05 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Ölülerin dirilere hükmetmesi

TARTIŞMANIN başlığı bile yeteri kadar kışkırtıcı: “Değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyor.

Hani, çocuğa bir “Şunu yapma yavrum” demek vardır, bir de “Şunu yapmayı aklından dahi geçirme” diye tehdit ederek çocuğu çileden çıkarmak vardır.

Şu anki Anayasa bize, “İlk dört maddeyi değiştirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin” diye buyuruyor. Doğrusu bu dil bile tek başına insanda, “Benim sözleşmem değil mi, istediğim gibi değiştiririm” deme isteği uyandırıyor.

Her neyse, tartışma tabii ki psikolojik değil hukuki bir tartışma. Ve epey uzun zamandır da devam ediyor. Anayasa Mahkemesi başkanının zaman zaman konuyu gündeme getirir gibi yapıp sonra hemen geri adım atmasına bakılırsa, daha uzun süre de tartışılacağa benziyor.

Önce bir noktayı netleştirelim: Evet, birçok ülkenin anayasasında değişmez maddeler var. Mesela, Almanya Anayasası’nda devletin federal yapısının, İtalya ve Fransa anayasalarında ise devletin şeklinin cumhuriyet olduğunun değiştirilemeyeceği hüküm altına alınmış. Ama başka anayasalarda değiştirilemez maddelerin olması, bizimkinde de olması gerektiğini göstermiyor. Nitekim, bırakın değiştirilemez maddeleri, hiç anayasası olmayan ülkeler bile var.

Kaldı ki, söz konusu maddeler bizim anayasamızda da ezelden beri var olmamış. Değiştirilemeyecek maddelere ilişkin ilk hüküm 1961 Anayasası’nda yer almış. Ama o zaman yasak sadece ‘’Cumhuriyet’’ maddesi ile sınırlı imiş. 1982 Anayasası bunu genişleterek ‘’İlk 3 maddesi değiştirilemez’’ demiş ve cumhuriyetin niteliklerini bu kapsamın içine koymuş. Yani karşımızdaki maddeler yine Milli Güvenlik Konseyi ürünü. Darbecilerin yaptıkları bütün değişiklikler gibi bu değişikliğin temel amacı da kendi yaptıkları anayasayı korumak; toplumu ve onun temsilcilerini toplumsal sözleşmenin yapılış sürecinin dışına çıkarmak... Dolayısıyla biz bu tartışmayı, bu maddelerin Anayasa’ya giriş sürecinden bağımsız bir biçimde, sadece hukuki bir mesele olarak, soyut bir ülkede soyut bir anayasadan bahsediyorcasına yapamayız.

Ama ben konunun bu yönünü gelecek yazıya bırakıp, değiştirilemez maddeler üzerinde sürmekte olan hukuki tartışmalara dönmek istiyorum.

Hemen belirteyim ki, Türkiye’deki anayasa hukukçuları arasında bu konuda tam bir fikir birliği yok. Bir kısmı değiştirilemez maddelerin varlığına tamamen karşı çıkarken bir kısmı sınırlanmasını savunuyor. Örneğin Ergun Özbudun, bildiğim kadarıyla değiştirilemez maddelerin “Devletin şekli cumhuriyettir” maddesi ile sınırlı olması gerektiğini savunuyor.

Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ile diğer maddeler arasında hiyerarşi kurulamayacağını ileri süren Osman Can ise, bu maddeler arasında soyut ve somutluk ilkesi bulunduğunu, değişebilir normların, değiştirilemez maddelerin somut hali olduğunu hatırlatıyor ve bu nedenle, bir Anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade ediyor “Çünkü” diyor Can; “Her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar.”

Mustafa Erdoğan da Anayasa’da değiştirilemez madde olmaması gerektiğini savunan anayasa hukukçularından. Erdoğan, Anayasa’nın barışçı-demokratik yollardan değiştirilememesinin son derece ciddi sakıncaları olacağını, böyle bir durumun barışçı olmayan yolları denemek isteyenler için bir nevi teşvik oluşturacağını, daha önemlisi, anayasanın toplumsal değişme ve gelişmenin gerisinde kalması durumu doğuracağını işaret ettikten sonra “Bu ise devletin yeni şart ve ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesine yol açacağı gibi, devlet-toplum gerilimine yol açmak suretiyle de ‘aşağıdan’ gelen bir kalkışmayı veya devletin otoriterleşmesini yahut da her ikisini birlikte teşvik edebilir.” diyor. Ama Erdoğan’a göre bunlardan daha önemlisi, anayasanın değiştirilemez maddelerinin varlığının yol açacağı ahlâki sorun... Onu da şöyle ifade ediyor: “ Ahlâken hiç bir kuşağın daha sonraki kuşakların kaderini sonsuza dek belirleme hakkı yoktur. Gelecek kuşakların şartlarının, değer ve ideallerinin bizimkilerle aynı olacağını ne öngörebiliriz, ne de böyle olmasını buyurmaya ahlaken hakkımız vardır. Kendini-belirlemek veya yönetmek sadece ‘kurucu’ kuşağın değil, her kuşağın hakkıdır. Dahası, bizim bugün sahip olduğumuz demokrasi anlayışı bile hep böyle kalacak değildir.”

Erdoğan’ın altını çizdiği bu ahlaki sorunu, Amerika’nın kurucu babalarından Thomas Paine’in ise şu özlü cümleyle ifade etmiş: “Anayasaya değişmez hükümler koymak, ölülerin dirilere hükmetmesidir.”

Gülay Göktürk / Bugün, 4.10.2010

05.10.2010


Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen

ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bazı gazetecilerle sohbeti esnasında Anayasa’nın ilk üç maddesinin bile istenirse değiştirilebileceği yönündeki sözleri ertesi gün gazetelere manşet oldu. Bana göre son derece isabetli ve umut verici olan bu sözleri hem muhalefet hem de AK Parti milletvekilleri tarafından ağır eleştirilere konu oldu. Kılıç da akşam TBMM açılış resepsiyonunda yine sohbet ettiği gazetecilerle konuşurken sözlerinin yanlış anlaşıldığını ve Anayasa’nın ilk üç maddesinin değişemeyeceğini en iyi kendisini bildiğini söyledi. Böylece muhtemelen Anayasa değişikliği ile ilgili açılmış çok umut verici bir fasıl şimdilik kapanmış oldu.

Ama söz açılmışken hatırlatmakta ve bir iki konunu altını çizmekte büyük fayda var.

1. Anayasasında “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” ifadesi bulunan çok nadir ülkelerden biriyiz.

2. “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” ifadesi Anayasanın 4. Maddesi olarak 1982’de, yani 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu Anayasa metni ile birlikte hayatımıza bu kadar şekilli biçimde girmiştir. Ondan önce de 1961 Anayasasının 9. Maddesinde yine değiştirilmesi teklif edilemeyen bir hükümden bahsediliyor ama bu hüküm sadece “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü” nü kapsıyor. Ondan önce bizzat Mustafa Kemal’in yazımına katkıda bulunduğu hatta en önemli belirleyicisi olduğu 1921 ve 1924 anayasalarının hiç birinde böyle bir madde yok.

1961’de 27 Mayıs darbecilerinin ilk defa Anayasaya koymayı akıl ettiği madde ise sadece Cumhuriyet şeklini iktiza eden bir madde iken, 1982 darbecileri tarafından “dokunulmaz maddelerin” kapsamı iyice genişletilmiş ve neredeyse istendiğinde bütün Anayasayı kapsamak üzere yorumlanabilecek şekilde yazılmış. Bu sefer Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu hükmü ile yetinilmemiş, bu cumhuriyetin “ toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu hükümlerini de içerecek şekilde uzatılmış. Bir sonraki maddede de Türkiye Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu, dilinin Türkçe olduğu, bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayrak olduğu, millî marşının “İstiklal Marşı” olduğu ve başkentinin Ankara olduğu hükümleri de sayılarak bütün bu hükümlerin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesi teklif edilemeyeceği 4. maddede belirtilmiş.

3. Şimdi bu hükümlerin hepsi tabii ki değiştirilmesi kolay kolay zaten kimsenin aklına gelmeyecek hükümler. Çoğu Türkiye’de kimsenin itiraz edebileceği hususlar değil. Ama doğrusu ne kadar uzlaşma konusu olsa da kul yapımı bir hükmün “değiştirilmesi teklif edilemezlik” korumasına alınması, hem akla aykırı hem de gelecek nesillerin iradesine ipotek koymak anlamına geliyor. Buna kimsenin hakkı yok. Ayrıca unutmayalım ki, Anayasa Mahkemesi TBMM tarafından yapılmış bazı değişiklikleri doğrudan bu maddelerin içerikleriyle ilişkilendirerek kendine buradan bir çıkış yolu bulmuştu. Bu yol ise bir kez açıldığında “değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerle ilişkilendirilemeyecek hiçbir anayasa değişikliği bulunamaz. Böylece milletiyle, devletiyle, TBMM’siyle, siyasetçisiyle koskoca Türkiye Cumhuriyeti birkaç yargıcın yorum vesayetine bağlanabiliyor. Bu tehlikeyi gördük, hep birlikte yaşadık.

4. Ama oraya kadar gitmeyelim. İsterseniz bu maddeleri kimin koyduğunu tekrar hatırlayalım ve bu “değiştirilmesi teklif edilemezlik” düşüncesine neden mahkûm olmamız gerektiğini sorgulayalım. Bugün darbecilerin yaptığı her iş yargıya açıldığına göre, darbecilik eylemi bütün kapsam ve sonuçlarıyla birlikte mahkûm edildiğine göre o darbecilerin başımıza ördüğü bu kokmuş çorabı neden hala başımızda tutmaya devam ediyoruz?

Hiç bir meşruiyetleri zaten bulunmayan darbecilerin yaptıkları anayasa bugün sorgulanırken onların Anayasanın girişine koydukları bu ağır bariyere neden takılalım? Yani darbeciler bu “değiştirilmesi teklif edilemeyen” maddeler arasında bir de mesela Kenan Evren’in konuşma ve demeçlerinin de hayatımızda yol gösterici olacağı hükmünü koysalardı (ki bu pekala mümkündü o şartlarda) o da mı değiştirilemeyecekti? Böyle şey olabilir mi?

5. Aslında bugün geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla birlikte, yani darbecilere yargı yolunun açılmasıyla birlikte Anayasanın bu ilk üç maddesine dokunulmazlık duvarı ören zihniyeti daha kolay görebilecek ve hesaplaşabilecek hale gelmiş bulunuyoruz. Bu fikrin absürtlüğü de içerdiği akla ziyan faşizanlığı da görüp kaldırabilecek durumdayız. Bunun siyasi ve psikolojik şartları oluşmuştur.

O yüzden yeni anayasa hazırlık sürecinin işe Anayasanın 4. maddesini kaldırmakla (değiştirmekle uğraşmaksızın) başlaması yerinde olur.

Yasin Aktay Yeni Şafak, 4.10.2010

05.10.2010


Ha gayret Türkiye...

BAŞLANGIÇTA altı ülke vardı: Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg... Altılı, 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdu. 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) oluşturuldu. 1994’te de Avrupa Birliği (AB).

Bugüne dek beş genişleme dalgası gördük:

1973’te Britanya, Danimarka ve İrlanda.

1981’de Yunanistan.

1986’da İspanya ve Portekiz.

1995’te Avusturya, Finlandiya ve İsveç.

2004’te Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs (Ah!), Litvanya, Letonya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya, Slovenya ve 2007’de Bulgaristan, Romanya...

‘AB’yle ilişkiler kronolojisi’ en dikkat çekici ülke Türkiye. Neden mi? Tam üyelik başvurusu 1987’de; başvurunun kabulü tam 12 yıl sonra. Belirtmek gereksiz ama bu kadar bekletilen bir başka ülke yok adaylık kapısında.

Tabii arada hır gür gırla, hatta 1997’deki o ‘uğursuz’ Lüksemburg Zirvesi’nden sonra bir kopuş...

Söküğün dikilmesi iki yıl. Ve nihayet 1999’da resmen aday Türkiye... Bitmedi. Sonrası yine uzun ve sancılı bir süreç. Arada Kıbrıs’ın Türkiye’ye rağmen üyeliğe kabulü. Ankara-Brüksel hattında patlak veren fırtına. Havanın durulması, AB’nin Aralık 2004’te Türkiye’ye görüşmelere başlamak için tarih vermesiyle: 3 Ekim 2005.

Evet, dün tam beş yıl geride kaldı AB’yle tam üyelik görüşmelerine başlayalı. Ne demek müzakere? 35 başlıklı bir ev ödevi var Türkiye’nin. Bu ödevlerini birbir yerine getirecek ki tam üyelik için AB’nin kapısına dikilebilsin. Peki durum ne?

35 başlıktan 8’i Kıbrıs nedeniyle vetolu, açılamıyor. Yine aynı nedenle müzakeresi bitse bile hiçbir başlık kapatılamıyor. Dön dolaş Kıbrıs anlayacağınız...

Ama bahane değil, olamaz. Vetosuz, yani açılabilen başlıklarda da ağır aksak ilerliyor Türkiye. Gelin Türkiye’yi tam üyelik müzakerelerine aynı tarihte başladığı Hırvatistan’la kıyaslayalım.

Ağustos 2010 itibarıyla Hırvatistan 35 başlıktan 22’sini müzakeresini tamamlayıp kapattı bile. Buna karşılık Türkiye’nin müzakeresini tamamlayabildiği başlık sayısı 1. Evet, yalnız ve yalnız 1. Hırvatistan, tüm müzakere başlıklarını açtırdı. Türkiye’nin açtırabildiği başlık sayısı ise 13.

Hırvatistan ile Türkiye’nin müzakere performansı kaplumbağa-tavşan hikâyesi gibi.

Kopenhag Kriterleri icat olduktan sonraki genişlemelerin Polonya, Romanya ve Bulgaristan gibi görece zorlu ülkeleriyle kıyaslandığında da Türkiye’nin performansı hiç parlak değil.

Kabul, Türkiye diğerlerinden fazlasıyla komplike bir ülke. Kabul, AB içinde özellikle Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bir ‘muhalefet’ cephesi var. Ve kabul, çık Kıbrıs’ın içinden çıkabilirsen. Evet ama Türkiye ya bu sürüyü güdecek ya bu diyardan gidecek. Gider gider, kendi bileceği iş.

Ama gitmediğine ve gitmeyeceğini bas bas bağırdığına göre... AB liginde 2005-2007 sezonlarında tutturduğu formu yakalayabilmek, hatta üstüne çıkabilmek için ne eksiği, ne gerekçesi var Türkiye’nin? Kaldı ki kupayı almak kadar, iyi oynamak da önemli değil mi?

Her sıkıştığımızda topu taca atarak, bir geri bir yan pas yaparak, kural ihlal edip durarak, birbirimize bağırıp çağırarak, hakeme kızıp küserek nereye kadar?

O halde ha gayret Türkiye... Bir türlü gelmek bilmeyen şu ‘Avrupa Birliği yılı’na, yıllarına girelim artık.

Son söz: AB’yle üyelik müzakerelerini başlayıp da bitirememiş ülke yok.

Erdal Güven Radikal, 4.10.2010

05.10.2010


Dün devlet bugün de devlet!

AVCI’NIN kitabında, daha çok “cemaat”e ilişkin kısımlar tartışıldı, oysa yakın geçmişe ilişkin tartışmaya açılması gereken daha çok şeyden söz ediyor. Her şeyden önce, siyasal-kişisel bir muhasebe söz konusu, zaman içinde, “devletin Avcısı” olmayı nasıl sorguladığını anlatıyor. Ben bu muhasebenin “samimi” olduğu kanaati edindim. Siyasi muhasebesinin özetini, alt başlıkta vermiş, “Dün devlet, bugün cemaat”!

Benim bu özete bir itirazım var. Bence, mesele dün de “devlet”, bugün de “devlet”. Derin, karanlık devlet, el değiştiriyor, yeniden yapılanıyor. Bu esnada resmi ideoloji değişiyor, “tehdit” değişiyor, “düşman” değişiyor, maalesef gerisi aynı kalıyor. Olan bu.

Karanlık işlerden hazzetmeyen, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük isteyen hepimizin temennisi, bir büyük değişim yaşanırken, bunun daha demokratik bir düzen ve onun kısıtladığı bir devlet yapısı olması. Bazılarımız, bu temenniyi “gerçek” olarak görüyor veya görmek istiyor. Benim intibaım bu değil. Ben temennimi, “gerçek” yerine koyamadığım için çok eleştirildim. “Zararı yok!” diyemeyeceğim, zararı çok!

En büyük zararı, geçmişle muhasebemizden, daha aydınlık bir gelecek kuramamamız olacak diye korkuyorum. İşler karıştığında, ters giden her şeyi “cemaat” denilen yapıya fatura etmek de, yol değil. Daha esaslı bir muhasebe yapmakta yarar var. Mesele, sadece Simon’lar değil, hiçbir zaman sadece onlar değildi, şimdi de değil. Haliç’te yaşayan ve kokuyu almayan, almamakta direnen, almamakta fayda gören herkes.

Bakın, yeni tehdit/ düşman/ suçlu algısı nasıl yaygınlık kazandı. Askeri vesayet/ Ergenekon söylemi üzerinden sadece yakın geçmişin tüm kirli işleri değil, eski statükonun parçası olan her şey, herkes nasıl temize çekiliyor. Eski darbeci, istihbaratçı, Güneydoğu’daki kirli savaşın mimarı, vesayetçi kim varsa, bir günde yeni düzenin ‘demokrat’ı olabiliyor. Daha dün, 28 Şubat’ı alkışlayanlar, sanki tüm olan biteni kavramaktan aciz üç yaşında çocukmuşlar gibi, “bizi korkuttular” deyip, işin içinden sıyrılmanın yolunu buluyorlar.

Nuray Mert / Hürriyet, 4.10.2010

05.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.