Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Uyum paketi |
Hukuk fakültelerinde okutulan klasik normlar hiyerarşisine göre, en üst konumdaki belge anayasa idi. Son dönemde, devlet olarak imza attığımız uluslararası sözleşmeler anayasanın da üzerine çıktı. Meselâ İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bunların başında geliyor. Dolayısıyla, millî anayasamız, imza atıp kabul ederek uyma taahhüdünde bulunduğumuz uluslararası anlaşma ve sözleşmelere aykırı olamaz. Bu durum, ileride bizim gündemimize gelmesi söz konusu olan AB anayasası için de geçerli. Yani, o merhaleye geldiğimiz zaman, anayasadan başlayarak, bütün iç mevzuatımızı AB anayasasına uygun hale getirmemiz gerekecek. Buna karşılık, şu andaki fiilî gerçek, yürürlükteki ihtilâl anayasasının, uluslararası sözleşmelere ters birçok maddeyi de ihtiva ediyor olması. Bu durumun ortadan kaldırılması için ise, uluslararası hukuk ve demokrasi kriterlerini içselleştirmiş kararlı bir siyasî iradeye ihtiyaç var. Türkiye böyle bir iradeyi arıyor ve bekliyor. Anayasadan sonra, sırasıyla kanun, tüzük ve yönetmelikler geliyor. Ve silsile halinde kanunların anayasaya, tüzüğün kanuna, yönetmeliğin de tüzüğe aykırı olamayacağı prensibi vaz edilmiş. Bu kuralın konumuzla ilgisi şurada: Mâlûm, 12 Eylül’de halkın yüzde 58’inin oyu ile kabul edilen bir anayasa değişikliği paketi var. İktidar cenahı, paketteki düzenlemelerin uluslararası sözleşmelere uygun olduğunu ve AB sürecinde yapılması gerekenlerle de örtüştüğünü söylüyor, ama tartışmaya açık bir yorum bu. İşin bu ciheti ayrı konu. Diğer—teknik—boyutu ise, anayasa hükümlerinin pratikte doğrudan uygulamaya yansımaması; bunu sağlamak için ilgili kanun, tüzük ve yönetmeliklerde de paralel değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç olması. Ve şimdi, paketin resmen yürürlüğe girmesinden sonra, uyum yasalarının çıkması lâzım. Bu işin hem sür’atle en kısa zamanda, hem de anayasa değişiklikleri ile öngörülüp halka o şekilde duyurulan amaçlara uygun şekilde yapılması gerekiyor. Aksi halde paketteki düzenlemeler “kâğıt üzerinde” kalmaktan kurtulamaz. Hattâ, uyum paketine sokuşturulacak korsan ve tuzak maddelerle, tam tersi sonuçlara meydan verilmesi riski dahi her zaman için mevcut. Bizdeki “derin bürokrasi”nin bu hususta da son derece marifetli olduğu tecrübelerle sabit. Kamuoyuna demokratikleşme diye sunulan düzenlemelerin içine, tam tersi yönde özgürlükleri kısıtlayan maddelerin sokuşturulduğunu çok gördük. Medenî Kanunu AB’ye uyduruyoruz diye çıkan bir kanuna, vakıflara yönelik tuzak ibarelerin konulması veya hiç ilgisiz bir düzenlemeye, meselâ Ergenekon sürecini izleyip yorumlamayı ağırlaştırılmış ceza tehditlerine muhatap kılan hükümlerin yerleştirilmesi gibi. Eğer bunlar yasalaşma sürecinde dikkatli gözler tarafından fark edilmezse, kaşla göz arasında kabul ve onay aşamalarından geçip yürürlüğe giriyor ve sonra da kolay kolay düzeltilemiyor. Ve sonuçta uygulamada ciddî sıkıntı ve mağduriyetler yaşanabiliyor. “Ergenekon uzmanı” olarak nam yapan bazı gazetecilerin, haklarındaki soruşturma, dâvâ ve mahkûmiyetler sebebiyle iyice bunalarak artık yazı yazamaz hale gelmeleri, bunun en tipik ve ilginç örneklerinden biri. Dolayısıyla, “anayasaya uyum paketi” adı altında ilgili yasalarda yapılacak değişiklikler en az anayasa paketinin kendisi kadar önem taşıyor. Bu sürecin de çok dikkatli ve titiz bir şekilde takip edilip, boşlukları değerlendirme noktasında en küçük bir fırsatı dahi ıskalamayan derin bürokrasiye meydan verilmemesi icab ediyor. Bilhassa, halkı pakete “evet” oyu vermeye yönelten kritik ve önemli maddelerde çok daha dikkatli, özenli ve serî çalışılması gerekiyor ki, maksat hâsıl olsun ve kabul oyları yerini bulsun. Yani, sırada iki gündem var: Uyum paketi ve daha önemlisi, sivil ve demokratik bir anayasa... 16.09.2010 E-Posta: [email protected] |