve tavsiyeler üzerinden de Demokrat Parti’nin özellikleri ortaya konulmaktadır. Türkçülüğü, tabiatıyla diğer unsurları da din birliği içinde mezceden bir müsbet milliyetçilik anlayışı Demokratların temel vasıflarındandır. Üzerinde ısrarla durulan diğer temel bir husus; “Birisinin günahıyla başkası muâheze ve mes’ul olmaz” kaidesidir. Bununla Demokratlar’a, “suçun şahsiliği” prensibi ısrarla hatırlatılmaktadır. Herhangi bir kişinin suçu ile o kişinin mensub olduğu “tâife, cereyan aşiret ve parti” aynı suça ortak edilerek itham edilemez. Ferdin hukuku, “vatanın ve devlet siyasetinin selâmeti için” dahi olsa zâyi edilemez.
Demokratlar, dini asla siyasete âlet etmemeli fakat din ve vicdan hürriyetini, farklı inançları da kapsayacak şekilde kâmil mânâda temin etmelidirler. Batılı devletler ile tavizkâr olmayan dostâne münâsebetler geliştirilirken, İslâm dünyası ile de münasebetleri artıran bir hârici siyaset takip etmelidirler. Cumhuriyet ve Demokrat mânâları bir isimden ibaret kalmamalı müsemmaları ile hayat bulmalıdırlar.
Bu lâhika ve aynı mevzudaki benzerlerinden hareketle herhangi bir partinin demokrat mânâsında olup olmadığının anlaşılması da bu sûretle mümkün hâle gelmektedir.
Anavatan Partisi
1983-1993 dönemine önce uzunca bir süre başbakan sonra vefatına kadar cumhurbaşkanı olarak damgasını vuran ANAP lideri Özal’ın en önemli iddiası “dört eğilimi birleştirme” olmuştur. Bu talebe Halk Partisi tabanından pek itibar edilmemekle birlikte muhafazakâr, milliyetçi ve liberal kesimleri önemli ölçüde bünyesinde toplamayı başarmıştır.
Kuruluşundan sonra ilk seçimlerde tek başına iktidara gelişinde çeşitli unsurlar belirleyici olmuştur. İhtilâl öncesi dönemde son Adalet Partisi iktidarında, bürokrasinin zirvesinde birçok bakandan daha selâhiyet sahibi olarak vazife verilmiş olması ve bu sayede kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekmesi sonraki siyasi hayatı için sağlam bir zemin teşkil etmiştir.
İhtilâlden sonraki ilk genel seçimlere gidilirken, İhtilâlin Lideri Kenan Evren’in açık bir şekilde Emekli General Turgut Sunalp’in lideri olduğu partiye destek vermesi ve doğrudan ANAP’ı hedef alan bir konuşma yapması halk üzerinde şiddetli bir aksi tesir uyandırmıştır.
Özal, 12 Eylül’ün hazırladığı sükunet ortamını ustalıkla değerlendirerek kendisi için siyasi bir fırsata çevirmeyi başarmıştır. İhtilal öncesinin partileri olan AP, CHP, MHP ve MSP kapatılmış, liderlerine siyaset yasağı getirilmiştir. Sendikalar, Üniversiteler ve diğer sivil toplum unsurlarının muhalif bir siyaset üretme imkânı ortadan kaldırılmıştır. ANAP’ın karşısındaki rakip iki parti de muvazaa partisi görünümünden kendilerini kurtaramadıkları gibi liderlerinin siyasetin acemisi olması, Demirel’in adamı olduğu kanaati giderek intişar eden Özal’ı rakipsiz bir vaziyete getirmiştir. Bu arada kapatılan partilerin devamı olarak, yasaklı olan liderleri tarafından “el altından” kurulan partiler ihtilal konseyi tarafından veto edilerek seçimlere sokulmayınca, Özal için iktidara gelmek fazla zor olmamıştır.
Özal döneminde ciddi bir siyasi, içtimâî ve kültürel istihâle/dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönemin siyasi hayatta kalıcı olarak bıraktığı tesirlerin başında “Fırsatçılık Zihniyeti” gelir. Siyasetin-vitrin süsü olarak kullanılmaları dışında-bütün değerlerden tecrid edilerek, “menfaat üzerine dönen bir faaliyet” haline getirilmesi, bu fırsatçılığın cemiyet hayatının bütün alanlarına sirayet etmesini netice vermiştir. 1987 yılında siyasi yasakların kalkması için yapılan referandumda Özal’ın, yasakların sürmesi lehinde aleni olarak tavır alması ve parti olarak bu istikamette tesirli bir kampanya yürütmüş olması Özal’ın ve partisinin kimliğini, bütün müsbet icraatlarını bastıracak bir şekilde sorgulanır hale getirmiştir. Halbuki 1977 yılında MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuştu. Seçilmiş olması halinde muhtemelen siyasi yasaklılar arasında olacaktı. Seçilememiş, “abi” diye hitab ettiği Demirel’in son iktidarında, bakanlar üstü yetkilerle techiz edilerek bürokrasinin başına getirilmişti. Hâl böyle iken, siyasi yasakların devamı lehinde ihtilalcilerle aynı safta yer alması, siyasetin bünyesinde pragmatizm adı altında zaten var olan “vefasızlığı” pekiştirmiş olmanın ötesinde, sahiplenmeye çalıştığı demokrat misyon temsilciliğini nerdeyse imkânsız kılmıştır.
İhtilâl sonrası kurulan askeri yönetimde Ulusu hükümetinde başbakan yardımcısı olarak görev yapması ve ihtilalcilerle gönüllü işbirliğine gitmesi, 12 Eylül ihtilâlinin, en azından uzunca bir süre muhafazakâr taban tarafından meşru kabul edilmesi gibi ciddi bir zihin karışıklığına da sebep olmuştur.
Bir dönem demokrat misyonun temsilcisi olduğu önemli bir toplum kesimi tarafından kabul edilen ANAP’ın bugün nerdeyse unutulma sürecine girmiş olması, ihtilâl şartlarında ortaya çıkan fakat uzunca süren bir arızî parti olduğunu ortaya koymaktadır. “Bu vatanda bulunan dört parti” içinde Millet Partisi’ne daha münasip bir vaziyette durmaktadır.
|