Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sıra yeni anayasada |
Türkiye, eksik ve yetersiz içeriğiyle mâkûsen mütenasip, yani ters orantılı bir şekilde aylardır gündemin ilk sırasına koyup, özellikle sürecin sonlarına doğru giderek gerginleşen bir ortamda yoğun şekilde tartıştığı 12 Eylül referandumunu nihayet geride bıraktı. İlk tesbitlere göre yüzde 80’e yakın bir katılım oranıyla gerçekleşen referandumda “evet” oylarının yüzde 58’e ulaşmasını, toplumdaki demokrasi talebinin bir ifadesi olarak yorumlamak gerekiyor. Ama bu demek değil ki, “hayır” oyu veren yüzde 42’nin böyle bir talebi yok. Onların da en azından büyük çoğunluğunun demokrasiden yana olduğunu, ancak paket üzerinden iktidara bir reddiye mesajı verdiklerini söylemek yanlış olmaz. Çünkü referandum kampanyalarının özellikle son döneminde mesele böyle bir zemine çekildi. Bunda, muhalefet kadar iktidar kanadının da katkısı oldu. Meselâ Arınç, 15 Ağustos’ta Hürriyet’e manşet olan beyanında, “Açık farklı bir oran bizim için güvenoyu gibi olur” dedi. Gerçi parti ve hükümet cenahından, “Bu, partilerin oylanacağı bir seçim değil” mesajları da verildi, ama Arınç’ın bunlarla çelişen ifadesi de kayıtlara geçti. Başbakanın, referandum sonuçları belli olduktan sonra yaptığı ve bazı medya organlarında “ikinci balkon konuşması” diye sunulan açıklama da “yüzde 58 evet”i güvenoyu olarak algılamayacakları yönünde; ancak dış basındaki yorumlar da referans gösterilerek, bu sonucu “AKP’nin zaferi ve seçim provasındaki başarısı” olarak takdim eden değerlendirmeler yapılması dikkat çekiyor. Yani, el altından yine aynı hava estiriliyor. Yine Başbakan, sonucu “darbeci zihniyetin yenilgisi” olarak yorumladı. Paketin bu değerlendirmeye dayanak teşkil edecek kuvvete sahip bir muhtevadan mahrum olduğunu ifade edegeldik. Ancak çıkan sonucu, “seçmenin darbeci zihniyete tepkisi” olarak okumak ayrı birşey. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 1982’de 12 Eylül Anayasasına yüzde 92 oranında kabul oyu verme yanlışı, 28 sene sonra kısmen de olsa telâfi edilmiş oldu. Daha doğrusu o sürece girildiğinin işareti verildi. Eğer paket bir “AKP projesi” olarak gündeme gelmese ve geniş bir uzlaşma ile halk oyuna götürülebilse idi, “evet”ler çok daha yüksek olabilirdi. Ama asıl olan, anayasa meselesinin böyle eksik ve yetersiz paketlerle değil, topyekûn bir yenileme projesiyle halledilmesi; darbe anayasasının tümüyle yürürlükten kaldırılıp, yerine çağdaş hukuk ve demokrasi kriterlerine uygun yeni, sivil, demokratik, çoğulcu bir anayasanın ikame edilmesi. Rejimin temel ve kronik sorunlarına neşter atan böyle kapsamlı bir demokratik anayasa reformu gerçekleştirilemediği müddetçe, Türkiye 12 Eylül, hattâ 27 Mayıs düzenini aşmayı başaramaz. 13 Eylül’den itibaren siyasetin ana gündemi bu olmalı. Ve herkesi tatmin edecek şekilde bir çözüme varılıncaya kadar bu işin peşi bırakılmamalı. Bakalım, siyaset, gecikildikçe faturası büyüyen bu devâsâ demokrasi reformunu ne zaman başaracak ve bu hayırlı hamle kimlere nasip olacak? Bu noktada özellikle iktidar partisinin, konuyu, son günlerde Başbakanın verdiği işaretlerde görüldüğü gibi kişiye ve kendisine endeksli projeler şeklinde gündeme getirmesi halinde, işin yine çıkmaza gireceğini şimdiden ifade etmek isteriz. Daha açık söyleyecek olursak: Referandum sonucundan alınan “gaz”la, demokratik altyapısını oluşturmadan başkanlık sistemini öne çıkaracak bir anayasa projesinin ters tepme ihtimali büyük. Referandum sonucundan ders çıkarması gereken en önemli adreslerden biri de yargı olsa gerek. “Yargı iktidarın kontrolüne giriyor, yandaş yargı oluşuyor” iddiası üzerine bina edilen eleştirileri toplumdaki ekseriyet niçin kaale almadı? Çünkü özellikle 28 Şubat’tan bu yana yargının verdiği “Adaleti değil, ideoloji ve siyaseti esas alıyor” imajı, yargıya duyulan güveni ciddî şekilde zedeledi. Yargı samimî ve esaslı bir özeleştiri ile bu durumu değerlendirip bir an önce düzeltmek zorunda. Sonuç: Paket tamam, şimdi sıra yeni anayasada. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |