"Gerçekten" haber verir 27 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Süleyman KÖSMENE

Cüz-î ihtiyarîdeki meyelan



Kocaeli’nden bayan okuyucumuz: “26. Söz’de cüz-i ihtiyarinin üssü’l-esâsı olan meyelanın veya meyelandaki tasarrufun emr-i itibari olduğu ve vücud-u haricisi olmadığı için kula verildiği, aksi takdirde kula verilemeyeceği ifade ediliyor. Bu ne demektir? Peki, vicdan, kalp, ruh, sır ve sair duyguların vücud-u haricisi var mıdır?”

Bedîüzzaman Hazretleri Kader Risâlesinde, kader ile cüz’-î ihtiyârînin, bir kulun irâdî fiillerinde nasıl birleştikleri sorusuna yedi vecihle cevap verir. Bu vecihlerden altıncısında, îtikâdî mezheplerin cüz’î irâdeye bakışını ele alır. Buna göre, cüz’î irâdenin özü “meyelân”dan ibârettir. Yani cüz’î irâde, fiillerimiz öncesinde bilincimizde meydana gelen bir ön meyildir. Biz bir şeye meylederiz, bizim meylimizin hemen akabinde, yani bizim niyet ve yönelişimizden hemen sonra Cenâb-ı Hak yöneldiğimiz fiili yaratır. Ancak meyil ve yöneliş bize ait olduğundan sorumluluk da bize aittir; Yaratıcı sorumlu değildir.

Bu konuda Ehl-i Sünnet akaidinde ihtilâf yoktur. Fakat Mâtüridî’ler ve Eş’ârî’ler kulun yönelişinin özünde yatan “meyelân”ın, yani ön meylin statüsünü ve kime ait olduğunu tartışmışlardır. Mâtüridî’lere göre meyelân îtibârî bir emirdir, yani farazî bir varsayımdan ibârettir; kula verilebilir. Fakat bu meyelân Eş’ârî’lere göre farazî değil, mevcuttur. Dolayısıyla kula ait değildir. Bu meyelânı yaratan Cenâb-ı Hak’tır. Bu durumda Eş’ârî mezhebine göre bu meyelândaki “tasarruf” farazîdir ve kula aittir.

Bedîüzzaman Hazretleri burada her iki mezhebi birleştirir. Ona göre ister meyelan olsun, ister meyelandaki tasarruf olsun; her ikisi de nisbî bir emirdir, yani farazî bir semboldür, yani varsayılan bir hattır; hakîkî bir vücudu yoktur. Yani bu meyelân veya bu meyelândaki tasarruf bir varsayımdan ibârettir. Varsayım ise, gerçekte mevcut olmadığı için, tam bir illet istemez. Dolayısıyla küllî irâde, yani Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi kulun ihtiyârını ve irâdesini ortadan kaldırmaz.

Burada yeri gelmişken ifade edelim: Vicdan, kalp, ruh, sır ve sair duyguların vücud-u haricisi vardır. Bunlar kula ait değil, bizzat taraf-ı İlâhiye aittirler. Yani bunlar yaratılmış birer mevcutturlar.

Öyleyse, o farazî emir olan meyelân veya meyelandaki tasarruf, nasıl bir hareket yapar ki, hemen arkasından dilediği şey İlâhî kudret tarafından yaratılır ve sorumluluk kula ait olur?

Saîd Nursî Hazretlerine göre, meyelân denilen bu emr-i itibârî bir rüçhâniyet kazansa, yani her hangi bir şey içimizde binlerce tercihler içinden bir tercih olarak doğsa ve diğer tercihlere nazaran üstünlük kazansa, onu fiiliyâta geçirebiliriz. O anda onu terk edebilir veya yapabiliriz. İşte tercih ettiğimiz şey kötü bir fiilse, yani meylettiğimiz ve yöneldiğimiz şey çirkin bir iş ise, Kur’ân o anda insana diyor ki: “Yapma! Şerdir! Haramdır!” Mu’tezile’nin dediği gibi eğer kul fiillerinin yaratıcısı olsaydı ve îcada iktidarı bulunsaydı, o vakit ihtiyârı ve irâdesi ortadan kalkardı. Çünkü bir şey vâcip olmazsa vücuda gelmez. Yani tam bir illet olmalı ki, bir şey vücuda gelebilsin. Tam illet ise, illet ile elde edilen şeyi zorunlu ve vâcip olarak gerektiriyor. Bu defa da beşerin ihtiyâr ve irâdesi kalmıyor. Oysa irâdemiz her saniye başı defalarca tercihler yapıyor ve hepsinde de bağımsız hareket ediyor. Öyleyse irâdemiz, yaptığı tercihlerden ve tasarrufta bulunduğu meyillerden sorumludur.

Burada Bedîüzzaman: “Madem katli yaratan Cenâb-ı Hak’tır; niçin bana katil denilir?” sorusunu sorar ve cevaplar: Sarf İlmi kâidesince ism-i fâil, nisbî bir emir olan masdardan doğmaktadır. Yani katil ismi, “katl” mastarından doğmaktadır. Halbuki katli yaratmak hâsıl-ı bilmasdardır, yani yaratma fiili görünüşte mastara terettüp etmektedir ve fakat masdardan kaynaklanmamaktadır. Yani katl ayrıdır, katli yaratmak ayrıdır. Öyleyse katil ayrıdır, Hâlık ayrıdır. Katlin, yani ölümün Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bir mahlûk olması, katili sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü masdar, yani katl işi, yani öldürme fiili bizim kisbimizdir. Yani katli biz yaparız. Kaatil unvânını da biz alırız.

Bu durumda biz içimizdeki öldürme meylini iptal etmemekten, bunu yürürlüğe koymaktan ve bir ölüme sebep olmaktan dolayı sorumluyuz. Bizim tetiği sıkmamıza bağlı olarak, Cenâb-ı Hakk’ın ölümü yaratmış olması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Öldürme isteği ile harekete geçen ve öldürme fiilini işleyen bizden başkası değildir. O halde kaatil de bizden başkası değildir.1

Dipnot:

1- Sözler, s. 431.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Aydınlar Ocağı’nda 49. yıl



Bediüzzaman Hazretlerinin Hakka vuslatının 2009 itibarıyla bu yıl 49. sene-i devriyesi. Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’mizin her yerinde ve dünyanın muhtelif yerlerinde yapılan çeşitli etkinlik ve programlarla anılmakta; hayatından ve fikriyâtından parçalar ve kesitler sunulmakta ve ruhuna fatihalar, hatimler okunmaktadır. Konya’nın 60 sivil toplum kuruluşu içinde fikir alanında yaptığı seri faaliyetlerle bir numarayı teşkil eden “Konya Aydınlar Ocağı” genel merkezinde 24 Mart Salı günü, çok cevval ve çalışkan gönül ve fikir ehli Dr. Mustafa Güçlü’nün aylar önceki daveti ve konunun teklifi üzerine “49. sene-i devriyesinde Bediüzzaman’dan siyasi ve içtimai tespitler” başlıklı konferansımızı verdik.

Yılın 52 haftasının 52 Salı günü hiç aksamadan devam eden bu fikir sarayında, 5 yıl içinde 5. konferansım olmuştur. Burası fikir bazında aydınlığa ve gönül tellerine vurmaya devam etmektedir. Bir çok şeyin tiryakisi olduğu gibi bu mekânın da tiryakisi olan Konya’nın meşhur şahsiyetleri ve fikir adamları bulunmaktadır. Onlara bizi beşinci defa muhatap eden ve bu hizmeti deruhte eden Dr. Güçlü’ye ne kadar teşekkür ve tebrik etsem azdır. Kavgasız gürültüsüz, çok çeşni bir fikir pazarı...

Ord. Prof. Anna Masala’nın tabiriyle “çağımızın Mevlana’sı”, büyük İslam mütefekkiri Hz. Bediüzzaman, hakikaten bir derya-i Kur’ân. Konuşmamda da ifade ettim, kendisi için “Yarım ümmîyim” diyen ve üç aylık kesbi ilmi bulunan bu aziz zât ve bu gönül sultanı, tamamen ilham-ı İlâhîye mazhar. Eserleri harikalarla dolu. Her biri bir şaheser, her bir yaraya neşter vuran 130 parça eserin, yalnızca kesbî bir tahsille yazılması mümkün değil. Onlar ancak bir ikram-ı Rabbânî, bir iksir-i Kur’ânî ve bir ilhâmât-ı Sübhânîdir.

Âdetimin fevkinde olarak, muhterem Dr. Güçlü’nün de arzu ve umumi istek üzerine suâl-cevabın dışında bir saat 14 dakikaya sığan “Bediüzzaman’dan siyasî ve içtimâî tespitler” hitabımızda özetle üzerinde durduğumuz ve Hz. Bediüzzaman’ın eserlerinden nakillerin satır başları ve hulasaları şöyle:

Tam yüz yıl önce söylüyor: Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlâl. Hürriyetin tarifi. Salahat ve maharet meselesi. İttihad-ı Muhammedi. Tuti kuşları. İstanbul’un işgali ve Bediüzzaman. TBMM’de Bediüzzaman’a yapılan hoşamedi merasimi. TBMM’sine hitaben aynı tarihte neşrettiği beyanname. Eski Cumhurbaşakanı Celâl Bayar’ın tespiti. 5. Şuâ, on dokuzuncu meselenin mahiyeti. Maide Sûresi 51. âyetten bugüne bakış. Bediüzzaman ve dış münasebetleri, ABD, Rusya ve âlem-i İslâm, Cento, Vatikan hakkındaki ifade ve beyanları ve ABD’li profesör Jon Woll’ün tespiti. Merhum ve şehit başbakan A. Menderes’e ve Nur talebelerine yazdığı mektup ve dikkat çektiği âyetler. Âyetlerin bugüne bakan yorumları. Daima ifade buyurdukları “Euzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti” ifadesinin sebepleri. Rey atan siyasetçi olmaz, ancak rey alan siyasetçi olur. Hz. Bediüzzaman’ın reyini beyan etmesi. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet ve Meşrutiyet hakkındaki fikri ve vasiyeti.

Sözlerimi noktalarken dedim ki: “Türkiye’de ve âlem-i İslâm’da rey atan ve rey isteyen herkes ceplerinde Hz. Bediüzzaman’ın Münazarat eserini taşır ve hayata geçirirlerse, o zaman Türkiye’nin ve âlem-i İslâmın çehresi bugünden daha farklı olacaktır. Çünkü Hz. Bediüzzaman yüz yıl önce diyor ki: ‘Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?’1”

Not: 28 Mart’ta Kocaeli’nde “Bediüzzaman’da iktisat” konusunda hitap edeceğiz, orada mülâki olmak üzere inşaallah.

Dipnot:

1- B.S.Nursî, Sünuhat, s. 71

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Üstad’a sadakat imtihanı ve tehlikeli tuzaklar



Bediüzzaman ve Risâle-i Nur hareketi Türkiye’de ve dünyada sürekli yükselen bir değer. Artarak ivme kazanan bir vakıa. İtikadi, amelî ve içtimâî olaylara istikametli ve isabetli teşhis koyan bir reçete. Yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçüler manzumesi. Dünyevî hiçbir gayesi ve amacı olmayan bir iman ve Kur’ân dâvâsı. Bütün insanlığın aradığı ve arzu ettiği sâfî, samimi, dürüst ve aksiyoner bir tarz ve yol...

Daha pek çok artı değeri sıralayabiliriz. Ama bu hareket, yol, tarz ve dâvânın “püf noktasını ve mihengini” ifade edecek en önemli nokta, “İlâhî, semavî ve mukaddes” oluşudur. Yani, Risâle-i Nur hareketinde zerre kadar “arzîlik ve maddecilik” yoktur, olmamıştır, kıyamete kadar da olmayacaktır inşallah!

Evet, sırf Allah rızası için bu dâvâya bağlananlar ve bunu omzuna alıp üstlenenler, insandırlar, ruhani ve melek değillerdir. Bu itibarla bu aciz ve fakir müntesiplerin yaptıkları icraatlarda elbette ferdî yanlışlıklar da olabilecektir. Ama bu insanî yanlış ve noksanlıklar, kudsî dâvânın özüne sirayet edemez, etmemelidir.

Pek çok sahanın önemli otoriteleri tarafından kabul edilen gerçek şudur: Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un ilmî, dinî, siyasî ve içtmâî sahalarda koyduğu net ve doğru teşhisler, tam isabetlidir ve doğrudur.

Bütün bunlar ortada dururken, bu dâvânın mensupları üzerinde elbette hesaplar yapılacak ve oyunlar oynanacaktır. Aziz Üstad ve saff-ı evveller o günün şartlarında imtihanlarını başarıyla verdiler. Kıyamete kadar uzanacak bu süreçte şimdilerde bizim imtihanımız devam ediyor. O mübarekler heyetinin zamanında sürgün, hapis, dikta ve alenî zulüm vardı. Şimdi ise, “ağırlaştırılmış ve baskılandırılmış” propaganda ve reklâm araçları ile fitne ve fesat oyunları devreye sokuldu. Fakat bu müdakkik kitlenin, bu “fitneye dayalı proje” çerçevesinde kasden fikirleri devşirme ve değiştirme oyun ve tuzağına, feraset ve basiretleriyle izin vermeyeceğine inanıyorum. Bunu şunun için dile getirmek istedim: İki aydır devamlı olarak Türkiye sathında gezen bir insan olarak bulunduğum ortamdaki bilhassa genç kardeşlerimin dâvâya olan sadakat, gayret ve samimiyetlerine hayran oldum. Toplumun önemli bir zembereği konumunda olan ve geçmişteki kirli oyunları tam olarak yaşamamış olan bu saf ve temiz ruhlar, Üstad ve Risâle-i Nur’u anlamada çok daha bahtiyar ve yarınlara hazırlar.

Ama toplum hayatının içinde devamlı insanlarla irtibatlı, piyasanın sarmalında olan bizim kuşaktaki bazı dostlarımızın bilhassa siyasî sahada cevaplandırması gereken bazı soru ve tereddütler var. Bu gibi konuların bizim camiamızda tek ve en doğru isabetli çözüm yolu “meşveret” ortamıdır. Sistemimiz de belli ve oturmuş olduğuna göre, bütün cevap ve uygulamaların o doğrultuda olması iktiza eder. Meşru zemin ve işleyiş yıllardan beri budur. Durum böyle olunca, bir kısım gazete okuyucusu dostlarımızda “demokrat misyonun temsili” konusunda meydana gelen tereddüt, soru ve görüşler, gazetemiz yönetim kurulu ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden bu alanda ihtisas sahibi arkadaştan meydana gelen geçici siyasi komisyonda bir ay önce değerlendirilmiştir. Burada alınan kararlar da, başta gazetemiz genel yayın müdürü ve başyazarımız Kâzım Güleçyüz olmak üzere birçok yazarımız tarafından çok makul ve nazik bir dille yayınlanmaktadır.

Aslında bu tereddütler de, Yeni Asya misyonunun dışında kalan birçok sebepten kaynaklanmaktadır. Bunların sakin bir ortamda üzerinde durulup sağlıklı bir şekilde tespit edilmesi gerekir. Tamamen dış kaynaklı gizli ve derin plânın odak noktası, maalesef “siyasettir.” Onun için de her devirde olduğu gibi bu devirde de vazifemiz, yara yapmadan tamirdir.

Özellikle Yeni Asya misyonunda yetişmiş ve bu dâvâya gönül vermiş bütün değerli dostlarımız başta olmak üzere bu misyona itimadı ve sadakati olan herkesle paylaşmak istediğim şudur: Bir buçuk ay önce Mısır’ın başşehri Kahire’de Bediüzzaman’la ilgili bir sempozyumda dinlediğim, dinin ve belâgatın inceliklerine vakıf Ezher ulemasının bile “Risâle-i Nurları anlamak öyle kolay bir konu değildir. Bu külliyat adeta bir umman ve okyanustur” diyerek acizliklerini ilân ettiği bir konuda, bizim gibi aciz insanların durumu ortaya çıkar. Üstad Bediüzzaman’ın ve cihamşümul dâvâsının bütün boyutlarını anlamak cidden zordur. Ama bu tam olarak sağlandığı zaman da, İslâm’ın ve Müslümanların bahtları açılacak, saadet-i dareyne giden yol daha net, geniş, mutlu ve kısa hâle gelecektir.

Bize düşen, eğer gerçekten Üstadımızı sevdiğimizi, ona ve dâvâsına sadakatle bağlı olduğumuzu iddiâ ediyorsak, ne pahasına olursa olsun, her alanda onun verdiği fetvalara uymak ve sadakatle bunların takipçisi olmaktır. Bu konuda dayandığım gerekçelerim şunlardır:

İlk olarak: Üstadın, daha bıyığı terlememiş genç bir delikanlı iken Mardin’de, 1908’lerde Sultan Abdülhamid Han’a, 1915’lerde doğudaki aşiretlere, 1922’de TBMM’de önde gelen şahıslara, 1940’da CHP’ye ve 1950’lerde de DP iktidarına karşı siyasette koyduğu tavır, yepyeni bir “ilke ve prensipler” manzumesidir. Koyduğu “zikzaksız” görüş, duruş ve savunuşta her hangi bir kırılma, tereddüt ve isabetsizlik yoktur.

İkinci olarak: Kamuoyuna ve aziz milletimize pompalanmaya çalışılan “CHP’yi kazandırmamak için, bölünmemek için, mahalli seçimlerde şahıslar önemlidir. Bunlar bu şehir ve beldeye daha iyi hizmet ederler…” vb. gibi şahsî ve tarafgirâne gerekçeler geçerli olmadı, olmayacak ve olamaz. Bunlar prensip ve düstur değil, kandırmaca ve şaşırtma taktikli dünyevî aldatmacalardır.

Üçüncü olarak: Üstadımın vefatından sonra onun mânevî mirasını “menfaat ve oya” tahvil etmek isteyen siyaset bezirgânlarına karşı kale gibi duran ve onun en önemli vârisi konumundaki Zübeyir Ağabeyimin tam isabetli içtihadına uyarak...

Dördüncü olarak: Tam kırk yıldan beri bu camianın içinde bulunan bir müntesip olarak, “şahs-ı mânevî” adına en yüksek heyeti olan “umumi meşveretin” verdiği ve değiştirmediği kararına sadakatle bağlı kalarak oyumu kullanacağım.

Kanaatim ve hayatın gerçekleri odur ki: “Parti” tarifiyle, “toplama kampı” niteliğini arz eden sun’î oluşumlar çok farklıdır. Seksenli yılların “eğilimli oluşumlarının” akıbeti aslında herkese her şeyi anlatıyor. O şaşırtma taktikler de açıkçası beni fazla ilgilendirmiyor. Bu “toplama kampı” oluşumu da asla “demokrat misyonu” temsil edemez.

Bir nevî millî namusum olan reyimi, “bir defaya mahsus olmak üzere emaneten bir yerlere ciro etme” garabet ve şahsî içtihadına da taraftar olmam mümkün olmadığından, böyle bir yola da asla tevessül etmeyeceğim.

Netice olarak, ben işte yukarıda gerekçelerini göstererek zikrettiğim prensipler doğrultusunda, “vatan, millet ve Kur’ân menfatine”, “Demokrat misyonu” tercih edeceğim. Bu tercihimdeki tek ve değişmez mihenk, Üstadımın asla şaşmadığı teşhisleridir. Çıkış yolu belli ve nettir. Bunu da en nazik, seviyeli, makul ve isabetli şekilde ortaya koyan, her işinde meşveretle hareket eden “Yeni Asya” misyonudur.

Yeni Asya’nın ne olup olmadığını, her sahadaki teşhis ve tespitlerinin ne kadar isabetli olup ses getirdiğini, son olarak emekli orgeneral Hurşit Tolon Paşa da herkese deklare etmiş ve bir defa daha teyit etmiştir. Şahsen bu konuda benim Tolon Paşa’ya büyük bir teşekkür borcum var. Sağol Paşam! Patentimizi teyit edip tasdik ettin. Darısı bilmeyenlerin başına!

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokrat kimdir?



Başkalarından ziyade kendimizi sorgulamalıyız. Ben hürriyetçi/demokrat mıyım? Ne kadar? Sadece bana, akrabalarıma, partidaşlarıma mı demokratım? Önce “Hürriyetçi/demokrat kimdir?” sorusunu cevaplandırarak başlamalı. Ondan da önce de Bediüzzaman’ın çizdiği temel siyasî-içtimâî dört ana şablonu bilip ona göre tavır koymalı: 1- Seküler, diktatör zihniyet. 2- Kendini (ırkını) üstün gören milliyetçi ve diktatör ruh. 3- Din adına hareket eden, dini temsil ettiğini iddiâ edenler. 4- Hürriyetçiler, demokratlar.

Bediüzzaman’a göre, ilk üçü asla desteklenemez. Ahrarlar, yani hürriyetçiler, demokratlar desteklenmelidir. Neden? Allah bu dünyayı hürriyet üzerine kurdu. Yani, imtihanın gerçekleşebilmesi için hür bir zemin hazırladı. İnsan hür olmalı ki, abdullah olsun! Hürriyet, imanın özelliğidir. Şu halde imanın bu özelliğinin siyasete yansıması, demokratları destekleme tarzında olacaktır. Bu hususta, pek çok kesimde bir sıkıntı yoktur.

Sıkıntı, demokrat kimdir?

* Demokrat, tam ve gerçek hürriyetçidir. Herkesin, başkalarına zarar vermemek (bir ileri noktası, kendisine de zarar vermemesi) kaydıyla şahane serbest olmasını savunmak ve ona göre çalışmaktır.

* Bedel ödemektir. Değil makamını, mevkiini, gerektiğinde hayatını ortaya koymaktır.

Bu temel maddelere başkalarını da ilave etmek mümkün. Bir zihniyet, elinde güç olduğu halde;

- Yasakları kaldıramıyorsa,—belki kaldırmak gücünü aşar—kalkması için çabalamıyorsa;

- Baştan aşağa antidemokratik maddelerle dolu 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinin ürünü Anayasa’yı değiştirmeye gayret sarfetmek bir yana, bununla ilgili çalışmaları rafa kaldırıyorsa;

- Keza aynı zihniyetin uzantısı 28 Şubat’ın icraatları aynen duruyorsa… (Meselâ, başörtüsü yasağını kaldıramamışsa, üniversiteye giriş kat sayısındaki haksızlığı giderememişse ve imtihanlara bile başörtülü girilemiyorsa, Kur’ân kursuna gitme yaşının 15’in üzerinde olmasını düzenleyen kanunu kaldıramamışsa...)

- Demokrasinin gelmesinde en büyük rolü oynayacak AB için çaba sarfetmiyor ve gündemin en son sıralarına atıyorsa;

- Kezâ, Ergenekon örgütünün üst düzey yöneticisi olmak ve darbe girişiminde bulunmakla suçlanan Eruygur ve Tolon, serbest bırakılmışsa… Ulusal Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı Sedat Laçiner’in tesbitiyle, Ergenekon soruşturmasında şimdiye kadar çıkan insanlar sadece buzdağının görünen kısmı ise...

Yapılanlar seçime yönelik bir şovdan ibaret kalmaz mı?

* Başörtüsü, milletin yüzde bir buçuğunun meselesi olarak görülüyorsa...

* “Bedel ödemeye hazır değiliz” deniyorsa...

Demokratlıktan söz etmek mümkün mü?

“Tamam, adamlar çalışıyor, ama güçleri yetmiyor!” diye desteğe devam etmek, hamakat değil mi? Siz, tuttuğunuz bir işçi, bir usta, bir yönetici, bir doktoru vs. “Ne yapalım, adam yapacak ama gücü yetmiyor!” deyip çalıştırır mısınız? Dessas zalimlerin estirdiği havaya ve propagandalara kapılarak Demokratların kazanıp-kazanamayacaklarına hükmederek oyunu aciz, güçsüz, siyasette sonuç alamamış güçlü partiye vermenin anlamı ne? Unutmayalım: 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinin mahsülü olan ve herkesi canından bezdiren ve mutlaka tamamen kaldırılmasını istediği ve bir türlü kaldırılamayan Anayasa’ya da yüzde 92 “Evet” oyu çıkmıştı! Yeni Asya ekolü, yüzde sekizin içinde idi… Ve “Hayır!” demişti. Ve bedelini de kapatılarak, parçalanarak ödemişti…

Şimdi, 27 yıldır Yeni Asya’nın başı dik, alnı açık! Ve “Evet” diyen yüzde 92’i (ne yazık ki, içlerinde Risâle-i Nur’dan istifade edenler de var!) utancıyla baş başa, alnı kara ve başı önünde!

El-mizan ve’l-iz’ân!

27.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şükrü BULUT

Bugün dünden de sana hasretiz



Unutulan niceler gibi unutulma yerine, her gün yadınla uyanıyor, hasretinle yoğruluyor saatlerimiz, dakikalarımız...

Bahar gelince de, bîçare mecnunların “kış sekînetini” bozan yeni cinnetlere yaklaştırır, sana olan hasretimiz sevgili Üstadım...

Nevruz-u Sultanî’nin temâşâsına bizi davet eden, sen değil miydin?

Hem davet edersin, hem de bir “nevruz” günü aramızdan uçar gidersin...

“Yeni bahar gününde” tebessümlerimizi giryan kuşattı...

Fakat sen irtihalinle bile bize ümit veriyorsun.

Baharı göstererek “Bir ölür, bin diriliriz” diyorsun.

Bu baharda milyonlarca Said ve Nurlar isminle çağırılırken, firkat ateşinle “sevgin” dolu sineler tutuşuyor bugün.

Isparta’dan Urfa’ya seni takip eden gizli gözler de beht u hayret içindeler...

Her geçtiğin diyar baran-ı Nisanla yıkanırken, arkan sıra müjdelediğin yüz binlerce Said, geniş bir coğrafyada gözlerini açıyor hayata...

Anadolu kır çiçeğinden gül çiçeğine yâdınla süslenirken, bir nebzecik de olsun, seyre gelmez misin?

Ey Şam-ı Şerifin şanlı hatibi, hutbeni irad ettiğin makam bugün tehdit altında.

Düne kadar seni dinlemeyen, çözümü beyâbanlarda arayan ulemamız, hutbeni tekrar irad etmeni istiyorlar.

Ey Hasenî çizginin pişdârı,

Hüseyn’in bayraktarı!..

Hürriyet diye inleyen mazlumların çerağı!

Şah-ı Şühedâ Huseyn’in canı pahasına yere düşürmediği ve tâ Kerbelâ’dan Şam-ı Şerif’e başı üstünde taşıyarak getirdiği “hürriyet” sancağını devraldığını artık herkes duydu. İsevî âlemin ruhanî lideri bile “Benî Ümeyye”deki ayak izlerini arıyor, hürriyet ve insanlık vadisinde sana biat ettiğini cihana ilân ediyor... Fakat dindarlarımız “Hürriyet Hitâbeni” henüz yeni yeni kekeleyerek okumaya çalışıyorlar. Yezid’e yardım eden “istibdadın” aramızdaki temsilcileri Yezid’den de Yezidî çıktı. Şam-ı Şerif’ten İstanbul’a ve hatta Selanik’e hutbelerini yeniden okumak için aramıza tekrar teşrif etmez misin?..

Ey “hekimlere” hikmette üstadlık yapan efendim! Akılların nemrut-firavunluğunu Kur’ân’ın hikmetiyle maskaraya çevirdin... Öyle bir meydan okudun ki, felsefenin bin senelik birikimini köpükler gibi havalara uçurdun.

Teknolojinin nihaî noktalarına işaretlerle, vahyin yüceliğini yeniden izhar ettin. Dün ayaklarını bile ıslatamayan felsefe, bugün müfsit âletlerle karaları dolduruyor. Evlâtlarımızla birlikte tehlikeden çok uzaklarda olduğumuzu söylemeyiz, Üstadım.

Medreselere çevirdiğin zindanlarının hikâyelerini kitaplarda okurken hal-i pürmelâlimizle karşılaşıyoruz. Yani kendi zindanlarımızla. Ayaklarımızdaki halkalar seninkinden daha mı kalın acaba! O kadar ağır hareket edebiliyoruz ki... Müfsit âletlerden çıkan sefih nefeslerle hevaî zehirlenmeyle karşı karşıya kaldık. Nur-u Kur’ân’ın pencerelerine yeterince yaklaşamadığımızdan sanki beynimiz uyuşuyor. Ağzımızda dillerimiz ağırlaşıyor. Dâvânı sana lâyık fesahat-belâgatla haykıramıyoruz. Tasarrufunun her dem devam ettiğine inanıyoruz. Nefsimizle ailemizi, cemiyetimizle ülkemizi ve tüm dünyayı kuşatan şu zindandan halâsımız için himmetini esirgemezsin değil mi?

Verdiğin müjdeler çıkmaya devam ediyor, Üstadım. Anadolu Nuh’un (a.s) gemisine, Barla saadet köşküne döndü. Afyon savcısının söylediği rakamı talebelerin onlara katladı. Yeni dünya-eski dünya “Nurları” konuşuyor. Kur’ân-ı Kerimden sonra evleri en çok şenlendiren, Kitap ve Sünnetten süzülen risâlelerin oldu. Fakat Samyeli hâlâ esmeye devam ediyor. Gül bahçeleri tehdit altında. Mesih-i Deccal Şam-ı Şerif’e yöneldi. Nifak-şikak’ın bayraktarı can havliyle ikinci Avrupa’dan medet bekliyor. Bildiğin gibi, meydanların tarrakaları semalara yükseliyor. Yecüc-Mecüc tüm kıtalarda işbaşında. Her gün yeni bir coğrafyayı ateşe vermekle meşgul. Yalnız, tanınmamak için ismini değiştirmiş; terör diyorlar kendisine... Görüyorsun ki, düşman-ı gaddar nifakla merkezlere sızdığından, zaman zaman Müslümanların ferasetlerine perde çekiliyor. Bakışlarla birlikte muhakemeler de havalanıyor bugün. “Dehşetli dinsiz münafıkları” dine hizmet iddiasındaki Müslümanların kucağında görüyoruz. Ey nur-u zaman! Acaba himmetinle ümmeti yer yer musallat olmuş humktan kurtaramaz mısın?

Seni sevgili coğrafyalarınla birlikte, çok sevdiğin talebelerin de arıyor bugün. İslâmköy’den Karadağ’a seninle konuşan Hafız Ali’lerin, askerce sana muhatap olmuş Refet, Hüsrev, Rüştü, Asım ve Hulusi’lerin vardı. Etrafını, müderrislikten talebeliğe terfi etmiş Sabri’lerin, Feyzi’lerin, Tevfik’lerin ve Muhacir Hafız Ahmet’lerin sarardı. Sonra kucaklarında hediye olarak hayatlarını alıp getiren Tahirî’ler, Zübeyir, Ceylan, Sungur ve Bayram’larla Anadolu gençliğini heyecan sardı. Bir lâhikanı taşımayı vekilliğe değişmeyen bu kahramanlar dünyada, berzahta seni anıyorlar bugün.

Şikâyetimiz bizden bize Üstadım. Bıraktık bazılarımız Zübeyirce müdaafayı. İhlâs, uhuvvet, sadakat, sebat ve takvada ısrar edenlere “mübarek!” diyorlar bugün. Yeniden gel aramıza! Fırtınaların çetin, cereyanların kuvvetli olacağını zaten söylemiştin. Öyle bir fırtına ki, asırlık çınarlar titriyor lerzelerle... Bazan ayaklarımızı yerden kesip halden hale uçurduğu da oluyor. Bildiğin gibi, bazan ödümüz kopuyor. Tekrar aramıza teşrif etmez misin? Bir rayiha veya bir ruh gibi aramıza akıp boşluklarımızı dolduramaz mısın canım Üstadım...

Gönüller tahassür dolu, gözler rutubetli. Bakışlarımız gösterdiğin ufuklarda tebessümle gezinirken, seni bugün dünden çok özlediğimizi söyleyemez miyiz?

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türkiye'yi kilitleyen kaza



Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu Kahramanmaraş’tan Yozgat’a götüren helikopterin düşmesi, ciddî şüpheleri de beraberinde getirdi. Bu yazının yazıldığı saatlerde henüz kesin bir bilgi yoktu ve ‘yetkililer’ umut da vermiyordu. İnşaallah Yazıcıoğlu ve beraberindekiler sadece ‘yaralı’ olur ve süren umutlar sönmez.

Kaza sebebiyle başta ailesi olmak üzere, BBP camiasına, sevenlerine ve siyaset dünyasına da geçmiş olsun dileklerimizi sunuyoruz. Kazanın yaşandığı saatten sonra çok uzun sayılabilecek bir süre geçtiği halde, kazazedelere ulaşılamamış olmasını izah etmek hayli zor. Elbette coğrafî yapı ve kış şartları bu çalışmaları engelliyor, ama bütün bu şartlar düşünülerek gerekli tedbirler çok daha önceden alınmış olması gerekmez miydi?

Maksadımız kimseyi suçlamak değil. Fakat kaza sonrası sergilenen tavır, birbiriyle çelişen ifadeler insanı üzüyor. ‘Bilgi’lerin vatandaşla paylaşılmaması da garip. Meselâ, Yazıcıoğlu’nun yanında bulunan ve kaza sonrası “112 Acil Servis”i arayan İHA muhabirinin ses kaydı, çok daha önce kamuoyu ile paylaşılamaz mıydı? Ortada böyle bir konuşma olduğu halde, çalışmalar ve araştırmalar bu konuşmaya istinaden devam ettirilemez miydi? Yaşanan feci kazadan hemen sonra yapılan bu konuşma, aslında hadiseyi büyük ölçüde fotoğraflıyor. Bu konuşmadan saatler sonra yapılan temelsiz açıklamaları ne ile izah edebiliriz?

Yeri geldiğinde ‘çağ atladığımız’ söyleniyor. Peki, düşen bir helikopter varken ve kazazedelerin yanında da (en azından kazanın ilk saatlerinde) sinyal veren, çalışır vaziyette cep telefonları olduğu halde ‘kaza yeri’nin tesbitinde niçin bu kadar zorlanılıyor?

Elbette ‘kaza’ sebebiyle olur olmaz ithamlar yapmak da doğru değildir. Fakat şunu söylemek mümkün: Böyle kazaları daha erken ve ‘nokta tayini’ şeklinde tesbit edebilecek bir sistem dünyada var ise ve Türkiye’yi ‘idare edenler’ bu sistemi ülkemize getirmeyi akıl edemediyseler vay hallerine!

Bazı yatırımlar yılda bir, bazıları belki on yılda bir işe yarar, ihtiyaç duyulur. İşte tam da bunun için böyle yatırımların zamanında yapılması lâzım. Düşen bir helikoptere, aradan çok uzun saatler geçtiği halde ulaşamamak ‘Büyük Türkiye’ye yakışmaz. Bu durumu değil dünyaya; bazılarınca hakir görülen ‘çoban’lara dahi anlatamayız.

Bu feci kaza sebebiyle, yapmayı planladıkları mitingleri askıya alan partileri de duyarlılıkları açısından tebrik etmek lâzım. Benzer tavrı televizyonların da göstermesini dilerdik. Ama onlar eğlenmelerine hiç de ara vereceklermiş gibi görünmüyor.

İnşaallah, kaza sonrası kamuoyunda meydana gelen ‘ciddî şüphe’ler asılsız çıkar. Bu vesile ile tekrar geçmiş olsun dileklerimizi tekrarlamak istiyoruz.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Maymun muhabbeti



Geçen son bir haftada geyik muhabbeti nevinden bir Darwin, Evrim Teorisi ve bilimsellik muhabbeti gırladır gidiyor. Bilim-Teknik dergisinin Darwin sayısı üzerindeki tartışmalı uygulamalardan yola çıkarak maymun muhabbetine benzer bir atışma ve sataşmalar başladı medyamızda. Bilen de bilmeyen de meseleye sazan gibi balıklama daldı. Konu bilimsel alandan çıkarılarak ideolojik ve siyasal alana çekildi. Evrim Teorisi oydaşlarıyla Yaradılış Teorisi taraftarlarının bilimsel verilerle görüşlerini ileri sürmelerini ve analiz-sentez yapmalarını beklerken bir de baktık ki ortaya işin çakalları çıkmış bir o yana bir bu yana çekiştirmeye başlamışlar bile. Bu çekmelerden birisini okurken adamın çıkma Darwinci mi, çıkma din âlimi mi hâlâ rengini belli etmeden inançlı kesimlere saldıran ve demagoji yapan bir kıllı türüne daha rastlamak doğrusu bizi hayli şaşırttı. Kıl olduk tabiî. Bu maymun muhabbeti nereden geliyor acaba?

Bir kere bu çıkma âlim, bırakın biyoloji bilimini, matematikten habersiz. Hazret, “Beş beş daha on eder. Çünkü altı eşek, yedi maymun daha dokuz eder de ondan” demeye getirir gibi “din ayrı bilim ayrı” demiş.

Oysa kazın ayağı öyle değil. Birinci ayakta, bir kere din ve bilim ayrı değildir. Bilimleri birbirinden ayırt etmek hata. İkinci ayakta bu büyük âlim/yazar efendi kâinatın şekillerden oluşmuş âyetler olduğunu ifade etmesine rağmen kendi cümleleriyle çelişkiye düşüp Evrim Teorisini doğrudan savunma cesaretini kendinde göremeyerek bu teoriye inançları gereği karşı çıkan dindar, inançlı insanlara yüklenip hakaretler etmiş. Bu da haddini aşmaktır bize göre. Pekalâ bilimsel olarak evrimci görüşü savunabilir veya seviyeyi bozmadan muhalif olanları eleştirebilirsiniz. Ama öyle hakaretlerle, İbrahim, Nemrut, put, but deyip İbrahimî olanlarla, Nemrut tarafında olanlar ayırımı yaparak meseleyi yol geçen hanına çevirmek aydın, münevver, çağdaş yazarlara yakışmaz. Sağ gösterip sol vurma kurnazlığı sergileyen bu adamın hakaretine maruz kalanlar pekalâ şöyle diyebilirler: Âlemin akıllısı bir tek sen misin a kıllı?

Önce şunu hatırlayalım. Matematik yalan söylemez, ama matematikçiler yalan söyleyebilir. Tarih yalan söylemez, ama tarihçiler yalan söyleyebilir. Bilim yalan söylemez, ama bilimciler yalan söyleyebilir. Ya da yanılabilirler. Fakat, âlim efendinin de kabul ettiği gibi Allah, asla yalan söylemez. Yalan söylemeyen Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği Kitab’ı yalan söylemez. O kitabın şekillerden oluşan, kevnî âyetler sayılan fıtrat/tabiat kitabı da asla yalan söylemez. Çünkü ikisinin de sahibi Hak ve hakikat konuşan Allah’ın eseridir. Bırakınız şunu bunu, tesadüfleri, şu maymun teorisini, şu mutasyonu, şu tabiî seleksiyonu muhal farz hepsi doğru olsa ne ola ki? “Rahman Kur’ânı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.” (Rahman Sûresi, 1-5.) buyurmuyor mu Allah? Allame yazarımız Kur’ân’a inandığını söylediği için bu örneği verdik haliyle. Sadece “Allah’ın insanı yarattığı” âyeti yeter de artar bile bu kadar münakaşanın sonlandırılması için, ama mesele bu değil anlaşılan. Mesele demagoji yaparak zihin bulandırmak.

Kazın bir ayağı da şudur: Dinlerin bilime ve bilim adamlarına karşı gelmesi olayı bütün dinleri kapsamaz. Özellikle ruhbanlar, askerler ve krallar üçlüsünün insanları sömürü için kurdukları Trinity putlarının bilime, akla direnme süreci olan din/bilim çatışması İslâm’dan başka dinler için geçerlidir. Galileo’lere karşı gelenler bozulmamış semavî dinin mensupları değil, onu kendilerine benzeten bu egemen güçlerdir. Nietche gibi düşünürlerin “Tanrı öldü” hükmü doğrudur. Ancak bu allame yazarımız bu hükmün muharref dinlerdeki putlaştırılmış Tanrı için söylendiğini düşünecek kadar ince okumadığından olsa gerek İbrahim (a.s.) gibi baltayı putlara vuracağına dönüp İbrahimî olanlara vurmaya çalışmış.

İnançlı insanların evrim teorisine karşı çıkışlarına karşılık onlara çamur atmaya kalmak da a-kılsız bir harekettir. Niçin inançlı insanların evrime inanmayışlarından rahatsız olunuyor ki? Bir kere onlar âllame âlimin nitelediği gibi yobaz değiller. Velev ki din yobazları var, bilim yobazları yok mudur yeryüzünde? Darwin’den çoook önceleri meselâ İlkçağlarda, M. Ö. VI. y.yılda Yunan filozofları tarafından ortaya atıldığını bilsek de bilmesek de evrim teorisinin en yoğun biçimde 19. asırda Tekâmülcülük, Pozitivizm, Lamarkizm, Materyalizm, Ateizm gibi ideolojilerin istismarlarına yaraması yüzünden bu kadar popüler hale geldiğini kimseler bilmez mi acaba? Türlerin kökenlerinin bu kadar araştırılmasının altında sadece ve sadece bilim aşkı mı yatar sizce? 200 yıldır hâlâ kesin ispatlanmamış bu teoriye sırf bilim adına mı sahip çıkılıyor dersiniz? Evrim teorisinden çok daha fazla bilimsel verilerle donanmış Yaradılış teorisini niçin aynı bilim aşkına incelenmiyor ve dikkate alınmıyor? Özgürlükçü ve bilimselci olma iddiasındaki evrimciler niçin Yaradılış teorisine karşı yasaklamalar getirip özgürlük ortamında objektif davranmıyorlar? Hiç mi şüphecilik marifetinizi ve metodunuzu evrim görüşlerine uygulamadınız? Şüphecilik, sizde sadece amaçsa, araç değilse, şüpheyi sadece araç yapan Gazalî’lerden ne diye bahsediyorsunuz? Evrimciler bu görüşlerini sırf bilim adına değil ideoloji adına kullanıp dine ve dindarlara neden saldırıyorlar. Bu saldırıya karşılık görüşlerini açıklayan alanında akademik eğitim görmüş, ihtisas yapmış inançlı insanları neden yobaz diye tanımlıyorlar? Sanırım bu soruların cevabı alınmadan evrimcileri savunan, inançlılara saldıran kişilerle konuşmak maymun muhabbetinden öteye geçmez. Beyhude yere nefes tüketiriz.

Sahi son bir cümlemi sadece bir soruyla bitirmek isterim. “Bir maymunun Allah’a inanır görünüp evrime karşı çıkan inançlı insanlara yobaz diye hakaret eden bir yazıyı A 4 kâğıdına yazma ve bunu internetteki bir sitede yayınlatma ihtimali matematiksel olarak yüzde kaçtır?”

Sevgili okurlarımdan onlarca mail aldım bu konuda cevabî yazılar yazmam için. Onlara bu konunun bilim adamlarınca bilimsel delillerle ta başından beri çürütüldüğünü, ama evrimci kanadın bunları önyargılı biçimde hep görmezlikten geldiklerine binaen at gözlüklü bu tiplere cevap vermenin abes olacağını söyledim. Fakat özellikle Biyolog Selma A. ve Meryem A. isimli okuyucularımın ısrarına dayanamayıp bu satırları yazmaktan kendimi alıkoyamadım. İnançlı kesimlere hakaret eden bu fecaat karşısında gösterdikleri hassasiyetten ötürü Selma ve Meryem hanımefendilere teşekkür ve takdirlerimi sunuyorum. Z. A.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AKP’nın yasakları savunması…



Seçimlere iktidar ve Meclis’teki muhalefetin karşılıklı söz düellosuyla giriliyor. Hiçbir yatırım, üretim ve istihdam projesi gündeme gelmiyor, demokratikleşme ve özgürlükler konusunda vaadlerde dahi bulunulamıyor. Demokratikleşme ve özgürlükler âdeta gündem dışı…

Bütün bunlara ilâveten Türkiye’nin AB müzâkere sürecinde demokrasi ve insan haklarındaki gevşekliği ve özellikle düşünceyi ifâde özgürlüğünde AİHM’den dönen kararlar, Ankara’nın temel kırılganlığını ele veriyor.

On binlerce insanın öldüğü, kentlerin, kasabaların yıkıldığı Marmara depreminin üzerinden on yıl geçtiği halde hâlâ musîbetin mânevî boyutunu izâh eden Yeni Asya yazarlarının “İlâhî ikaz” dâvâlarının yargılanması ve ceza alması bunun açık örneği.

Ne var ki her fırsatta demokratikleşmeden dem vuran AKP hükümetinin önce gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın dâvâsında ve en son da benim dâvâmda ifâde özgürlüğünün “suç” sayılmasını savunması, kamuoyuna verdiği görüntünün aksine siyasî iktidarın ne denli derin bir kırılma içinde olduğunu ele veriyor.

HÜKÜMET, İFÂDENİN “SUÇ”

SAYILMASINI İSTİYOR…

Şu hale bakın; AİHM, halkın yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu Türkiye’de İslâm’ın temel kitabı olan Kur’ân ve İslâm Peygamberinin hadislerine göre deprem gibi bir musîbetin tefsirini yazanların yargılanıp cezalandırılmasını haksız buluyor. Bunun öncelikle Türkiye’nin de uyacağını taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğunu açıklıyor.

AİHS’in 10. maddesindeki “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları sözkonusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de ihtiva eder” hükmüne göre Türkiye’deki yargılamayı ve cezayı haksız buluyor. İfade özgürlüğünü kısıtladığı için tazminata mahkûm ediyor.

Buna mukabil hükûmet bütün dünyanın gözü önünde AİHM’e gönderdiği savunmada, “İlâhî ikaz” muhtevasındaki tamamen inanç ve kanaat ifâdesi olan söz ve yazılara verilen cezalarda ısrar ediyor. Düşünce özgürlüğünün “suç” sayılıp mahkûm edilmesinin ve düşünceyi ifâdeye getirilen cezanın “önemli bir sosyal ihtiyaca cevap verdiği” gibi garip bir savunmaya girişiyor.

Mâlum felâkette insanların enkazı altında can verdiği çürük binaları yapan müteahhitler bile ceza almazken musîbet sonrasında insanlara moral vermeyi, felâketin maddî ve mânevî sebeplerini ifâde etmenin ve yazmanın “kamu barışını bozduğu” ve daha da acayibi “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği”ni savunuyor.

Tamamen bir inanç meselesi olan ve mâneviyatı ihmalden, ahlakî çöküntü ve sosyal bozulmadan meydana gelen mânevî tahribata dikkat çekilen yazıların Kur’ân’ın geçmiş peygamberlerin kavimlerinin başına belâ ve musîbetleri haber veren yüzlerce âyetine ve Peygamberimizin bildirmelerine dayandığı açıkça belirtildiği halde, hükümet bu hususta en ufak bir araştırma gereği dahi görmeden doğrudan inanç ve ifâde hürriyetinin cezalandırılmasını onaylıyor.

Defalarca “Diyanet’e sorulması” taleplerimize rağmen söz konusu dinî kanaat ve beyânlara dair devletin “din işleri” ile yetkili anayasal kuruluşu olan Diyanet’e sorma gereğini dahi duymuyor. Oysa söz konusu yazıların yazıldığı sırada başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere İlâhiyatçılardan, Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’dan ve hatta dönemin Genelkurmay Başkanı’ndan Depreme “takdir-i İlâhî” değerlendirmeleri yapılmış; Diyanet dergisinde “takdir-i İlâhî” yorumları yer almıştı…

TEZATLI TUHAF KIRILMALAR…

Başörtüsü konusunda da daha önce Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığı’nın AİHM’e yolladığı “hükümet savunması”nda başörtüsünün “laikliğe aykırı,” siyasî sembol,” “gerginlik sebebi” sayılmasını “doğru” bulmuş; “yasaklanması”nın yasal olduğu bildirilmişti. YÖK ve yasakçı rektörlerce keyfî ve indi olarak dayatılan yasadışı yasağı “yasal” bulan savunma gönderilmişti. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, “başörtüsünün Allah’ın emri ve dinî bir vecîbe” olduğu gerçeği göz göre göre gözardı edilmişti.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Obama’nın ziyaret önemli, ama…



Sevinçliyiz hepimiz. Çocuklar gibi mutluyuz. Çılgınlar gibi sevinsek yeridir. 40 gün 40 gece havaî fişekler atmamız lâzım. Biz sevinmeyelim de kim sevinsin? Yaşasın Barack Obama geliyor. Hem de Yunanistan’ı ziyaret etmeden önce, Avrupa’da hiçbir ülkeyi ziyaret etmeden de önce… Ne mutlu bize…

Bir takım kişilerin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan Obama’nın Türkiye’yi ziyaret edeceği “müjdesini” aldıkları günden beri bir zil takıp oynamadıkları kaldı. Gazete manşetlerine bakılırsa yeni ABD başkanının ne söyleyeceği önemli değil, görevi devralmasının ardından, hem de daha 100 gün dolmadan Türkiye’ye geliyor olması yeterli! Bu ziyaret öylesine abartıldı ki, reklâmcılar Obama gelmeden reklâmını yayınlamaya başladılar. Meclis’in avizelerine dahi bakım yapıldı, 500 kiloyu bulan avizenin tuttuğu yerler güçlendirildi.

Obama’nın yiyeceği, içeceği, giyeceği malzemelerle birlikte CİA ajanları önceki gün Türkiye’ye geldiler. Bu malzemeler 9 tırla ancak taşınabildi.

Bugüne kadar Türkiye’yi sadece dört ABD başkanı ziyaret etmiş. 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a yerleşen Barack Obama, göreve başladıktan sonra Türkiye’ye en kısa sürede gelen başkan olacak. Millet olarak zaman zaman sevincimizde, üzüntümüzde, tepkimizde abartılı oluyor. Elbette Obama’nın Türkiye’ye ziyareti diplomatik açıdan son derece önemli. Özellikle seçimi kazanmasının ardından yaptığı konuşma 8 yıllık Bush yönetiminin Müslümanları rencide eden icraatlarından sonra önem kazanıyor. “Müslüman dünyasına sesleniyorum, karşılıklı çıkarlarımız var. Yumruğunuzu açın elinizi sıkacağız. Biz yeni bir çağ başlatmaya kararlıyız… Dünya değişiyor biz de değişeceğiz” sözleri bütün dünyada da olduğu gibi Müslüman ülkeler için önemli vaatlerdi.

Obama’nın Müslüman dünyasına Türkiye’den mesaj verip vermeyeceği belli olmamakla birlikte İslâm’la demokrasiyi bağdaştıran bir ülke olan Türkiye’den vereceği mesaj bu anlamda elbette önemli. Çünkü, kendinden önceki başkan, Afganistan ve Irak başta olmak üzere bir çok Müslüman ülkede kan ve gözyaşına sebep olmuşken, görev süresi dolmasa belki İran’a da saldırmayı düşünmüşken, Obama’nın bu vaatlerin arkasında durmasını sağlamak için diplomatik çalışmalar yapılması gerekir. Obama’nın Türkiye’de İslâm âlemine mesaj vermeyeceğini söylemesine rağmen bu fırsatı kaçırmayacağını da göz ardı etmemek gerekir.

Ancak bu kadar abartılı sevinmeye gerek var mı? Ne amaçla geliyor? Türkiye’ye ne mesajlar verecek? Türkiye’den ne talepleri olacak? Afganistan asker talebi ya da Irak’tan askerlerini Türkiye üzerinden çıkarması gündeme gelecek mi? ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Wood’un “Türkiye ile yapacak çok işimiz var” derken neyi kastetti? Programı net olmakla birlikte 5-7 Nisan’da yapılacak “medeniyetler ittifakı toplantısı” için Türkiye’ye gelecek Obama, Türkiye’ye gönül almaya mı, yoksa Bush yönetiminin bozduğu ilişkilere yeni bir başlangıç yapmak için mi geliyor? Bunları konuşmak gerekmez mi?

Bir de Türkiye’ye geldiğinde “Türkiye büyük ülke… Dünyada ya da bölgede Türkiye’siz çözüm olmaz” derse bakın o zaman ne kadar seviniriz. Peki, Obama 1915 olaylarının yıldönümü olan 24 Nisan’da “soykırım” derse ne yapacağız? O zaman bu sevinç kursağımızda kalmayacak mı?

Bunun için gerçekçi düşünüp, boşu boşuna Türkiye’ye gelmediğini görmemiz gerekiyor. ABD’ye söyleneceklerin plânlamasının yapılması gerekir. Bu anlamda, ABD’nin Irak’tan çekilmesi sürecinde Türkiye’den katkı istenirse verilecek cevap, sözde Ermeni soykırımı gündeme getirilirse gösterilecek tepki, ABD’nin İslâm âlemiyle ilişkilerinde Türkiye’nin büyük katkısının olacağının üstüne basılarak söylenmesi ve Türkiye’nin hassasiyetlerinin vurgulanması gibi konuları ile ilgili şimdiden bir altyapının oluşturulmasını faydalı olacaktır. Yoksa, Türkiye’ye geldiğinde, arkada boğaz manzaralı bir görüntü verdirmek—Bush’ta olduğu gibi—bir sonuç ortaya çıkarmayacaktır.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Obama’nın Türkiye ziyareti öncesi İran ve Irak’a gitmesi ve bir nevî ABD-İran ve Irak’ta da arabuluculuk misyonu üstlenmesi, İran yolunda Obama’nın söylediği sözleri tekrarlayarak yeni bir dönemin başladığını, yeni bir çağın açılabileceğini, el sıkışmak için önce yumrukların açılması gerektiğini söylemesini de iyi analiz etmek gerekir.

Cumhurbaşkanı Gül her ne kadar ziyaretin tek gündem maddesinin Türkiye-ABD ilişkileri olacağına söylese de, Türkiye ziyareti öncesi Obama’ya açık mektup olarak gönderilen, aralarında ABD’li öğretim üyeleri, ABD’deki sivil toplum kuruluşu başkanları ve Türk aydınların olduğu 80 kadar aydının “bölgede demokratik reformların savaş, tehdit ve dayatmalarla değil, barışçıl yollarla yapılması çağrısı”nda bulunan mektubunun da göz ardı edilmemesi gerekiyor. Bu aydınların ABD’nin on yıllardır insan haklarını ihlâl eden, işkence yapan ve kendilerini eleştirmeye cesaret edenleri hapseden baskıcı rejimleri desteklediğine işaret ederken, Obama’ya, Arap ve Müslüman dünyasında demokrasiyi destekleme çağrısı yapmaları dikkate alınmalı. Bu da Obama’ya söylenmeli.

Ziyaret önemli, ama bütün bu soruların da cevabının verilmesi gerekir.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ergenekon ve seçim



SP’’nin İstanbul başkan adayı Mehmet Bekâroğlu, seçime birkaç gün kala Ergenekon’da yeni ve şok gözaltılar olabileceği iddiasıyla bazılarının tepkilerine hedef olmuştu.

Sonuçta, dün itibarıyla Bekâroğlu’nun tahmini doğru çıkmadı; ama onun yerine, aylardır beklenen ek Ergenekon iddianamesi ilginç bir zamanlamayla açıklanarak gündemi doldurdu.

Bunun sonucunda Türkiye iki gün sonra yapılacak seçimi değil, Ergenekon’u konuşuyor.

Aslında ikinci iddianamede Eruygur ve Tolon’a yöneltilen suçlamalarda bir sürpriz yok.

Ancak tuhaf olan, iki ismin de baştan sonra soru işaretleriyle dolu bir tahliye süreci ile dışarıda olması. Eruygur’un eşi, medyada çıkan ses kayıtlarıyla ilgili olarak savcılığa ifade verdi, ama kendisinin durumu hâlâ tam bir muamma.

Yine GATA yoluyla tahliye edilen Tolon ise, bırakılma gerekçesi sağlığındaki bozulma olarak açıklandığı halde, bu izahla bağdaştırılması pek mümkün olmayan bir zindelikle Genelkurmay’a, savcılara, valiye, emniyet müdürüne, gazetecilere çok ağır ifadelerle tehditler savuruyor.

İşin bir başka ilginç boyutu, Levent Ersöz’ün GATA’ya sevkiyle ilgili olarak yapılan Sağlık Bakanlığı soruşturmasında sevkin usulsüz olduğu tesbit edilerek imzacı doktorlara uyarı ve kınama cezaları verildiği halde, Eruygur ve Tolon sevkleri için Adalet Bakanlığınca açıldığı belirtilen soruşturmadan hâlâ ses çıkmamış olması.

Ek iddianamede dikkat çeken bir diğer nokta, Özden Örnek’in günlüklerinde bahsi geçen darbe planlarına da dosyada ver verilmesi ve bu planlarla ilgili olarak Örnek’le beraber iki kuvvet komutanına da soruşturma sinyali verilmesi.

Dosyalarının ayrıldığı ve adlî yargıya sevk edileceği belirtilen bu kişiler, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı e. Ora. Özden Örnek, Kara Kuvvetleri Komutanı e. Org. Aytaç Yalman, Hava Kuvvetleri Komutanı e. Org. İbrahim Fırtına.

Ama burada da garip olan birşey var:

Ek iddianamede darbe günlükleri için “Ona ait olduğu sabit olmuştur” denilen Örnek’in ifadesine başvurulmamış; bu husus, diğer iki komutanla birlikte belirsiz bir tarihe ertelenmiş.

Hilmi Özkök’le ilgili olarak, “Darbe girişimlerini önledi, ama sahiplerini tasfiye etmedi. Bu yüzden, aynı amaca yönelik kadrolaşma devam etti” şeklinde özetlenen ifadeler de çok düşündürücü.

Dosya içinde yer aldığı belirtilen “demokrat generaller” imzalı mektup ise, gerçekte Eruygur tarafından yazıldığı ifade edilen “Genç subaylar rahatsız” mektubuna mukabil, hükümetle mücadelenin darbeyle değil, demokrasi kuralları içinde verilmesini savunan bir anlayışı yansıtıyor.

Gerek bu iddianamede, gerekse Örnek ve Balbay günlüklerinde yer alan ipuçları, asker içinde derin bir çatışmanın cereyan ettiğini ve bunun, Büyükanıt’ı zehirleme girişiminde bulunmaya kadar vardırıldığını gösterirken, Özkök’ün “Karargâh yemeğini değil, evden sefertasıyla getirdiğimi yedim” sözleriyle açığa vurduğu tedbir ve temkinin sebebi biraz daha açıklığa kavuşuyor.

(Hatırlanacağı gibi, yıllar önce de Doğan Güreş’in kahveyle zehirlenmek ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun KKTC’de bir tören esnasında vurulmak istendiğine dair haberler yayınlanmıştı...)

Sonuç olarak, Ergenekon’un bir “iç hesaplaşma” olduğu kanaatini güçlendiren ipuçları bunlar. Ancak askerin hâlâ kendi bünyesinde Ergenekon soruşturması açma gereği duymadığı ve söz konusu hesaplaşmanın emekli generallere yönelik olarak devam ettiği bir süreç yaşanıyor.

Ve Kemalizmi artık darbeyle değil, sivil mekanizmalarla ayakta tutma stratejisi öne çıkıyor.

* Seçime dört gün kala Muhsin Yazıcıoğlu’nun başına gelen müessif helikopter faciası ne kadar üzücü ise, kazanın duyulmasının üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen kazazedelere ulaşılamaması da o derece düşündürücü. Bu satırlar yazılırken hâlâ bir haber yoktu. BBP camiasının hissiyatını paylaşıyor, sabır diliyoruz.

27.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis