Başbakan Erdoğan’ın seçim sath-ı mailinde partisini överken, “Aşılamaz, ulaşılamaz denilen hedeflere ulaştık, rüya denilen reformları gerçekleştirdik” övünmesiyle, AB sözcülerinin uyarıları açık bir çelişkiyi ele veriyor.
Aslında Başbakan, altı yılda yaptıkları reformlardan dem vurduğu sırada, Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten’in hükûmetin daha önce duyurduğu anayasa reformunu sahiplenmesi ve “Türkiye’den artık taahhüd değil, uygulama bekliyoruz” demesi her şeyi açığa çıkarıyor.
Diğer yandan Ankara’nın üç yıldır reformları yavaşlattığını belirten Türkiye Raportörünün yanı sıra, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, medyadaki AB müzâkerelerinin “ucu açık karakteri”ne karşılık, “müzakerelerin ortak hedefinin üyelik olduğu” çarpıtmasından yakınıyor. Türkiye’nin üyeliğinin AB kadar Türk halkı için de önemli olduğunu nazara veriyorlar.
Hatırlanacağı gibi daha önce de Lagendik, Ankara’nın AB konusunda heyecanını yitirdiğini ve reformların durma noktasına geldiğini belirtmişti. Bunun temel sebebinin ise, “yaklaşan seçimler ve AKP’nin yapılması gereken reformları yapmaması” olarak özetlemişti. Anamuhalefet CHP’nin de bu hususta hiçbir çaba göstermediğini nazara vermiş; “Bu olumsuzluklar Türkiye’nin çok başını ağrıtır” uyarısında bulunmuştu…
HÜKÛMET, AB’DE PATİNAJI BIRAKMALI…
Mahallî seçimler öncesi Türkiye bugün de böyle bir “olumsuz süreç”le karşı karşıya…
Her defasında Ankara’ya reformları canlandırma mesajının veriliği “ilerleme raporları”ndaki, demokratikleşme ve özgürlüğündeki eksiklikler, bunun bir ifâdesi.
Keza güvenlik güçleri üzerindeki sivil gözetim yetersizliğinden yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili endişelerin devam ettiğinin bildirilmesi, Ankara’nın daha çok çaba harcaması gerektiğinin belgesi.
Ayrıca, Türkiye’de yolsuzluğun yaygın olduğu ve yolsuzlukla mücadelede doğru dürüst bir ilerleme sağlanamamasına karşılık, hükümetin bu hususu hâlâ “siyasî endişeler”le savsaklayıp, “yolsuzlukla mücadele stratejisi”nin geliştirilmesinde etkin ve iyi koordinasyonlu kurumların ve güçlü yasal alt yapının önemine vurgu yapılması, Ankara’nın âcilen ele alması gereken bir diğer problem.
Yine “işkence ve kötü muamele” meselesinden, “Adlî Tıp Kurumunun bağımsızlığının güçlendirilmesi ve tıbbî rapor kalitesinin arttırılması”, Türkiye’nin sık sık karşılaştığı konulardan. Ceza kanunundaki kayıtların kaldırılıp inanç ve düşünceyi ifade özgürlüğünün AB standartlarında yeniden ele alınması, Türkiye’nin başarması gereken önemli düzenlemelerden…
Ne var ki gelinen süreçte onca “uyum paketi”ne rağmen hükûmet hâlâ patinaj yapıyor; Türkiye’de hâlâ insanlar düşünce ve kanaatleri yüzünden ceza alıyor.
Yanlışta ısrarı, sadece Ankara değil, zaman zaman Brüksel de yapıyor. En enteresanı da “din ve ibâdet özgürlüğü” başlığı altında, AB’nin ve AİHM’nin yanıltılmasına mukabil, Ankara’nın “düzeltme” çabasına girmemesi…
Türkiye’nin önünde siyasî kriterlerdeki standartlara ulaşmadan ekonomik kriterlere uyuma kadar bunca yapılacak iş varken, Ankara’nın öncelikle “din ve ibadet özgürlüğü” ve “azınlık hakları” perdesinde, “Aleviler”in “gayri Müslimler”le yanyana konularak, “dinî azınlık” sayılmasını âdeta kabullenmesi, ciddî bir sapma…
ANKARA, SAPMALARI DÜZELTMELİ…
Bütün bunlara karşı Başbakan ve hükümet hâlâ kamuoyunu günübirlik politikalarla avutuyor. “Zorlu ve uzun süreçte yaptıkları”ndan “cek cakla konuşmayacağız” diyor, lâkin “iyimser beklentilerimiz ve heyecanımız ilk günkü gibi devam ediyor” demekle iktifa edip “Göreceğimiz güzel günler var” ümidini vermekle kalıyor.
Başbakan, “hayallerimizi gerçekleştireceğiz yapacaklarımız var” demekle yetinmemeli. Yapılacakları tek tek tasrih etmeli, reformların açık bir dökümünü yapmalı.
Başbakanın bu denli “iddialı” konuşmasına karşı siyasî iktidar, seçim meydanlarında, hükümet programında, âcil eylem plânında verilen vaadlerin ne kadarının ve hangisinin tutulduğu, altı yılda hangi reformların yapıldığının cetveli çıkarılmalı.
Tıpkı kanunsuz “başörtüsü yasağı”nın AİHM’de onaylanması şaşırtmasında olduğu gibi, Aleviliğin İslâm dininin içinde olduğunu, ayrı bir “din” ve “dinî azınlık” olmadığını, camilerin bütün Müslümanların ortak ibâdet mekânı olduğunu, dinî, tarihî ve sosyolojik delillere dayanarak açıkça iletmeli.
Türkiye’de Lozan Anlaşması’yla kararlaştırılan sadece Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi belirli gayri müslimleri azınlık kabul edildiği izâh edilmeli. “Dinî azınlıklar” tâbirinin Alevileri ve hele hiçbir dayanağı olmadan “Kürt vatandaşları” kapsadığı saplantısını mutlaka tâdil etmeli. Türkiye’nin “etnik köken” ve “dil”i önceleyen “kimlik sorunu” olmadığını; yapacağı köklü demokratik reformlarla ispat etmeli.
Hükümet, içteki ve dıştaki “AB karşıtları”yla taahhüd ettiği “AB süreci” arasında sıkışıp kalmamalı; önceliklerini ve gerçeklerini sarih bir biçimde AB’ye bildirmeli. Bunun için en azından AB perspektifiyle ortaya konulan demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler, ifade özgürlüğü, yargı reformu, siyasî partiler ve seçim kanunu benzerî mutâbakata varılan konularda inisiyatifini ortaya koymalı…
Aksi halde, “rüyâ gibi reformlar” rüyâ olarak kalır; AB raporlarına karşılık Ankara yine “cek - cak”la oyalanır. Demokratikleşme, hak ve hürriyetlerin ertelenmesiyle kaybeden yine Türkiye olur…
05.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|