16 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Uyum paketi


A+ | A-

Hukuk fakültelerinde okutulan klasik normlar hiyerarşisine göre, en üst konumdaki belge anayasa idi. Son dönemde, devlet olarak imza attığımız uluslararası sözleşmeler anayasanın da üzerine çıktı. Meselâ İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bunların başında geliyor.

Dolayısıyla, millî anayasamız, imza atıp kabul ederek uyma taahhüdünde bulunduğumuz uluslararası anlaşma ve sözleşmelere aykırı olamaz.

Bu durum, ileride bizim gündemimize gelmesi söz konusu olan AB anayasası için de geçerli.

Yani, o merhaleye geldiğimiz zaman, anayasadan başlayarak, bütün iç mevzuatımızı AB anayasasına uygun hale getirmemiz gerekecek.

Buna karşılık, şu andaki fiilî gerçek, yürürlükteki ihtilâl anayasasının, uluslararası sözleşmelere ters birçok maddeyi de ihtiva ediyor olması.

Bu durumun ortadan kaldırılması için ise, uluslararası hukuk ve demokrasi kriterlerini içselleştirmiş kararlı bir siyasî iradeye ihtiyaç var.

Türkiye böyle bir iradeyi arıyor ve bekliyor.

Anayasadan sonra, sırasıyla kanun, tüzük ve yönetmelikler geliyor. Ve silsile halinde kanunların anayasaya, tüzüğün kanuna, yönetmeliğin de tüzüğe aykırı olamayacağı prensibi vaz edilmiş.

Bu kuralın konumuzla ilgisi şurada:

Mâlûm, 12 Eylül’de halkın yüzde 58’inin oyu ile kabul edilen bir anayasa değişikliği paketi var.

İktidar cenahı, paketteki düzenlemelerin uluslararası sözleşmelere uygun olduğunu ve AB sürecinde yapılması gerekenlerle de örtüştüğünü söylüyor, ama tartışmaya açık bir yorum bu.

İşin bu ciheti ayrı konu. Diğer—teknik—boyutu ise, anayasa hükümlerinin pratikte doğrudan uygulamaya yansımaması; bunu sağlamak için ilgili kanun, tüzük ve yönetmeliklerde de paralel değişikliklerin yapılmasına ihtiyaç olması.

Ve şimdi, paketin resmen yürürlüğe girmesinden sonra, uyum yasalarının çıkması lâzım.

Bu işin hem sür’atle en kısa zamanda, hem de anayasa değişiklikleri ile öngörülüp halka o şekilde duyurulan amaçlara uygun şekilde yapılması gerekiyor. Aksi halde paketteki düzenlemeler “kâğıt üzerinde” kalmaktan kurtulamaz.

Hattâ, uyum paketine sokuşturulacak korsan ve tuzak maddelerle, tam tersi sonuçlara meydan verilmesi riski dahi her zaman için mevcut.

Bizdeki “derin bürokrasi”nin bu hususta da son derece marifetli olduğu tecrübelerle sabit.

Kamuoyuna demokratikleşme diye sunulan düzenlemelerin içine, tam tersi yönde özgürlükleri kısıtlayan maddelerin sokuşturulduğunu çok gördük. Medenî Kanunu AB’ye uyduruyoruz diye çıkan bir kanuna, vakıflara yönelik tuzak ibarelerin konulması veya hiç ilgisiz bir düzenlemeye, meselâ Ergenekon sürecini izleyip yorumlamayı ağırlaştırılmış ceza tehditlerine muhatap kılan hükümlerin yerleştirilmesi gibi.

Eğer bunlar yasalaşma sürecinde dikkatli gözler tarafından fark edilmezse, kaşla göz arasında kabul ve onay aşamalarından geçip yürürlüğe giriyor ve sonra da kolay kolay düzeltilemiyor.

Ve sonuçta uygulamada ciddî sıkıntı ve mağduriyetler yaşanabiliyor. “Ergenekon uzmanı” olarak nam yapan bazı gazetecilerin, haklarındaki soruşturma, dâvâ ve mahkûmiyetler sebebiyle iyice bunalarak artık yazı yazamaz hale gelmeleri, bunun en tipik ve ilginç örneklerinden biri.

Dolayısıyla, “anayasaya uyum paketi” adı altında ilgili yasalarda yapılacak değişiklikler en az anayasa paketinin kendisi kadar önem taşıyor.

Bu sürecin de çok dikkatli ve titiz bir şekilde takip edilip, boşlukları değerlendirme noktasında en küçük bir fırsatı dahi ıskalamayan derin bürokrasiye meydan verilmemesi icab ediyor.

Bilhassa, halkı pakete “evet” oyu vermeye yönelten kritik ve önemli maddelerde çok daha dikkatli, özenli ve serî çalışılması gerekiyor ki, maksat hâsıl olsun ve kabul oyları yerini bulsun.

Yani, sırada iki gündem var: Uyum paketi ve daha önemlisi, sivil ve demokratik bir anayasa...

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Yazarlar, sizler için yazarlar!


A+ | A-

Gazeteler, dergiler, kitaplar; bunlar için harıl harıl çalışıyor matbaalar, durmadan. Onlara malzemeyi “yazarlar” üretiyor. Âdeta dantelâ gibi nakış nakış, ilmek ilmek… Beynini sağıyor sanki, kâğıtların üstüne. Yanlış okumadınız; evet, sağıyor! Bedenden sütün sağılışı ne ise, beyinden fikrin aktarılışı da, aynen o.

Kâzım Güleçyüz Bey, gazetemizin üretim safhalarını, “bobinden-okuyucuya” diyebileceğimiz bu uzun serüveni, bu çetrefilli yolu iki makalesinde ifade etti. Bu hizmeti sunanların hangi zorluklara muhatap olduğunu anlattı. Sizce malûm. Devam edip “yazılar”dan söz etmeye belki vakti kalmadı, belki de, nefse prim vermedi.

Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, fikir işçiliği, öyle sanıldığı gibi pek de kolay iş değil. Teşbihte hata olmaz; okuyucuyu salondaki seyirci makamına oturtursak, yazar, ringteki boksör olur, o zaman.

Hatırlayacağınız üzre, “Dosthane” köşemizden sizlere arz ettiğimiz bir yazımızda: “Köşede yazmak ile ringe çıkmak arasında pek fark olmasa gerek. Kimi atar, kimi tutar yazarı; darp edilmek şifadır” cümleleriyle durumu, nükte yollu anlatmaya çalışmıştık. Çünkü, o, sizin için çıkar olayların ringine. Fikir arenasında korkmadan, yılmadan, “doğru”lar pahasına sizin için dövüşür, sizin için dövülür. Bazen de, kodese götürülür. Fakat ne gam. Siz varsınız ya, arkada!

Yazar, köşesinde ya da, sayfasında siz olmaya çalışır; “siz” olur, sizin için “söz” olur; ulaşır gönüllere, hatta gönülsüzlere… Sizin için seçer cümleleri, kelimeleri, heceleri. Uykusuz geçirir birçok geceleri. Helâl olsun sizlere. Fakat… “Marifet, iltifata tabidir.”

Bunların hepsi tamam. Peki, okuyucu ne yapar?

Evet, ne yapar?

Okuyucu da, “alır” ve “okur”.

Demek bu kadar zahmet çekilerek, bu kadar uzun yol kat edilerek üretilen bir gazete, bir dergi, bir kitap müstakbel okuyucuları tarafından önce satın alınmalı. Tâ ki, kâğıt olsun, mürekkep olsun; âlet, edevat ve istihdam olsun.

Bu mevkutelerin, bu yayınların ihtiva ettiği muhtevaya elektronik ortamda ulaşmak mümkün olsa bile, yine, mutlaka alınmalı ve onlara dokunulmalı.

Sonra?

Sonra da mutlaka, satır satır okunmalı. Çünkü, kalemlerin hakkı var. Yazılar, okunmaları için yazılırlar.

Mevkuteleri mensubiyet duygusuyla, veyahut vefâ anlayışıyla satın almak da yetmez!

Peki, ne yapmalı?

Affınıza sığınarak tekrar dikkatinize arz ediyorum; bunlar, mutlaka okunmalı. Özellikle, gençler tarafından!

Hizmetlerin ifası, fikrî müştereklerimizin muhafazası ve savrulmaktan sakınmak ancak böyle sağlanır. Hem zaten, bizi diğer düşünce gruplarından ayıran en belirgin fark, “okuyan bir camaat” oluşumuz değil mi? O hâlde, bizi, “biz” eden değerleri korumak yine “biz”lere düşer.

Yaz gitti, tatil bitti; mazeret kalmadı elde.

Ey kari! Okumaya dön gayri…

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Televizyonların Ramazan yayıncılığı


A+ | A-

Mübarek Ramazan ayını geride bırakalı bir hafta olmuş. İnşallah önümüzdeki sene de kavuşmak ve hakkıyla yaşamak nasip olur. Televizyonlar bu ayda da en çok izleyiciye ulaşabilmek için yarışma halindeydiler. Hemen hemen bütün televizyonların sahur programlarını izlemeye çalıştım. Bana göre, sahur programları bakımından en başarılı kanal ATV idi. Bunun temel sebebi ise klâsik stüdyo programcılığı yerine interaktif bir programcılık yapmalarıdır. Pek çok mukaddes ve tarihî mekânı bizzat yerinde gösterdiler. Tarihî olayları, savaşları etkileyici şekilde anlatıp yine Prof. Dr. Nebi Bozkurt’un anlatımıyla her sahur ayrı bir konu olmak üzere ekrana taşıdılar. Dursun Ali Erzincanlı’nın şiirleri de ayrı bir güzellik kattı. Bu çerçevede, program sunucuları Faysal Bey ve Dr. Erkan Bey’i de ayrıca kutlamak isterim. Yine benzer şekilde ve formattaki yayınıyla Show Tv’yi de anmak lâzım. Her ne kadar geçen yılın bir tekrarı mahiyetinde ise de yine de tebrike değer. Bunun dışındaki neredeyse bütün kanallar stüdyodan veya stüdyo haline getirdikleri dış mekânlardan konuk alarak yayın yaptılar. Genel mantık ise bir hoca ve yanı sıra bir tasavvuf müziği sanatçısının da konuk olarak yer aldığı sohbet ağırlıklı programlardı. Böylesi bir yayın anlayışının genel itibarıyla pek izleyici bulabildiğini sanmıyorum.

Beni en fazla hayal kırklığına uğratan ise TRT’nin bu seneki Ramazan yayını oldu diyebilirim. Halil Necipoğlu ve usta sazlar dışında ne iftarda, ne de sahurda TRT beklenen performansını sergileyemedi. Çekimlerin yapıldığı mekânlar, konuk seçimi, sunum, program muhtevası önceki yılların gerisinde kaldı diyebilirim. Bunun sebebini ise, gazetemizde Osman Zengin’in köşesinde çıkan yazıyı okuyunca anladım. Zira bu seneki programların sorumluluğu ve yönetimi Adem Özkan ve ekibi yerine başka bir ekibe verilmiş idi. Gerçekten de jenerikte başka isimler vardı. Yeni ekibi eleştirmek anlamında değil, ama kabul etmek gerekir ki Adem Bey, Bilal Bey gibi tecrübeli ve geniş bakış açısı ile program yöneticiliği yapan isimlerin olmayışının sonuçları, yayın kalitesine olumsuz olarak yansıdı. TRT’yi son birkaç yıldır Ramazanlarda en çok izlenen kanal yapan başarının altında Adem Özkan ve ekibinin olduğunu söylemek her halde herkesin katılacağı bir kanaat olsa gerek. Şahsen benim de birkaç defa dâvetli olarak katıldığım çekimlerde Adem Bey’in konuklarla ilgilenmesi, mütevaziliği, çalışkanlığı ve bu yaklaşımın diğer TRT ekibine de yansımış oluşu, bu başarının altında yatan sebep idi. Umarım TRT önümüzdeki sene bu hatasını telâfi eder.

*

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER….

Bekir Sıtkı Sezgin

Eylül’deyiz artık. Yaprakların sararma döneminin başlarında…

Yakında yollara dökülen sarının her tonundaki yaprakları ezecek ayaklarımız.

Dallar elbiselerinden sıyrılıp kışlıklarını giyecek bütün saflığıyla.

Gelecek baharın özlemiyle, sert bir kışa da hazırlık yapacak.

Altlarında insanların gölgelenmesini beklemeye koyulacaklar aylarca.

Tabiî hoyrat bir balta, öldürücü bir yıldırım, patlayan bir fırtına kopmazsa gövdesine…

Eylül’deyiz dostlar.

Sararan yaprak misali, dalından kopup giden bestekârların ayında.

Bekir Sıtkı Sezgin merhum gibi meselâ.

Bir, 10 Eylül günü gerçek âleme göç eden gönül ehli gerçek sanatkârdan bahsediyorum.

Adını konservatuardaki öğrencilerinden duymuştum ilk.

Prensipli, imanlı, çalışkan ve iyi bir sanatkâr olarak anlatmışlardı.

En yakın arkadaşlarından Cinuçen Bey’in yazılarını okumuştum hakkında.

Daha bir saygı duymuş sevmiştim.

Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan müzik serisinde söylediği şarkılardan müzik tavrını, üslûbunu örnek almaya çalışmıştım.

Yandaki ‘Bir rüzgârdı gelir geçer sanmıştım’ isimli şarkıyı

İlk ondan dinlemiş, sonra dinlediğim sanatçılardan aynı lezzeti alamamıştım.

O da bir rüzgâr gibi geçti 14 yıl önce bir 10 Eylül günü.

Bekir Sıtkı Bey, üç yaşında Kur’ân'ı hıfzetmeye başlayıp 5 yaşında hafız olmuş.

Dinî musikînin bütün formlarında eserler meşk etmiş.

9 yaşında iken Mevlid’in Tevhid Bahrini okumuş.

Zakirbaşı İlhami, Hafız Ahmed, Hafız İsmail Efendi’den tevşih, tavır, üslûp öğrenmiş.

Babası Hafız Hüseyin Efendi na’t, mevlid, ezan, ta’lim dersleri almasını sağlamış,

Konservatuara gitmesi için oğlunu teşvik etmiş.

1959 yılında İzmir Radyosuna girip 1. sınıf ses sanatçısı ünvanını alışı

1973’de de İzmir Radyosu’na Klâsik Koro şefi oluşu.

1976 yılında İstanbul Devlet Klâsik Türk Musikîsi Konservatuarında öğretim üyeliği, İstanbul Radyosu ses sanatçılığı, TRT Merkez Kurulu Üyeliği görevlerini yürütmüş.

Dünyanın pek çok ülkesinde konserler vermiş.

Olağanüstü güzel bir ses ve hançereye (gırtlak) sahip idi. 100’e yakın ilâhi, beste, ağır semai ve şarkıları vardır. 10 Eylül 1996'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Yazımızı, merhum Bekir Sıtkı Sezgin’in bir sözüyle bitirelim:

“Musikî, Allah-u Teâlâ’nın yeryüzüne göndermiş olduğu büyük nimetlerden biridir. O nimeti de israf etmeden, kötü yollardan uzak tutarak istimal etmek (kullanmak) lâzımdır.”

16.09.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Osman ZENGİN

Ramazan bitti diye, nefis ve şeytana aldanmayalım


A+ | A-

Nefis ve şeytan ile mücahede eden Müslüman, Resûlullah’ın (asm) maddî cihaddan daha büyük olduğuna dikkat çektiği bu mücahedesinde, ihlâsla ve Rabbine sığınarak bu işi yaparsa, muvaffak olmaktadır.

İşte, Ramazan ayları bu cihadın dorukta olduğu bir zamandır. O mübarek ay hürmetine, Rabbimiz, rızası dairesinde hareket edip, nefsin bir çok istek ve arzusundan feragat ve fedakârlık yapıp, günahlara set çeken veya veda eden (Rabbimiz, İnşâallah bu ikinci şıktan eylesin) Müslümanı muhafaza ediyor. Kendi rızası dairesinde hareket eden kuluna, şeytanların musallat olma yollarını da—onlara vurduğu zincirle—kesince, daha rahat bir şekilde Ramazan boyunca ibadetlerini yapıp, adeta melek gibi bir hayat yaşıyor insan.

Ramazan boyunca, daha önce bilerek veya bilmeyerek yaptığı günah ve hataları yapmayınca, kendisinde daha değişik haller hissediyor, Allah’a daha çok yaklaşıyor. Öyle enteresan ki; daha önce insanın üstüne binip, her tarafa çekerek götüren nefis ve şeytan ikilisi, Ramazan’da bunun tersi ile karşılaşıyor. Allah’a dayanan ve iradesine de iyi sahip olan Müslüman, bu sefer kendisi nefis ve şeytanın üzerine biniyor ve onları, istemeseler de, her hayır ve iyiliğin olduğu tarafa götürüyor. O nefis, belki de yılıyor, bir takım bahane ve fetvalara sığınarak, kaçmak, kaçınmak istiyor o nurânî hallerden. Ama, çelik gibi bir irade, Rabbine ram olmuş, O’na boyun eğmiş bir mü’min, Rabbinin inayet ve yardımıyla, onlara galip geliyor. Her gün, her gün, bir ay boyunca bitmek bilmeyen teravihlerini de kılıyor. Normal vakitte uyanmasının mümkün olmadığı gecenin bir yarısında kalkarak, sahurunu yapıyor, gündüz aç kalıyor, susuz kalıyor, sâir nefsî istek ve arzularından uzaklaşıyor. Rabbine tam bir abd olup, ona kul olmanın şerefini yaşıyor bir ay boyunca. Kötü huy ve hallerinden, bir nebze de olsa uzaklaşıyor, kurtuluyor. Allah-u â’lem, o haldeyken dünyasını değiştirse dahi, her halde Rabbimiz geçmiş günahlarını bağışlayarak, o ayda yaptığı mezkûr ibadetlerine mükâfaten, onu Cennetine koyar.

İşte, bu şekilde güzelliklere, nurlara, hayırlara vasıl olan Müslüman, Ramazanın bitmesiyle birlikte, Allah muhafaza tekrar hata ve günahlarına dönerse, “Nasıl olsa Ramazan bitti” deyip, kaldığı yerden günahlarına, hatalarına devam ederse, kendisine çok yazık eder. İradesini kullanarak, kötü hâl ve yollardan uzaklaşıp, Ramazan’da melekleri de geçen bir seviyeye çıkan Müslüman, bu güzel huyunu yine devam ettirip, nefis ve şeytanın tuzağına düşmeyip, Rabbiyle bağını hiç kopartmazsa, İnşâallah onun inayeti, yardımı üzerinden eksik olmaz. Meselâ, bu bağlardan en mühimlerinden biri olan, Peygamberimizin (asm) sitayişle bahsedip, üzerinde durduğu, Şevval ayındaki 6 gün orucu tutarsa, Rabbiyle bağı, bağlantısı daha sağlam olur, nefis ve şeytan ikilisiyle de arası açılır her halde. Cenâb-ı Hak, hepimizi göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa, nefis ve şeytanın eline, sinsî tuzaklarına düşürmesin İnşâallah!

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Şevval ayı orucu


A+ | A-

İstanbul’dan bayan okuyucumuz, “1- Yıl orucu ne demektir? Ramazan ayından sonra Şevval ayında altı gün oruç tutan kişi, aynı zamanda varsa oruç borcuna da niyet edebilir mi? Şevval orucunu peş peşe mi tutmamız gerekir? 2- Nafile oruç kasten bozulsa kefaret mi, yoksa kaza mı gerekir? 3-Unutularak yemek ve içmekle nafile oruç bozulur mu?”

Malûm, Ramazan ayından yeni çıktık ve Şevval ayına girdik.

Oruç ibadetine doyum olmuyor. Çünkü Bediüzzaman’ın da ifadesiyle oruç “çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmündedir.” 1 Bununla beraber hiç şüphesiz, bütün yıl oruçlu olmak gibi bir yıl orucu kavramı İslâmiyet’te yoktur. Ancak Allah’ın şefkat ve merhameti gereği, bir yıllık oruç sevabı kazandıran oruç kavramı vardır. Buhari ve Müslim’de Abdullah b. Amr b. El-As’dan (ra) bir hadis rivayet edilir.

Abdullah b. Amr b. El-As (ra) anlatıyor: “Bir gün, ‘And olsun ki ömrüm boyunca bütün gündüzleri oruçlu geçireceğim, bütün geceleri de ibadete kalkacağım!’ demiştim. Allah’ın Resulü (asm) bundan haberdar edilmiş. Bana dedi ki:

“Bu sözü sen mi söyledin?” Ben de:

“Evet, ey Allah’ın Resulü, anam babam sana feda olsun; o sözü ben söyledim” dedim.

Resul-i Ekrem (asm) buyurdu ki:

“Buna güç yetiremezsin! Bazı günler oruç tut, bazı günler ye! Geceleri hem uyu, hem de teheccüde kalk! Şüphesiz cesedinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Gözlerinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Zevcenin senin üzerinde bir hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her ayda üç gün oruç tutman sana yeter! Zira senin her iyiliğine on misli sevap vardır. (Üç gün oruç sevapta otuz gün oruca denktir.) Dolayısıyla her ay üç gün oruç tuttuğun takdirde senin için yıl orucu gibi olur.”

Ben: “Ya Resulallah; daha fazlasına gücüm yeter!” deyince, Allah’ın Resulü (asm):

“Öyleyse Hz. Davud’un (as) orucunu tut; üzerine arttırma! Davud Orucu, oruçların en mutedili ve en faziletlisidir” buyurdu. Ben:

“Hz. Davud’un orucu nasıldır?” diye sordum. Sevgili Peygamberimiz (asm):

“Yılın yarısının oruçlu olmasıdır. Bir gün oruç tutar, bir gün yersin” buyurdu.

Ben: “Bundan fazlasına da güç yetirebilirim!” dedim. Allah Resulü (asm):

“Oruçta bundan faziletlisi yoktur” buyurdu. Keşke, Resulullah’ın (asm) tavsiye ettiği, ayda üç günlük orucu tercih etmiş olsaydım! Resulullah’ın (asm) ruhsatının kıymetini yaşlanınca anladım!” 2

Görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimiz (asm) ibadette itidali tavsiye etmiştir. İbadetlerimize en az bire on sevap verildiğini nazara aldığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın ibadet mükellefiyetimizi hiç olmazsa on kat hafifleştirerek, lütuf ve ihsanıyla aynı sevabı verdiğini kolaylıkla görebiliriz.

Lütuf ve rahmet yönüyle Şevval ayı orucunda da aynı sevap ve fazilet vardır. Resulullah (asm) buyurdu ki: “Her kim Ramazan ayında oruç tutar da sonra buna Şevval ayından altı gün ilâve ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.”

Bire on sevap verilerek, otuz altı günlük orucun, bir yıllık oruç gibi muâmele görmesi Allah’ın büyük bir lütfudur. Büyük bir sevap sağanağının içinde bulunuyoruz. Kaçırmamalıyız.

Şevval ayı orucunu ayrı ayrı günlerde tutabileceğimiz gibi, peş peşe tutmamız da mümkündür. En iyisi haftada iki gün olmak sûretiyle bunu üç haftaya yaymaktır. Pazartesi ve Perşembe günlerine denk getirilirse aynı oruçta çift sünnet işlenmiş olur. Neticede bu ayda altı gün oruç tutmak sünnettir. Kaza, adak veya benzeri oruçları bu ayda tutmaya niyetlenen bir kimse, Şevval ayı orucunun feyiz, bereket ve faziletinden de istifade eder. Ancak yıl orucu sevabı kazanmak için Şevval ayında ayrıca altı gün daha nafile oruç tutar.

Nafile olarak tutulan bir oruç, bilerek bozulursa kefaret gerekmez; sadece kaza gerekir. Ve kazası vacip olur. Yani, sünnet olarak tuttuğumuz orucu bozduğumuz takdirde, aynı orucu tutmak bu defa üzerimize vacip olur. Bu orucun kazasının vacip oluşunda, kişinin isteğiyle bozmasıyla isteği dışında bozması arasında fark yoktur.

Unutarak yiyip içmekle oruç bozulmaz. Nafile oruç da olsa hüküm böyledir. Ancak unutarak yiyip içtikten sonra orucum bozuldu zannıyla yemeye veya içmeye devam ederse, o zaman orucunu bozmuş olur. Ve kazasını üzerine vacip yapmış olur.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 388.

2- Sahih-i Buhari Tec. Ter.,C.6/S.299.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“300 altın Hacca gitmeye yetmeyebilir!”


A+ | A-

İlim ve faziletçe meşhur âlimlerinden biri, her gün olduğu gibi, o gün de öğrencilerine ders vermekle meşguldü. O gün, acilen görüşmek isteyen bir kişi yüzünden, derse birkaç gün müddet ara vermek zorunda kaldı.

Gelen kişi, şehrin en zenginlerinden biri değilse bile, hatırı sayılır tüccarları arasındaydı. Adam:

“Size bir maruzatım var” dedi. “Ben hacca gitmek istiyorum. Bunun için, sene boyu kenarda üçyüz altın biriktirdim. Acaba bu para rahatlıkla gidip gelmem için yeterli olur mu?”

“Bu para rahatlıkla gidip gelmen için yeterli olmayabilir.”

Bunun üzerine, adam:

“Peki öyleyse,” dedi. “Biraz daha biriktirir, seneye giderim.”

Adamın medreseden ayrılmasının ardından fazla bir zaman geçmeden, bu kez, ayağında çarık, elinde küçük bir bohça ile sade halli bir derviş âlimin ziyaretine geldi.

“Fazla durmayacağım” dedi derviş. “Allah nasip ederse, hac için yola düştüm. Diyeceğin, istediğin bir şey var mı?”

“Yolun açık olsun. Oralara bizden de selâm götür; duâ et bizim için” dedi, sonra da kucaklaşıp vedalaştılar.

Öğrenciler, yarım saat içinde gördükleri bu iki manzara karşısında şaşkına dönmüşlerdi. İçlerinden en cesaretlisi:

“Hocam” dedi, “Tüccar geldiğinde, ‘Hac için üçyüz altın yetmeyebilir’ dediniz. Bu adamın ise belki bir altını bile yok. Ama ona yolun açık olsun dediniz.”

Âlim şu cevabı verdi:

“Çünkü tüccar, parasına güveniyordu. Üçyüz altının başına ne geleceğini, yetip yetmeyeceğini ben garanti edemem. Ama derviş, ‘Allah nasip ederse’ diyerek yola koyulmuş. İnanıyorum ki, güvendiği Allah onu yolda bırakmayacaktır.”

«««

Gerçek iman ve Allah’a tevekkül, Müslümanın, hatta insanlığın önüne kâinat çapında, hattâ sonsuzluk âlemindeki sonsuz güzellikleri hedef koyar. Dünya hayatını da, sonsuz hayatla birleştirir. Tahkiki/gerçek imân; kendimizi, çevremizi, olayları, nesneleri, düşünceleri olduğu gibi görmemizi; iç yüzlerini keşfetmemizi sağlar.

İmân; kişiliğimiz, karakterimiz, bilgi birikimimiz ve davranış biçimimizin altyapısını oluşturur. Kendimize, çevremize karşı bakış açımızı ve kurduğumuz iletişimi de ifâde eder. Her türlü olumsuzluğu rıza ile karşılama, direnebilme gücünü de belirler.

Başıboşluk ve hedefsizlik; sıkıntı, problem, stres kaynağıdır; imân sonsuz hedefler gösterir. Bu hedefler temelde ikidir: 1- Hakka, 2- Halka.

İnsan Hakk’a ulaşır ve bütün korkuları, endişeleri yok olur. Meselâ, uzaydaki kocaman kütlelere baktığında hareketlerinden dehşet değil, yakınlık ve güven duyar. Onların hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder.

İşte insan, gerçek imân ile rûhundaki yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbi ikaz, vicdanı tahrik edip rûhu ihsas ettikçe mutluluk ve huzuru artar; ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.1

Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 160.

16.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Raşit YÜCEL

Mektuplar


A+ | A-

Bir zamanlar hâlimizi onun ile anlatırdık.

Mektuplar gelirdi, Mektuplar giderdi.

Günümüzde ise nostalji haline geldi.

Kimi sevenlerine, kimi sayanlarına gönderdi mektupları.

Kimi mektuplar sevinçli, kimi ise hüzünlü idi.

Ve anneye mektuplar yazıldı.

Kâğıtların üzerine gözyaşları damlatıldı.

Kimileri ise mektup kâğıdının arasına gül sıkıştırırdı.

Ağabeyine yazdığı mektubun arka sayfasına kendi elini ve parmak izlerini çizerlerdi çocuklar.

Zaman geldi, zaman geçti.

Mektuplar sadece resmî belgeler ile sınırlı kaldı.

Ve asker mektupları vardı. Anneler bu mektubun kâğıdını ve zarfını yüzlerine sürerlerdi.

Gözyaşları içinde, okuma bilen birisine defalarca okutturulurdu, “Ne olur bir daha, ne olur bir daha” diye.

İki Cihanın Serveri Peygamber Efendimiz (asm) mektuplar yazmıştı devlet başkanlarına.

Onları İslâmiyete dâvet etmişti.

Şanlı ve cesur sahabiler bu mektupları ulaştırdılar.

Bir örneği Topkapı Sarayı’nda mukaddes emanetler bölümünde sergilenmektedir.

Son asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri birçok mektup yazdı talebelerine.

Cevâbî mektuplar yazıldı.

Daha sonra bu mektuplar kitap hâline geldi.

Üstada mektuplar, Üstaddan talebelerine mektuplar...

Başlıkları çok samimî ve hasbî idi.

“Aziz, sıddîk, mübarek, kahraman, müşfik, vefadar, vefakâr, muhlis“ ifadeleri ile başlıyordu bu mektuplar.

Bu mektuplar daha sonra bizlere kadar ulaştı.

O zamanki talebelerine bir teşvik ve takdir hisleri ile bizlere de aynı mânâları anlattı.

Aslında bu mektuplar bir irşad metodu haline gelmişti.

Bir çok merak edilen mesele, bu mektupların satırlarında cevap bulmuştu.

Bir çoğu elle ulaştırılırken, bazı mektuplar müsteâr isimler ile gider gelirdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin postahanelerden mektup göndermesi ve ona mektup yazılması dahi yasaktı, hatta suç idi.

Şimdi bunun yerini internet aldı, telefon tuşları aldı.

Hatta canlı görüntülerle görüşme imkânına kavuştuk.

Fakat mektuplar başka idi.

Postacılar için türküler yakıldı, şarkılar bestelendi.

“Aman postacı, canım postacı” diye.

Bu mektuplar hâlâ saklanır.

Zaman zaman çıkarılıp koklanır.

Hangi lisan ile olursa olsun fark etmez.

Mektup mektuptur.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Gündemin öncelikli konuları


A+ | A-

Hükûmet cenahından medyaya yansıyan açıklamalara bakılacak olursa, üç önemli konu, gündemin ilk sıralarında yer alacak:

1) Genel seçim;

2) Yeni anayasa;

3) Başkanlık sistemi.

Referandum sonrasındaki ilk yazımızın (14 Eylül) konusu, birinci maddeyle ilgiliydi.

Nitekim, aynı günün akşamı iktidar partisi adına açıklama yapan Hüseyin Çelik, en geç Temmuz'da olması gereken genel seçimlerin öne alınabileceğinin açık sinyalini verdi.

Kuvvetli ihtimalle de öyle olacak.

* * *

Diğer iki konuyla ilgili yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, bunlar daha bir müddet konuşulmaya, tartışılmaya devam edecek.

Buna göre, kimin nasıl bir anayasa istediği ve başkanlık sistemini benimseyip benimsemediği hususu, genel seçim atmosferinin en kuvvetli rüzgârını oluşturacak.

Esasında, Türkiye'nin yeni, sivil ve tam demokratik bir anayasaya şiddetle ihtiyacı vardır.

Bu ihtiyaç, önünde hiç kimsenin duramayacağı ölçüde yüksek bir talebe dönüşmüş durumda.

Bu talebi karşılamaya yönelik çabalarda bulunmak ise, öncelikle siyasî partilerin temel görevi.

O halde, gerekli çalışmalara hiç zaman geçirilmeden, yani derhal başlanması gerekiyor.

Aksi halde, yine eksik, ya da sakat doğumların yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

* * *

Başkanlık sistemi konusuna gelince...

Türkiye, hemen her yönüyle bu sistemi sorgulayıp tartışmaya doğru gidecek gibi görünüyor.

Gitmelidir de...

Esasında, önümüdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde bu konunun hararetli bir şekilde gündemdeki yerini alacağını şimdiden söylemek mümkün.

Zira, Türkiye'de ilk kez olmak üzere, yeni cumhurbaşkanı halk oylamasıyla seçilecek.

Bu da, hukuken değilse bile, fiilen başkanlık sistemine geçiş anlamını taşıyor. Üstelik, bundan geri dönüş de mümkün görünmüyor.

Geri dönüş yapılamaycağına göre, ister istemez ileri doğru yeni adımlar atılacaktır.

Adımların zamanında atılması ise, ülkemizin en çok ihtiyaç duyduğu hususlardan biridir.

* * *

Mesuliyet ve selâhiyetin aynı makamlarda ve dengeli bir şekilde sağlanabilmesi, bugün itibariyle başkanlık sisteminde daha kolay ve daha mümkün görünüyor.

Ancak, bu meselenin yine de enine boyuna görüşülüp müzakere edilmesi gerekiyor.

Tarihin yorumu 16 Eylül 1633

Zorbaların tütün safâsı

Sultan 4. Murad'ın ilk saltanat yılları, Osmanlı Devletinin en sıkıntılı, en buhranlı dönemine rastladı.

Otorite boşluğu had safhaya varmış durumdaydı. Bu boşluktan istifade eden muhtelif zorbacı gruplar, ortalıkta cirit atıyordu.

Öyle ki, vezir ve sadrâzam atamalarına kadar tesir edebiliyor, hatta onların katlini netice verecek teşebbüslerde dahi bulunabiliyorlardı.

Sultan Murad'ın da henüz çocuk denilecek yaşta (11 yaşında) tahta geçmek durumunda kalması da, zorbaların iştahını açıyor ve onların işini kolaylaştırıyordu.

Öte yandan, Valide Kösem Sultanın devletin hemen her meselesine burnunu sokması, fitne ve fesat dalgasının daha da alevlenmesine sebebiyet veriyordu.

Yaşanan bunca fecî sıkıntılar ve alabildiğine laçkalaşan devlet işleriyle uğraşmak zorunda kalan genç padişah, tahta geçtikten ancak 9–10 yıl kadar sonra dizginleri ele alabildi.

Zorbaların tütün tüttürme bahanesiyle kahvehaneleri mesken tutarak fitne kaynatmalarına daha fazla tahammül edemeyen 4. Murad, aynı zamanda keyf û safâ mahallerine dönüşen bu mekânları kapattırmakla kalmadı; aynı zamanda sarhoşluk veren içki ile tütünün kullanılmasını şiddetle yasakladı. (16 Eylül 1633)

Bu yasakların tarihte nâm salmasının en mühim sebeplerinden biri, yasağa uymayanlara verilen ağır cezalardır. Bu cezalandırmaların içinde idamların da yer almış olması, Sultan 4. Murad'ın, devleti yeniden toparlamak için nasıl bir politika takip ettiğinin göstergesi olsa gerektir.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Demokrat olma halleri


A+ | A-

“Demokratlık nedir?” sorusunu “demokrat olma hali” şeklinde cevaplandırmak, günümüz kal-hal ekseni içerisindeki tutarsızlıklar göz önüne alındığında bir anlam ifade etmeyecektir. Bu sorunun cevabını sözlüklerden ziyade hayat tarzında, demokratlık ilkelerinin hayata geçirilip geçirilmemesinde aramak gerekir. Demokratlık, tarihî seyri içerisinde, demokrasi ismine rastladığımız eski Yunan’dan bu yana farklı rejimler-sistemler içinde dahi rastlayabileceğimiz bir tavrı ve zihniyeti ifade eder.

İnsanlık tarihi hürriyet mücadelesinin izleriyle doludur. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”ı varlığın anlamı olarak algılayan hürriyet âşıkları, her halükârda, baskıcı rejim ve sistemler altında, can, mal ve makamlarını kaybetme pahasına da olsa imanın bir göstergesi olan hürriyete sahip çıkmışlardır. Makam ve mevkisini gözetmeden başkalarına söz hakkı tanıyabilmek, padişah/kral/devlet başkanı da olsa adalet duygusunu incitmemeye çalışmak, adaleti belli güç ve iktidarın keyfiliğine hapsetmeye kalkışanları reddetmek, çok seslilik ve renkliliği hazmedebilmek tarih boyunca rastlayabileceğimiz vicdanî bir hassasiyetin yansımasıdır.

‘Hakperestlik’ demokratlığa en çok yakışan, onunla en çok özdeşleştirebileceğimiz kavramdır. Hakkın yanında olmak, hakkı teslim etmek; idelolojik, kurumsal ve şahsî öncelikleri bir tarafa bırakıp hakka taraftar olmak demokratlığı işmam eden, vicdana yaslanan insanî bir tavırdır. Acı ve gözyaşlarıyla dolu insan hak ve hürriyetleri mücadelesinde gelinen noktada bu tavrın önemli bir payı vardır. Bu bağlamda demokratık, özellikle hak bahsinde, hiçbir güce tabi olmadan, hiçbir ideolojiye eklemlemeden, hakkı öteleyecek hiçbir sese kulak vermeden hakkın yanında yer alabilmektir. Bulunduğu konumu hak doğrultusunda savunabilmek, otoriter yaklaşımlardan tırsmadan haklının yanında olabilmek, hakkı yok sayacak masa başı oyunlarında yumruğunu masaya vurabilmek takdirkâr demokratlık hallerindendir.

Esasen demokratlık; kurum, kuruluş ya da etiketlerle belirlenmiş ya da belli gruplara zimmetlenmiş bir olgu değildir. Zihinlere hükmeden vicdanın sesi, vicdan sahiplerinde kendiliğinden demokratlık hallerini doğurmaya başlar. Meselâ, Türkiye’de başörtü zulmünden fikir hürriyetine vurulan prangalara kadar birçok noktadaki hak ihlâllerine farklı kesimlerden ve gruplardan yükselen itirazlar, haksızlığa isyan feryatları ve bunları ortadan kaldırma çabası alkışlanması gereken bir demokratlık halidir.

Demokratlık, hakperestliğin bir yansıması olarak ahlâk ve faziletle bezenmiş, adaleti gözeten bir hukuk anlayışının yerleşmesi mücadelesidir. Meşrû, hukukî olmayanı meşrû ve hukukî olanla değiştirme çabası içinde olmak, despotizmin despotlarına, emrivakicilerin emri vakilerine, ben yaptım olduculara, ben ne dersem o olurculara, kendinde bir hikmet arayanlara, kendilerini üstün addedenlerin üstünlük dayatmalarına aldırmadan doğruluğun mücadelesini verebilmek demokratlıktır.

Yasakların boğduğu, yasaların ezdiği bir anda hürriyeti arayabilmek, hür havayı teneffüs edebilmek sevdasıdır demokratlığın temeli. Demokratlar, hürriyet rüzgârının hangi yönden geldiğine, nerden estiğine aldırmadan hür havayı teneffüs ederler. Hürriyet savaşının gönüllü askerliği olan demokratlık, iktidar ve gücü kazanmaktan çok insanlığı kazanma mücadelesidir. Hakikat güneşinin parlayabilmesi uğruna doğru olmak, hak kalabilmek, doğruların yanında olabilmeyi bilebilmek, konjonktürel davranmayıp ilkesel kalabilmek geçerli bir demokratlık kimliğidir.

Hak ve özgürlüklerin kazanımları yolunda samimiyet sorgulamasına kalkışmadan kazanabildiklerini kazanmaya, alabildiklerini alabilmeye bakabilmek bir demokratlık ölçüsüdür. Demokratlık ikircikli davranışları kaldırmaz. Zarar ve kar hesabı yapmadan dik durabilmek, her halükârda hakperest olabilmek; modern demokrasilerin de muhtaç olduğu, hepimizin ihtiyaç duyduğu samimî bir duruştur.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Cumhurbaşkanının kaç yılı kaldı?


A+ | A-

Bir cumhurbaşkanının kaç yıl için seçilmiş olacağı anayasanın 101. maddesinde yazılı: Beş yıl. Ancak 2007 yılında yapılan anayasa değişikliği öncesinde bu süre yedi yıl idi. Beş yıla indirilirken, o tarihte fiilen cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün görev süresi hususunda anayasaya bir geçici madde yazılmadı ve şimdi nurtopu gibi bir gündem konumuz var:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi, seçildiği tarihte geçerli Anayasa hükmüne göre ve yedi yıl mı yoksa Anayasanın değişen şekline göre ve beş yıl mı?

Problem net ve iki cevabı var. Ayrıca iki cevabın da doğru olduğunu gösterecek çeşitli deliller var. Kamuoyu ve ilgili çevreler tartışıyor.

Bendenizin tartışmak istediği husus ise şu: Bu konuda son sözü kim söyleyebilir? Kim söylemeli? Kim söyleyecek? Cumhurbaşkanı mı, Yüksek Seçim Kurulu mu, Kurulun Başkanı mı, Türkiye Büyük Millet Meclisi mi, Meclis Başkanı mı? vs. vs.

Bazı farazî sorular soralım:

Yüksek Seçim Kurulu sürenin beş yıl olması gerektiğini varsayarak önümüzdeki aylarda bir seçim süreci başlatırsa ne olur?

Hükümetin, bu karara karşı direnmesi ve seçim için Kurula malî kaynak aktarmaması sebebiyle seçim zamanında yapılamazsa ne olur?

Yüksek Seçim Kurulu cumhurbaşkanının görev süresinin yedi yıl olduğuna karar verirse ne olur? O tarihteki iktidar ya da ana muhalefet partileri ya da yeni sistemde doğrudan bireyler konuyu anayasa mahkemesine götürüp seçimin erkene alınmasını isteyebilir mi?

Bütün bu karmaşık sorulardan kurtulmanın tek bir doğru çözümü var(dı): “Kanun koyucu” olan millet meclisi, kural koyarken ve değiştirirken işini ciddiye almalı, sonuçları düşünüp tartmalı, bu tür boşluklara ve tartışmalara sebep olmamalı(ydı). Madem oldu, bu problemi de bizzat Milletin meclisi çözmeli.

Zira aslolan millettir. Milletin iradesi, vekilleri eliyle tecelli eder. Milletvekilleri, bu sebeple meb’ustur, ve ehl-i hall ve akd’dir. Milleti ve devleti temsil edecek makamda bulunan birinci adam olan cumhurbaşkanı ise ulûlemirdir. Devlet memurlarının amirlerinin amiridir. Cumhurbaşkanının kim olacağını ya da ne zaman ve nasıl seçileceğini de yine bizzat halk ve dolayısıyla vekilleri belirler, son sözü o söyler.

O halde Meclis, mevcut cumhurbaşkanının görev süresi hususundaki problemi de kendi öncelikli meselesi olarak görüp derhal çözümlemelidir. Aksi halde, görevden kaçmış ve yetkisini de Yüksek Seçim Kuruluna devir ve tevdi etmiş sayılacaktır.

Meclis bu konuyu anayasa değişikliği türünden bir kanunla çözmez ve beş yılın dolması yakınlaşırsa Yüksek Seçim Kurulu haklı olarak kendisini görevli sayacak ve tartışmalı süreyi kendi gerekçelerine göre beş ya da yedi yıl olarak belirleyecektir.

Ama Meclis erken davranır da—bir mânâda—içtihat gerektiren bu hususu kendisi çözerse; hem milletin cumhurbaşkanı seçme konusundaki iradesini tam tecelli ettirmiş olacak, hem de Yüksek Seçim Kurulu ve Başkanı ve daha önemlisi bizzat millet rahat edecektir.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Dünyanın da gündemi


A+ | A-

Dün (15 Eylül), “Uluslararası Demokrasi Günü”ydü. Bu vesile ile bir açıklama yapan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, önemli bir noktanın altını çizmiş. “Söz güzel, icraatı da görsek” dedirten tesbit şöyle: “Sağlam bir yönetim, canlı bir sivil toplum, fikirlerin karşılıklı olarak serbestçe açıklanması, halkın katılımı gibi demokrasinin temel taşları ekonomik büyümenin ve sosyal adaletin sağlanmasının ana harcını oluşturur.”

BM Genel Sekreteri, demokrasinin yoksulluğun azaltılması ve insanların refah seviyesinin yükseltilmesinde belirleyici rol oynadığını da belirtmiş.

Aslında bu tesbitlerin daha da özetlenmiş şekli şu değil mi: “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!”

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, kuruluş maksadına uygun şekilde insanlığa hizmet etmiş olsa dünyada kavga-gürültü olur muydu? Yıllardan beri “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla hareket eden ‘zengin devletler’ artık komşuları fakirken kendilerinin rahat edemeyeceğini anlamış görünüyorlar. BM Genel Sekreterinin bugün dile getirdiği doğrular, keşke BM’nin kuruluşundan itibaren uygulanmış olsaydı...

Hürriyet ve demokrasinin, kalkınmanın temel taşı olduğunun uluslar arası camiada da kabul görmesi hayra alâmettir. Çünkü bu kabul yaygınlaştığı ölçüde, dünya üzerindeki haksızlık, adaletsizlik ve zulümler azalmaya devam eder.

Elbette bu konu daha önce de BM’nin gündemine gelmiş. Nitekim Genel Sekreter Ban Ki-mun, 2000 tarihli “Bin Yıl Bildirisi”nde de bütün dünya hükümetlerinin demokrasinin geliştirilmesi yönünde her türlü çabayı gösterme, hukukun üstünlüğü ilkesini güçlendirme, kalkınma hakkı dahil uluslar arası standartlardaki insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirme konularında karara vardıklarını hatırlatmış.

Ban Ki-mun’un mesajında şu tesbitler de yer almış: “Dünyanın dört bir yanındaki insanlar BM’nin, demokrasinin, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün korunması ve güçlendirilmesine yardımcı olmasını bekliyor.”

Görüldüğü üzere sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gündeminde de ‘daha fazla demokrasi’ talepleri var. Çünkü insan, yaratılışı gereği hürriyete sevdalı. BM Genel Sekreterinin açıklamasında ifadesini bulan doğrular hayata geçirilir ve hürriyetlere ‘açık destek’ devam ederse dünya gerçek anlamda huzura kavuşur. Aksi halde ‘baskı’ların tahrik ettiği kitleler, güzel dünyamızın cehenneme çevrilmesine sebep olur.

Demokrasi ve hürriyetler yolundaki adımları hızlandırmak insanlığın ortak menfaati, vesselâm.

16.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.