Ahmet DURSUN |
|
Bana kim olduğunu söyle, sana rejimini söyleyeyim |
Kimsin sen? Sürekli şikâyet ettiğin bir âlemin içinde sen nesin? Hiçbir şeyi beğenmeyip her şeyi kötülüyorsun. Sürekli şikâyet içindesin. Adalet diye meydanları inletiyorsun, özgürlük diye bas bas bağırıyorsun. Sen bana kendini anlat, ben sana seni söyleyeyim. Bana kim olduğunu söyle, sana rejimini söyleyeyim. Sokakta yürürken ayağına takılan bir taşı kaldırma zahmetinde bulunmuyorsan, yalnız kendini düşünüp yalnız kendin için yaşıyorsan, adam sendecilik senin hayat tarzın olmuşsa, hamiyetin yalnız kendine ise; senden başlayan bir kokuşmuşluğun hâkim olduğu bir toplumun ve o kokuşmuşluğun yönettiği bir rejimin adamısın. “Ne olacak memleketin hali?” diye sızlanacağına “Ben kimim?” diye kendine bir sorsana. Kendinden bihabersen, sen kendini kendinden ibaret sayıyorsan, geçmişe mazi derler diyebiliyorsan, geçmişinden ders almamışsan, geçmişinle yüzleşmeyi beceremiyorsan, gelenin keyfi için geçmişe küfredenlerle berabersen; sen hafızanı silenlerin, tarihsizliği çağdaşlık diye esas çocuğusun. Sen, hakkın yalnız sana ait olduğunu sanıyorsan, hakkın sana ihsan edilmesini bekliyorsan, her anında hakka sahip çıkıp hakkın hatırını koruyamıyorsan, sen içinde yoksun diye haksızlık karşısında susuyorsan, sana dokunmadıklarında zulme rıza gösteriyorsan, yüzüne gülüyor diye zalimi sevmeye başlamışsan, sana dokunduklarında ise zavallılaşıyorsan, hukuktan hukuksuzluğu anlıyorsan, her halinle zulmü davet ediyorsan, hele ki zulme alkış tutmaya başlamışsan; insanlığın iğrendiği iğrenç bir düzenin yamağısın, başına adalet tacını geçirmiş bir zalimliğin piyonusun. Sen doğruluktan uzaklaşmışsan, sadakatin yalnız heveslerin içinse, heveslerinin kölesi haline gelmişsen, seni kimliksizleştirecek her şeye sahip çıkıyorsan, kimliksizlik hoşuna gitmeye başlamışsa; sen sefih bir medeniyetin sefih bir oyuncağısın. Sen sevmeyi bilmiyorsan, saygıyı unutmuşsan, sevdiklerin yalnız sana faydası olanlar ise, benden olmayanın benim yanımda işi yok demeye başlamışsan; kalbinin bir yerlerinde, bir şeyleri bölmeye başlamışsan, ötekiler-onlar diyerek nefret kusuyorsan, “bir bir bir”lerin senin dünyanda yeri yoksa; sen bölük pörçük olmuş ruhunla ayrılıkların, çatışmaların hakim olduğu, ayrıştıran-bölen bir düzenin dağınık bir elemanısın. Sen kimsin? Sen kimsin ki devletin ne olsun. Sana ben söyleyeyim: Sen devletsin, devletin sendedir. Sen erdemliysen, ahlâk biricik ilkense, hakperestlik-doğruluk seni yansıtıyorsa, haksızlık karşısında susmuyorsan, onun bunun adamı olmak yerine hakkı önceleyebiliyorsan, hayatında başkalarına da yer verebiliyorsan, kendinden başkasını düşünüp kendinden başkasını sevebiliyorsan, başkalarının mutluluğu seni mutlu etmeye başlamışsa; merak etme! Her rejim sana benzer, her rejim seni bir gün dinler, her rejim seni er geç temsil eder. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sonbahar |
Bahar, zamanın süratle geçen rüzgârıyla uçarak kayboluyor, ufuklarında kızıllıklar saçarak batan güneş gibi. Ilık Nisan yağmurlarının hayat verdiği, serinlettiği yeşilliklerle ve çiçeklerle bezenmiş yeryüzü gözlerimizden solarak uzaklaşıyor. Bütün canlıların aşkı, vuslatı, rüyasıdır, özlemidir bahar. Yeryüzünün bayram zamanı, ihtişamıyla varlıkların sahibinin adını, şanını ve yüceliğini ilân ettiği mevsimdir bahar. Ondaki göz kamaştırıcı renkler ve güzellikler yazın başlamasıyla yavaşça zeval bulur. Bitmez sandığımız baharın körpe güzellikleri dağlardan, ovalardan ve uzayıp giden vadilerden yavaşça sıyrılıp gider. Gözümüzden, gönlümüzden baharın güzelliklerine doymadan kayboluvermesinin şaşkınlığı içerisinde bocalarken, farkında olmadan yaz geçip, ansızın sonbahar kapımızı çalıyor. Hep baharda kalmak isteyen gönlümüz, sonbaharın hüznü ile ürperip tedirgin oluyor. Fırtınalar, mevsimden önce bu iftirakın ruhlarda kederleri başlar. Uçuşan ömür sayfalarına sonbahar yaprakları karışmaya başlar; yüksek bir apartmandan ya da bir dağdan kopup sel içine düşmüş gibi. Eylül hüzünlerin, vedaların, elemlerin, kederlerin, insan ruhunun ufuklarında ayrılıkların şarkısını terennüm ettirir. Sararan yapraklar, ateş rengi meyvelerini ağaçlardan ikram-ı ilâhi olarak sunduktan sonra akmaya, uçmaya başlarlar; ait olduğu yere dönmek için, göçmen kuşları gibi. Eylül her gördüğümüz mahlûkatın yaşlılığını ve olgunluğunu hatırlatır. Sonbahara kadar yaşamışsa canlılar, O’nun tecellisindendir. Varlığın bütün nimetlerini tatmış, mensup olduğu sahibinin isimlerini, işaretlerini anlamış, yaşamış, görmüş ve göstermişlerdir. Ağaçlar bir yıllık mahsulâtını en son, en mükemmel şekliyle uzatır muhataplarına. Kuşlar yavrularını uyutup, büyütüp uçurmuştur vedalaşarak. Toprak varlığını, taşlar haşmetini, dağlar azametini sonbaharda gösterir idrak edebilenlere. Baharın süsünden, cezbesinden ve renklerinden hoşlanarak dalan nefisler, aşina gözler ve ülfet kaplamış ruhlar, Eylül’de mevsim perdesinin sıyrılmasıyla hakikatleri aşikâr görür. Sararan yapraklar, solan çiçekler, ayrılıp giden göçmen kuşları; insanın acizlik ve çaresizlikle ecele yolculuğunu hatırlatır. Bir ikindi vakti gibi yolculuk telaşı ile şakaklarda ağarmış saçlar sonbahar rüzgârları ile dalgalanarak, gelecek fırtınaları tadar. Yağmur damlalarına karışarak yanaklardan akan pişmanlık dolu gözyaşları yeni ufukların, yeni baharların müjdesini sunar sonbaharlarda. Asırlar arkasından sonbahar, kışın soğuk yüzünü getirmiştir kucağında. Beyaz tülle güzelliğini setredip gizler; yeryüzü kış sonrası tekrar bütün varlığıyla, canlılığıyla, güzelliğiyle ve ihtişamıyla sahibinin isimlerini, sıfatlarını, vasıflarını ilan edinceye kadar. Dünya bütün varlığıyla, zenginliğiyle sonbaharı yaşıyor, üzerinde taşıdığı asrın yorgun ve şaşkın insanlarıyla. Bu yorgunlukların, bitkinliklerin, ümitsizliklerin getirdiği hazan vaktinin kederli, zulümatlarının rağmına kâinatın Sahibi, sonbaharda bir doğuşun, varoluşun umudunu, ışığını ve müjdesini verdi. Hırçın ve hızlı geçen kış ortasında cennetâsâ bir baharı lütfetti. Onun iksiriyle, ışığıyla, nuru ile gönüllerde, akıllarda, ruhlarda dirildi, uyandı baharlar. Işık ışık Kelâm-ı Kadimden parlayan iman güneşi ile mevcudat yeniden canlandı. Okumak için yeniden hayat buldu, mânâ kazandı zerreler, küreler, ağaçlar, kuşlar, çiçekler, kelebekler. Sonbaharda baharı buldu, Mehdi’ye tabi olan ölümsüz bahtiyarlar. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Avrupa Birliği Yolunda Beş Yılda Bir Adım! |
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakerelere başlamasının üzerinden beş yıl geçti. O tarihte henüz müzakereye başlamayan bazı ülkeler tam üye olurken, Türkiye müzakere edilmesi gereken 35 başlığın yalnızca birisini tamamlayabildi. O da en kolay olanını. 18 fasıl askıda. Bunların sekizi Türkiye’nin Ankara Protokolünü Kıbrıslı Rumlara uygulayıp limanlarını bu ülkenin ticarî gemi ve uçaklarına açmamış olması yüzünden askıda. Geriye kalan 10 fasıl ise Kıbrıs sorunu çözülene kadar askıya alındı. Yani görünüşte her şey Kıbrıs sorununa endeksli. Ancak uzmanlar bunun yalnızca göstermelik sebep olduğu görüşünde. Asıl sebep Fransa ve Almanya başta olmak üzere bir çok AB üyesi ülkenin Türkiye’nin çeşitli sebeblerden dolayı AB’ye girmesini istememesi. Fransa’da yapılan anketlere göre Fransızların yüzde 80’i Türkiye’yi AB’de istemiyor. Almanlar ise hem kültürel, hem de ekonomik sebeblerden dolayı ülkemizin üyeliğine karşı çıkıyor. “Kültürel sebebler” denildiğinde, İslâm’ı anlamak gerekiyor. Bir Hıristiyan Kilisesi dergisi olan The Trumpet bu nedeni şöyle açıklıyor: “Özünde Roma Katolik kıtası olan Avrupa’nın bir kalemde 70 milyon Müslümanı içine alma niyeti yok. Türkiye –Katolikliğin kökünü tehdit eden Osmanlı geçmişiyle birlikte- Avrupalıların zihninde olumsuz çağrışımlara sahip. Yine de bu ülkenin Avrupa açısından stratejik değeri dikkate alındığında, izlemek gerek. AB bir şekilde Türkiye ile iş yapmaktan çıkar sağlamaya devam edebilmek için havuç göstermeye devam edecektir”. Sarkozy ve Merkel’in başını çektiği Türkiye karşıtlığı nedeniyle AB’nin en büyük ümidi, Türkiye’nin bu fasılları hiçbir zaman tamamlayamaması. İkinci stratejileri ise; eğer tamamlama ihtimali doğarsa, engeller çıkararak bunun önlenmesi. Yani müzakerelerin başladığı 3 Ekim 2005 tarihinden bu yana üyelik noktasında çok önemli bir ilerleme kaydedilmedi. Ancak bu müzakereler ülkemize çok önemli kazanımlar sağladı. Türkiye, Kopenhag Kriterlerini büyük ölçüde yerine getirerek daha demokratik, daha katılımcı, bireysel hak ve özgürlüklere daha çok güvence ve imkân sağlayan bir ülkeye dönüştü. Dönüşmeye de devam ediyor. Bu çok önemli bir kazanç. Elbette Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin 51 yıllık mücadelesinin hakkını vererek, bir çok AB ülkesinden daha sağlam bir ekonomiye sahip olan ülkemize daha fazla engel çıkarmamaya devam etmesini bekliyoruz. En büyük engel olarak gösterilen Kıbrıs sorununda, çözümü getirecek olan Annan Planını kabul eden tarafın Türkler olmasına karşın, planın kabul edilmemesinin faturasının Türkiye’ye ödetilmesinin iyi niyetle bağdaşır tarafı yok. Türkiye’ye önerilen “ayrıcalıklı ortaklık” ise anlamsız bir saçmalıktan ibaret. Bunun anlamı; “siz muktesebatı tamamen yerine getirin, ama biz sizi üye yapmayıp, aramızdaki duvarı inceltelim” demektir. 1964 Ortaklık anlaşmasından kaynaklanan serbest dolaşım hakkını bile tanımayan AB’nin, bölgesindeki stratejik önemi, büyük enerji projelerinin kavşağında yer alması ve krize ekonomisi dayanabilen ülkeler arasında bulunması sebebiyle ekonomik cazibesi bulunan Türkiye’yi elden kaçırmak istemediği bir gerçek. Ama böyle beş yılda bir fasıl kapatarak, öbür yandan gümrük birliği sayesinde bütün istedikleri avantajları elde ederek, NATO’ya asker lâzım olduğunda “aslansın” deyip, işine gelmediğinde AB dışında tutarak, Türkiye’nin AB kapısında bekleyeceğini sanması, AB’li politikacıların büyük yanlışı. Umarız bu yanlıştan dönerler ve Türkiye, kendisinden her açıdan çok geride olan Bulgaristan bile üye olmuşken, bir beş yıl sonrasında hâlâ fasıllarla boğuşan bir aday ülke halinde kalmaktan çıkar. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İstihare ve rüya |
California’dan Recayi Bey: “Gazetenizin sürekli okuyucusuyum. Size istihare ile alâkalı bir sorum olacaktı. Evlilik ile alâkalı birisi ile görüşüyordum. Ben bu görüşmeler esnasında birçok defa bu kişi ile evlenecek miyim veya evlenmeyecek miyim diye istihare yaptım. (Biliyorum istihare direkt sonuca yönelik değil, sadece hayırlı mı veya hayırsız mı diye yapılır ama ben namaz ve duâdan sonra duâmı o şekilde yaptım ve Allah’ım lütfen bana göster dedim evlenip veya evlenemeyeceğimi.). Defalarca yaptım ve her seferinde yeşil gördüm. Ama daha sonra o kişi ile ayrıldık. Nasıl yorumlamalıyım. Allah Teâlâ zaman ve mekândan münezzeh, geçmişi ve geleceği biliyor. Neden rüyalarımda sürekli yeşil gördüm o zaman?”
Bir iş hususunda kararsız kaldığımızda, işin sonucunun bizim için hayır mı-şer mi getireceğini kestiremediğimizde, işin iyi veya kötü olacağından emin olamadığımızda, salim düşünceler ve istişareler sonucunda sağlıklı bir karara ulaşamadığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın kalbimizi hayırlı olana yönlendirmesini ve kalbimizi yatıştırmasını istemek ve Allah Teâlâ’dan hayır dilemek için istihare namazı kılarız. Bu niyetle istihare yapmak sünnettir. Bediüzzaman Hazretlerinin, duâ ve ibadette işaret ettiği temel prensiplere göre,1 Cenâb-ı Hak’tan “hayır” istemeye ihtiyaç duyduğumuz anlar,—gece veya gündüz fark etmez—istihare yapmanın ve istihare namazı kılmanın hususî vakitleridir. İstihare için rüyaya yatmak ve hayırlı netice için rüyada yeşil renk görmek gibi bir şart yoktur. Yani rüyada yeşil renk görünce işimizin hayırlı olacağı şeklinde bir istihare şartı söz konusu değildir. Öyleyse yeşil renk gördüğümüz halde, işimiz dilediğimiz gibi sonuçlanmaz ise bundan Allah’a küsmeye ve hesap sormaya hakkımız da yoktur. Öncelikle hemen belirtelim ki, salim düşünceyi ve istişareyi çiğneyip geçmemelidir. Bir işin bize hayır mı-şer mi getireceğini az çok sezgilerimizle, salim aklımızla, sağlıklı düşüncelerimizle; bu olmadığında bilenlere danışarak, büyüklerle veya uzmanlarla ya da güvendiğimiz kimselerle istişare ederek ve görüşerek tahmin etmemiz mümkündür. Bu yollar öncelikle denenmelidir. Aksi takdirde, her şeyi istihare namazına bağlamak, istihare namazını da hâşâ, fal gibi kabul etmek ve yeşil renk görürsek işimizin olacağı, siyah renk görürsek işimizin olmayacağı gibi yorumlar çıkarmak doğru olmadığı gibi, caiz de değildir. Doğru sonuç vermez. İstihare için önemli olan, söz konusu işe kalbimizin yatışmasıdır. İstihare namazını kıldıktan sonra, kalbimizde bir yatkınlık, kararımızda bir ferahlık ve rahatlık, içimizde işin hayırlı olabileceğine dair bir genişlik ve ümit doğarsa, Allah’a güvenerek o işe “Bismillah” der ve ilk adımı atarız. Eğer içimizden sıkıntı ve darlık geçmez ise, kararsızlık hâli devam ederse, hayırlı olacağından emin olmama durumu sürerse, gönlümüz hâlâ yatışmamışsa, istihare namazını tekrar kılar ve Allah’a tekrar duâ ederiz. Böylece yedi defaya kadar istihare namazının kılınabileceğine dair Peygamber Efendimiz’den (asm) rivayet vardır.2 İç sıkıntımız yine de geçmez ise, bu işin olumsuz ve hayırsız olacağına yorumlarız. İstihare namazı kılındıktan sonra uykuya yatılacak ve rüya beklenecek diye bir şart yoktur. Bunlar daha sonra ilâve edilmiş ve söz gelişi rüyada beyaz veya yeşil görülürse hayra; siyah veya kırmızı görülürse şerre işaret sayılmıştır. Ancak Peygamber Efendimiz (asm), bilhassa, “istihareden sonra kalpten geçen mânânın ve oluşan kararlılığın” hayra yorumlama açısından önemli olduğunu bildirmiştir.3 Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Said Halim Paşa kendisine yalısını vermeyi teklif ettiğinde, “Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim” diyor ve istihare ediyor. Sabahleyin uyanınca, “Beni dünyaya çağırma; ona geldim fena gördüm” diye başlayan iki levha kalbine geliyor ve bu levhaları Sözler’de kaydediyor.4 İstiharede esas olan söz konusu iş ile ilgili olarak kalbimize gelen mânâ ve kararlılıktır. Söz konusu işe kalbimizin yatışması veya o işten uzaklaşmasıdır. Meselenizle ilgili olarak söylememiz gerekirse, evleneceğiniz kişiyi sünnet ölçüleri çerçevesinde dindar diye seçmek, huy güzelliğini, denkliği ve ona içinizin ısınmasını birinci plâna almak sünnettir. Bundan sonra sünnet olan Allah’tan hayır ummak, hayır istemek, Allah’a tevekkül etmek, gayreti esirgememek şartıyla işi Allah’ın takdirine bırakmaktır. Tevhid inancı bunu gerektirir. Unutmayalım ki, geleceği ilmek ilmek biz örüyoruz ve bu örgümüzü Allah’a olan tevekkülümüzle, Allah’tan hayır umarak kaynaştırıyoruz. Gerekli şartları yerine getirdikten sonra işimizin hayırla sonuçlanması hususunda Allah’a güveneceğiz. İşimiz dilediğimiz gibi sonuçlanmadığında hayrın bunda olduğunu teslim edeceğiz. “Hayır Allah’ın seçtiğindedir” diyeceğiz. Gerçek istihare budur.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 287 2- Tecrit Terc. 4/143 3- Tecrit Terc. 4/143 4- Sözler, s. 199 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Cumhuriyet ve dinde reform |
Cumhuriyet yöneticileri neden dinde reforma yeltendiler? Oysa, İslâm’ın reforma ihtiyacı yoktu. Öyle ise din ile alâkası olmayanların dinde reform yapmasının sebebi ne idi? “Pozitivist” reformların en önemli gerekçesi, İslâmiyet’in Osmanlı imparatorluğunun geriliğinin en önde gelen sebeplerinden biri olduğu yolundaki inancıydı.1 Bu, sosyal hayatın özde millî, ama biçimde İslâmî olması gerektiğine inanan Jön-Türk teorisyeni Ziya Gökalp’in tavrının ötesine geçmişti.2 Hıristiyan âlemi, dinde reform yaptıktan sonra sonra ilerledi. Bu doğru idi. Türkiye Cumhuriyetini kuranlar da “Öyle ise biz de ancak dinî hayatımızdan çıkarmakla ilerleyebiliriz” demişlerdi. Ancak, kıyasları yanlıştı. Çünkü, “havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i Hristiyanî, bahusus Katolik mezhebi, bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıtayla nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve ‘serseri’ tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın frengistanda ihtilâllerle istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telâkki edildiğinden, o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hıristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve filozoflarda bir küsmek, bir adâvet hâsıl olmuştu ki, malûm hadise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki, din-i Muhammedî (a.s.m.) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekvâ etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dört yüz sene ihtilâlât-ı dahiliyeye sebep olmuş.”3 Halbu ki, Tanzimat Fermanı’nın, “gerileme” meselesindeki teşhisi ise şudur: Yüz elli seneden beri devam eden gâileler ve çeşitli sebepler devletimizi geriye itmiştir. Devletimizin geriye gidiş sebebi ise, İslâm’dan ayrılma olarak gösteriliyor; “İslâmdan ayrıldığı için geriye gitmiştir” deniliyor.4 Bir kısım Osmanlı aydınları, süreklilik kazanan askerî yenilginin sebebeni, genellikle Müslüman kimliğinden ve onun eksik yorumlamasından kaynaklanan bir zaafiyet olarak değerlendirmişler. Buna rağmen, hâkim Kemalist zihniyete göre, ülkeyi geri bırakan din idi ve artık “Türk milleti gücünü ne dinden, ne de imândan alacaktı. Dayanacağı güç, Türk milletinin asîl kanında”5 mevcuttu! Bediüzzaman, bu sakat görüşün, Engizisyonun intikam arzunudan doğan batı menşe’li olduğunu; Müslümanların İslâmiyete sarıldıkları zaman ilerlediklerini, ondan uzaklaştıkları devrelerde de gerileyip perişan olduklarını, başta Sünûhat olmak üzere muhtelif eserlerinde çarpıcı sosyolojik verilerle ispat eder. Asr-ı Saadet müstesna ve şaheser bir misâldir. Emevî, Endülüs Emevî, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlının kuruluş ve yükselme devirleri ile, gerileme devirleri kıyas edildiğinde bu gerçek bütün çıplaklığıyla görülür. M. Kemal’in ve onu takip edenlerin yanlış tespit ve uygulamaları, ya İslâm ve Osmanlı tarihini iyi bilmediklerini, ya görmezlikten geldiklerini veya bam başka düşünceler beslediklerini göstermektedir.
Dipnotlar: 1-Prof. Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, s. 97. 2-Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, s. 58-60. 3-Mektûbât, s. 420-421. 4-Süleyman Demirel, Köprü, Ekim 1985. 5-Tasvir, 3 Aralık 1947. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Şüpheli ölümler |
Bundan 17 sene evvel vefat eden Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis ile Cumhurbaşkanı Turgut Özal, eşzamanlı olarak yeniden gündemdeler. Onların ölümlerinin arkasında bir sûikast eserinin olup olmadığı tartışılıyor. Keza, Org. Bitlis'in Özal'a göndermiş olduğu son mektupta yer alan "ifşaat" kategorisindeki bilgiler dikkat nazarlarına sunuluyor. Gerek bu mektuptaki bilgiler ve gerekse bu iki şahsın ölüm tarihleri, bize son derece düşündürücü ve bir o kadar da çarpıcı geldi. Önce, ölümlerindeki zamanlamaya dikkatle bakalım... Org. Eşref Bitlis'in ölüm tarihi, 17 Şubat 1993. Turgut Özal'ın ölüm tarihi ise, 17 Nisan 1993. Aralarında tam tamına iki aylık bir zaman dilimi var. * * * Öldükleri günden bu yana, her iki şahsiyet için de aynı soru ara ara gündemi işgal ediyor: Eşref Bitlis öldü mü, öldürüldü mü? Turgut Özal öldü mü, öldürüldü mü? Resmî açıklamalara göre, ikisi de öldü. Komplo teorisine yakın sayılacak şüpheli yaklaşımlara göre ise, öldürüldüler. Burada can alıcı soru şu: Şayet öldürülmüş iseler, acaba bu sûikastların kim veya kimler tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkar mı? Cevap: İmkânsıza yakın bir ihtimaldir bu. En azından yakın vadede. Zira, bilhassa siyasî sûikastler, öylesine perdeli ve dolambaçlı bir metotla işleniyor ki, merkezin adresine ulaşmak pek mümkün görünmüyor. Tarihten bir misâl: Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin, 27 Mart 1923'te Topal Osman tarafından katledildiği anlaşıldı. Ancak, beş gün sonraki çatışmada ağır yaralı halde ele geçirilmesine rağmen, her ihtimale karşı kafası kesilerek idam edilen Topal Osman'ı bu cinayeti işlemeyen kimin azmettirdiği bir türlü ortaya çıkmadı. Aradan 80 küsûr sene geçtiği halde... * * * Yakın geçmişe dair sisler arasında kalmış bazı hadiseler arasındaki tarih münasebetini dikkatinize sunarak bitirelim. * Eşref Bitlis'in Turgut Özal'a gönderdiği son mektup: Türkiye'nin başını ağrıtan bazı iç ve dış gailelerin tedricen bertaraf edilmesine dair rasyonel bilgilerin yer aldığı bu mektubun sahibi Org. Bitlis'in bindiği uçak, 17 Şubat'ta (1993) düştü. * Aynı gün düşen bir başka uçak: Kıbrıs gailesinin halli için İngiltere'ye giden Başbakan Adnan Menderes'in bindiği uçak, 17 Şubat 1959'da Londra yakınlarında düştü.
Tarihin yorumu 5 Ekim 1908
Meşrûtiyetin bedeli mi? Meşrûtiyetin ikinci kez ilânından (1908) sonra çok partili hayata geçen ve ülke genelinde yapılacak seçim faaliyetlerine odaklanan Osmanlı devlet/hükûmet yetkililerinin kritik bölgelerde yaşanan gelişmelere kayıtsız kalması, ne yazık ki o bölgelerdeki hakimiyetin kaybedilmesini netice verdi. Genel seçim çalışmalarının bütün şiddetiyle devam ettiği Ekim ayının ilk günlerinde Bosna–Hersek, Bulgaristan ile Girit adası, hemen hiçbir vukuat yaşanmaksızın elden gitti.
* Avusturya, almış olduğu tek taraflı bir kararla, Bosna–Hersek'i ilhak ettiğini duyurdu. (5 Ekim 1908) * Bulgaristan Prensliği, Osmanlı'dan ayrılarak bağımsız olduğunu ve Kraliyet sistemine geçtiğini ilân etti. (5 Ekim 1908) * Girit yönetimi, Osmanlı hakimiyetinden çıkarak Yunanistan'a bağlandığını ilân etti. (6 Ekim 1908)
Bütün bu olup bitenlerin, bir cihetiyle "Meşrûtiyetin bedeli" olduğu söylenebilir. Zira, bu dünyada her nîmetin, kendine göre birtakım külfetleri var. Bazı sıkıntılar yaşandı, bazı kayıplar oldu diye, meşrûtiyete karşı gelmek, bu sistemi zararlı görmek yanlış. Bugün itibariyle demokrasinin iyi bir nimet olduğunu söyleyen hiçkimsenin, meşrûtiyetin aleyhinde bulunmaması lâzım. Meşrûtiyete niçin erken geçtik dememesi lâzım. Zira, mahiyeti itibariyle demokrasi ile meşrûtiyet aynı şeydir. Kaldı ki, meşrûtiyetin ilânıyla birlikte yer yer toprak kaybının yaşanması, ardından savaş belâsının kapımıza gelip dayanması, doğrudan meşrûtiyetle ilgili bir durum değildir. Bu tarz gelişmelerin birden çok sebebi var. Dolayısıyla, "Meşrûtiyete geçilmeseydi, başımıza bunlar gelmezdi" denilemez. Zira, hürriyet ve meşrûtiyet lâfzının dahi hiç telâffuz edilmediği dönemlerde yaşadığımız birçok hezimet vardır. Bu sebeple, her hadiseyi kendi zaman ve zemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Ayrıca, şunu da kaydetmekte fayda var: Osmanlı'nın muarızları, aynı zamanda "Osmanlı'da meşrûtiyet" düşmanıdır. Osmanlı'ya olan düşmanlıklarını, meşrûtiyetle birlikte hızlandırmışlardır. Tâ ki, Osmanlı'da ve İslâm âleminde onların karşısında hakkıyla durabilecek, türlü hile ve desiselerini kavrayarak tedbir alacak bir "şuurlu uyanış" hali vücuda gelmesin; onlar da yüz milyonları sümürmeye devam etsin. Netice itibariyle, bugün adına demokrasi denilen meşrûtiyet (şer'î hürriyet) öyle büyük bir nimettir ki: "...Pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu" ve "Bu iki inkılâbın (hürriyet, meşrûtiyet) pahasına binler şehit verseydik, (yine) ucuz sayacaktık." (Hutbe–i Şâmiye, s. 113) 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Medrese ve mescidde defile”ye izin! (1) |
Referandum sonrası yeni anayasa ve başörtüsü yasağı tartışmalarına odaklanan politik polemiklerin karambolunda, önceki hafta (25 Eylül’de) Mardin’de, birinde hâlen ibâdet edilen iki mescid ve bir türbenin bulunduğu 700 yıllık tarihî Kasımiye Medresesi’nde defile düzenlendi. Artuklular zamanında yapımına başlanan, 1469 yılında Akkoyunlu hükümdarı Cihangiroğlu Kasım tarafından inşası tamamlanan ve 80 yıl öncesine kadar tam 540 yıl boyunca ilim ve irfan mektebi olan Kasımiye Medresesi Külliyesindeki defileye, her fırsatta dinî değerlerden dem vuran siyasî iktidar arka çıktı. Milletin mâneviyatına, dinî mekânlara saygısızlığa, daha önce bir televizyon dizisinin içkili-danslı sahnelerinin de aynı avluda çekilmesini emsal gösteren Mardin Valisi başta olmak üzere yerel yetkililer “izin” verdi. Kültür Müdürü, müzeye çevrilip turizme açılacağını gerekçe göstererek “Medresede defile”de sakınca görmediklerini söyledi. En ilginci de Kültür ve Turizm Bakanı Günay ile Başbakan Erdoğan’ın bütün şikâyetlere bigâne kalıp Medresede defileyi onaylamaları oldu. İşin gerçeğine bakılırsa, bazı milletvekillerinin itirazına rağmen, aylar öncesinden plânlanan defilenin yapılmasında ısrar eden Valinin haftalar öncesinden, “üst düzeyde sıkı güvenlik tedbirlerinin alınacağını” ve “dâvetiyesi olmayanların Medreseye alınmayacağını” duyurması, halkın defileyi istemediğinin örtülü bir itirafıydı. Zira mescid avlusunun ve medrese eyvanının kadın mankenlerin Hollanda’dan getirilen ışık ve dans gösterileri eşliğinde defile podyumuna dönüştürülmesine halkın tepkisi büyüktü…
MUKADDES MEKÂNLARA SAYGI... Ne var ki, sözde “bir kısım karşıt medya”, defilenin propagandasını yaptı. “Ünlü mankenlerin görkemli sezon sonu defilesinde lazerli animasyonun yanısıra Türkçe, Kürtçe ve Arapça, Süryanice şarkılar ve ezgilerin de seslendirileceği” haberleriyle defileye destek çıktı. Ayrıca “Medresede defile polemiği” manşetleriyle, güya “halkın ikiye bölündüğünü” duyurdu. Polis kordonu atında âdeta provokasyona dâvetiye çıkarılarak ısrarla cami duvarı dibinde yapılan defilenin halkın sağduyusuyla olaysız geçmesini “halkın kabulü” olarak çarpıttı. Ve ne yazık ki AKP iktidarını kayıtsız-şartsız destekleyen mâlum “yandaş medya” da, bu kepazeliğe ya seyirci kaldı ya da zevâhiri kurtaran yayınlarla geçiştirdi! Oysa günler öncesinden Mardin’deki 50’ye yakın sivil toplum kuruluşu, halkla birlikte—önce inkâr edilen—Kasımiye Medresesi’ndeki camide öğle namazını kılıp ortak basın açıklamasıyla defileyi protesto etti. Camide asılı bulunan “cami külliyesi” belgesinde, Mardin Müftülüğü’ne ait resmî yazı ile kadrolu imam-hatibin bulunduğu basın mensuplarına gösterildi. Bu belgenin, hem valiliği, hem defileyi düzenleyen modacı İpekçi’yi yalanladığı belirtildi. Yüzyıllarca dinî eğitim yapılmış medresenin ve “Allah’ın evi” mescidlerin yer aldığı dinî bir mekânda bu tür dünyevî bir etkinliğin yapılmasının, kutsal mekânlara bir tecâvüz, saygısızlık ve talihsizlik olduğu anlatıldı. Milletin ahlâk, kültür, gelenek ve dinî değerleriyle alay edildiği uyarısı yapıldı... Keza geçtiğimiz yıllarda “Mardinbienali” adı altında içi su dolu şeffaf naylonların giydirildiği mankenlerin sulu gösterilerine, film festivaline ve Devlet Senfoni Orkestrasının konserine sahne edilen Medresenin moda podyumu olarak kullanılmasının halkın hissiyatını rencide ettiğine dikkat çekildi. Mardin-Diyarbakır Metropoliti Saliba Özmen’in “Manastırlarımızda bu gibi gösterilere izin vermem; Allah’ın anıldığı mekânlarda bunlar uygun değildir” tepkisi nazara verildi… NEDEN İLLE DE MESCİD VE MEDRESE? Ancak bütün bunlara rağmen, defile yapıldı. Vali, medrese-mescidde müzikli defileyi, “Kültür ve sanat şehrinin büyük deha Cemil İpekçi ile buluşması” olarak medhiyeler dizdi. İpekçi, “Mardin büyük bir değişim ve gelişim yaşıyor; tabiî ki bu değişimler sancılı olacaktır. Yılmadan bıkmadan ve usanmadan Mardin’i hak ettiği yere taşıyacağız” diye konuştu. Bu arada defilenin kasıtlı düzenlendiğini nazara veren STK’lar, özellikle son bir yılda Mardin’de abartılı içkili kokteyllerin, konser, müzikal, dans, defile gibi etkinliklerin tarihî yapı, mâbed ve medreselerde yapıldığına dikkat çektiler. “Niçin başka alan değil de Kasımiye Medresesi?” diye sordular… Gerçekten, “Mardin’in hak ettiği yer” ibâdethanede “defile” midir? Sonra camilerin, medreselerin, dinî ve tarihî mekânların maksat ve misyonlarına aykırı olarak kullanılmasına neden “izin” verilmekte? Onca tesis ve spor salonu varken, neden ille de mescid avlusu ve medrese eyvanı kullanılmakta? Bu soruların cevabı, İpekçi’nin defileden sonra medresede defilenin tertiplenmesi tartışmalarında kendisine arka çıkan ve defileye destek veren yetkililere minnettarlığını sunmasında görülmekte; “Sayın Valiye, hükûmetimize, Kültür Bakanımıza ve Başbakanımıza teşekkür ediyorum” cümlesinde deşifre olmakta… 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Ana babayı bilme hakkı ve Anayasa |
Siz değerli okuyucularımı aşağıdaki cehaletten tenzih ederek başlamak isterim. Öğrencilerime soruyorum: Yetiştirme yurdunda büyümüş olan ve anne babasının kim olduğunu bilmeyen kişinin, eş adayı konusundaki en büyük korkusu nedir? Cevabı maalesef kendim veriyorum: Eş olarak seçmeyi düşündüğü kişinin de ana babasını bilmeyen bir yetişkin olması. Niçin, diyorum. Maalesef yine cevap yok. Halbuki reklam repliğini hepsi biliyor: “Siz kardeşsiniz evlenemezsiniz!” “Skandal!” Bunu bilen onu bilmez mi. Birileri, o gençleri hakiki ve manevî kökünden koparıp da zehirli mantar gibi sokağa salmışsa elbet bilmez. İnsan, insan olalıberi, kardeşiyle evlenmekten korkup kaçıyor. Sadece neslin fizikî ve genetik sağlığını korumak için değil elbette. Zira insanlık, “genetik kod”ları sadece bir asırdır biliyor, ama kardeşiyle evlenmemesi gerektiğini (code hominus’u) baştan beri biliyor. Onun içindir ki; ilk insandan bu yana, erkek çok eşli olabilirken, kadın daima tek eşli olmuş. Aksi halde doğacak çocuğun babası belli olmayacak ve kardeşle evlenme riski baş gösterecek. İnsanın kardeşiyle evlenmemesi için, önce evleneceği kişinin kardeşi olmadığından emin olması lâzım. Bunun için ise, öncelikle, her yetişkinin, kendi ana babasının kim olduğunu bilmesi lâzım. İşte ana babayı bilme hakkı (ebeveyni tanıma hakkı) böyle esaslı ve kadîm bir hak. Bu hakkı korumak için devletin ne yapması lâzım? Ana babayı bilme hakkının ve neslin sağlıklı devamının baş düşmanı olan zinayı yeniden doğru biçimde tarif edip yasaklaması lâzım. Zina, ana babayı bilme hakkının da baş düşmanı. İki hak, pratikte çatışabilir, ama teorik düzeyde dahi çatışır mı? Hayır. O halde ya ana babayı bilme hakkından vazgeçeceğiz ya da zinayı cezalandıracağız ki bu hakkı koruyalım. Bu konuda batıyı ya da batılıları örnek almak mümkün değil. Aksine onların bizden ders almasını sağlamamız lâzım. Zira “Sağlam aile sağlam itikatla bulunur.” (Sloganın telif hakkı bana aittir, atıf yapmadan kullanılmaması ihtar olunur!). Geçen hafta da yazdım, anayasa değişti de ne oldu diye sormak yetmez. Gereğini yapalım. İşte yeni hüküm: “Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları” başlıklı yeni 41. maddeye göre “Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara karşı, çocukları koruyucu tedbirleri alır.” İşte gereği: Aileyi korumayı kendine vazife bilen bütün sivil toplum kuruluşlarını ve iki resmî toplum kuruluşunu (Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ile Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunu) sorumluluğunun farkına varmaya ve görevin gereğini yapmaya davet ediyorum. Diyanet İşleri Başkanlığını saymıyorum bile. Meclisi harekete geçirmek ve kanunlarda değişiklik yapmasını sağlamak için; panel mi olur, platform mu olur, en iyisini ve gecikmeden yapmak lâzım. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ahirzaman Müceddidi |
Altı buçuk ay önce, 20-21 Mart günlerinde yapılan V. Ulusal Risale-i Nur Kongresinin konu başlığı, “Çağımız sorunlarına çözüm arayışları ve Said Nursî modeli” idi. Bu başlık altında belirlenen temel konu ve sorunlar masaya yatırılarak enine boyuna tahlil edilmişti. Onları da hatırlayacak olursak: Din ve siyaset; Demokrasi ve insan hakları; Kürt sorunu; Dünya barışı; Kadın ve aile; İnsan, iman ve ahlâk; Eğitim, kültür ve sanat; gençlik. Bu başlıklar, masa çalışmalarına katılan ilim ve fikir erbabınca enine boyuna müzakere edildi; varılan sonuçlar yazılı metin haline getirildi. O günlerde gazetede yayınladığımız, bilâhare kongreyi tertipleyen Risale-i Nur Enstitüsünün ayrıca neşrettiği ve şu günlerde Türkiye’yi dolaşmakta olan Bediüzzaman tırında da dağıtılan broşürdeki sonuç bildirileri, ait oldukları konulara dair, Said Nursî’nin tesbit ve yaklaşımlarını derli toplu şekilde özetleyen bir içeriğe sahipti. Kongreden bir hafta sonra tertiplenen panelde kamuoyuna açıklandıklarında, Risale-i Nur’u okuma imkânı bulamamış aydınlara, “Çağımızdaki belli başlı bütün temel problemlerin çözümüne ışık tutuyor” dedirten metinlerdi bunlar. Bediüzzaman’ın vefatının 50. yıldönümü vesilesiyle yapılan bu çalışma ve ortaya çıkardığı neticeler, bundan sonra da hep referans olarak kullanılacak ve istifade edilecek bir değeri haiz. İstanbul İlim ve Kültür Vakfının tertiplediği 9. Uluslararası Risale-i Nur Sempozyumu da bu bağlamda Mart’taki kongreyi, küresel bir boyut ilâve ederek tamamlayan çok önemli bir hizmet. Sempozyumun konu başlığı “İnsanlık onuruna lâyık bir geleceğin inşasında ilim, iman ve ahlâkın yeri ve rolü.” Ve bu başlık, bir yönüyle, “çağımız sorunlarına çözüm arayışları”nda, Kur’ân’ın bu çağa mesajını yansıtan Said Nursî’nin ortaya koyduğu modeli ve bu modelin dayandığı düşünce sisteminin üç temel esasını özetliyor. İnsanlık onuruna lâyık bir geleceğin, ilim, iman ve ahlâkla inşa edilebileceğini vurguluyor. İlme ve akla dayalı tahkikî bir iman ile, onun yaşanan hayattaki fiilî tezahür ve yansımaları olan ahlâk—ve ibadet—hem bu dünyada insanlık onuruna yakışır bir geleceğin en sağlam zeminini oluşturuyor; hem de dünyanın kıyametle ölümünden sonra kurulacak olan ahiret hayatındaki sonsuz saadetin temelini teşkil ediyor. Materyalist ve dünyaperest felsefenin, varlık âlemi ve insanoğlu ile Yaratıcı arasındaki bağı koparıp bütün nazarları dünya hayatına hasretmesi sonucunda ortaya çıkan bilumum kronik problemlerin de gerçek çözümlerini takdim ediyor. Ulusal ve uluslararası boyutta gerçekleşen ilmî toplantılar, kongre ve sempozyumlar, bu gerçeklerin entellektüellerce daha iyi anlaşılmasına vesile olmaları cihetiyle önem arz ediyor. Hayli zamandır sınırları aşarak dünyanın her köşesine yayılan bu akademik ilgi, merak ve tecessüs, inşaallah hayırlı neticeler getirmeye devam edecek. Ve ahirzaman insanlığının aradığı huzur ve kurtuluş formülünün Kur’ân’da mevcut olduğu gerçeğini, Risale-i Nur eksenli tahlillerle bütün dünyaya ulaştırıp deklare edecek. Dayanılmaz zulüm, baskı, mahrumiyet, çile, sıkıntı ve ıztıraplar içinde, bir an bile ulvî hedefinden inhiraf etmeksizin verdiği muhteşem iman hizmetini 50.5 yıl önce tamamlayıp berzah âlemindeki nurlu menziline intikal eden Said Nursî, hayatına kastedenlere, “Ölümüm hayatımdan çok daha fazla hizmet edecek” demişti. Her bir vefat yıldönümü, onun bu mesajını da defaatle ve her seferinde daha göz kamaştırıcı tezahürlerle tasdik ve teyid eden inkişaflara vesile olageldi. Yarısını geride bıraktığımız 50. yıl ise, bütün bunların taçlandığı bir sene oldu. Acele edip geldiği o zorlu ve amansız karakışta, bugünkü cennetâsâ baharın tohumlarını serpen Ahirzaman Müceddidini bir kez daha rahmet dualarıyla yad ediyor ve yetiştirmeye devam ettiği nurlu nesillerle birlikte selâmlıyoruz. 05.10.2010 E-Posta: [email protected] |