Faruk ÇAKIR |
|
Amerika’ya 111 katlı cami yapılsın! |
Durun; hemen itiraz edip, heyecana kapılmayalım. Bu bizim değil; Oscar ödüllü İrlanda asıllı Amerikalı aktör ve film yapımcısı Michael Francis Moore’ait. Tüm zamanların en çok gişe yapan üç belgeseli olan Bowling for Columbine, Fahrenheit 9/11 ve Hasta (Sicko)’nın yönetmeni, Michael Moore, bazı ‘yasakçı’ Amerikalıların aksine Müslümanların cami yapmasına açıktan ve de ‘radikal’ bir şekilde destek veriyor. Moore, ZNET internet sitesinde yazdığı bir yazıda, 11 Eylül 2001’de yıkılan “İkiz Kuleler”e yakın bir yerde yapılmak istenen cami için para yardımı yapmayı ve bu konuda bir kampanya açmayı dahi gündeme taşımış. Ünlü belgeselci bakın neler yazmış: “Sıfır Noktası’nın iki blok yakınına ‘cami’ inşa edilmesine karşıyım. Sıfır Noktası’na yapılmasını istiyorum. Neden mi? Çünkü nefretin ve önyargının kurbanlarını koruyan bir Amerika’ya inanıyorum. (...) “Müslümanlar 2009’dan beri orada [cami yapılmak istenen yerde] namaz kılıyor. Kimse şikâyet etmemişti. Burası bir ‘cami’ değil, bir toplum merkezi olacak. Aynı duâ odası var olmaya devam edecek. Fakat insanları bunun ‘bir cami olmayacağına’ ikna etmek zorunda kalmak bile öyle rahatsız edici ki, artık oraya 111 katlı bir cami yapılmasını istiyorum. Bu, ‘Sıfır Noktası’nın [İkiz Kulelerin bulunduğu yer] yakın zamana kadar mide bulandırıcı bir biçimde boş bir çukur gibi bırakılmasından daha iyi olurdu.” (ZNET’den aktaran: Radikal, 13 Eylül 2010) Şükürler olsun ki Müslümanların hakkını sadece din kardeşleri değil, ‘insanlık kardeşleri’ de savunmaya başladı. Bakınız, ünlü yönetmen Michael Moore, insaniyet damarıyla Müslümanların haklarını savunmaya şöylece devam ediyor: “New York Times’da, şundan daha üzücü bir şey okumamıştım: ‘Amerikalı Müslümanlar soruyor: Bir gün ait olacak mıyız?’ Bu bizi o kadar utandırmalı ki, tek bir vatandaşımız bile bir daha buraya ‘ait’ olup olmadığından endişe etmemeli. ‘Sıfır Noktası’nın iki blok ötesinde bir McDonalds var. İnanın, McDonalds teröristlerden daha fazla insan öldürmüştür.” (agg.) Moore, çok anlamlı kampanyasını da şöyle özetlemiş: “Dostlarım, ŞU ANDA da, hepimizin o Müslüman toplum merkezinin inşa edilmesini sağlamak gibi bir sorumluluğu var. Ülkenin yüzde 70’i bir kere daha yanlış safta duruyor ve ‘cami’nin yerinin değiştirilmesini istiyor. İmam, projeye son vermesi için muazzam bir baskı altında. Bu işi tersine çevirmek zorundayız. Kabadayıların bir zafer daha kazanmasına izin mi vereceğiz? Artık bıkmadınız mı? Ülkemizi herkesten nefret edenlerden geri almak için ne zaman doğru zaman olacak? Bence doğru zaman şu an. Her birimiz bu toplum merkezinin inşa edilmesi için bağışta bulunarak bir duruş sergileyelim! (...) Destek olalım ve sadece iyi bir şey yapmak istedikleri için çamur atılan o insanlara yardım edelim.” Böyle hakperest insanların hidayete ermeleri ve sayılarının da artması için duâ edelim... 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Emir basamaklarının zirvesi |
Malum, memur, amirinden emir alarak kamu hizmeti ifa eden kişidir. Amirler de bir yönüyle memurdurlar. Devlet hiyerarşisinde zirvede yer alan ve amiri olmayan memurlara ise “ulûlemr” denir. Eski çağlarda devlet basitti. İktidar bölünmüş değildi. Kuvvetler ayrılığı prensibi bu günkü gibi net biçimde bilinmiyordu. Dolayısıyla devlet kuvvetinin kaynağı da netti. “İktidar” basitçe tanımlanabiliyordu. Asr-ı saadette millet ümmetti. Ümmet aşiretler ve sülaleler biçiminde idi. Bireysellik yaygın değildi ve hatta istisna idi. Her sosyal grubun kendi geleneğine göre belirlenmiş liderleri vardı. Ümmetin kudreti önce bu müntehib-i sanide yani ikincil seçmende toplanıyordu. Bu toplumsal liderler ehl-i hall ve akd idi, biat yoluyla devlet başkanını seçiyor, böylece onunla akdediyor, dilerse hal’ edip azlediyordu. Başkan da ümmetten aldığı bu yetki ve güç ile kendi memurlarını seçiyor, onların yardımıyla devleti ve ülkeyi yani mülkü yönetiyordu. Yasama da yürütme de yargı da onun başkanlığında ve onun inisiyatifi altında yürüyordu. Kısaca, eskiden, tek ulûlemr, az sayıda amir ve onlara bağlı az sayıda memur vardı. Millet, devleti kolayca kavrıyordu. Kendi içindeki seçkinlere baskı yapıp onların birer ehl-i hal ve akd olarak etkin olmasını da sağlayabiliyordu. Günümüzde kamu hizmetlerinin tür ve etki olarak artması ve kuvvetler ayrılığı ilkesi sebebiyle, devlet, milletin tepesindeki bir heyülaya dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden devlet, aslında hiç de hak etmediği halde, bütün hiyerarşisi ile birlikte milletin de tepesinde imiş gibi görünüyor. Zavallı ferd-i millet, seçmen olduğu zaman kendisini “taban” görüyor. Memur kendisini amir görüyor, amir kendisini ulûlemr sanıyor. Ululemr ise ehl-i hall ve akd rolüne soyunuyor. Tek çözüm, devletle ilgilenmek ve devlet hakkında bilgilenmek. Ya da önce bilgilenmek ve sonra bu sağlam bilgi ile devletle ilgilenmek. İşte bilgi: Ey seçmen; sen, milletin içinden ehl-i hall ve akd’i ba’seden yani milletvekili denilen meb’usları “seç”en “men”sin. Yukarıdasın, aşağıda değil. Aşağılardaki her oyunun hesabını en azından reyinle sor! Ey vekilim; ulûlemri yani yürütmeyi ve yargıyı sen seçiyorsun, sen yönlendiriyorsun. Devlet yetkisine sahip olacak olan hükümeti kendi meclisinle çıkarıp seçme, denetleme ve beğenmezsen devirip yenileme yetkisine sahipsin. Devlet yetkisine sahip yargılayıcıyı da yapacağın adil kanunlarla sen yönlendireceksin. Yani adalet de senden sorulur. Cülusuna ve meclisine sahip çık! Ey ulûlemirlerimiz; amiriniz kanundur. Hepiniz yasaya uyun, geleneğe uyun, millete tepeden bakmaya kalkmayın, hele millete karşı devrimcilik yapmaya hiç kalkmayın. Memurlarınızı seçerken maharet ve kabiliyetine dikkat edin. Ey amirler ve memurlar, haddinizi bilin, bu necip kavmin şerefli hizmetkârı olduğunuzu unutmayın. Eğer iyi birer hadim olursanız seyyid yani efendi olacaksınız. Efendi olursanız çok hayır dua alacaksınız. Gerçek efendilik ve seyyidlik millete hizmetle olur, ceberrutlukla veya nemelâzımcılıkla değil. Ey okuyucu: Siyasete dair her hususu meselâ cumhurbaşkanının statüsü ve görev süresi ile ilgili tartışmalı hususları da sen buna göre düşün, çöz. Yanlışım varsa onu da bana söyle. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Uhrevî amellerde ortaklık düsturu-1 |
Cafer Kayısıcı: “Risâle-i Nur’un mesleğinde iştirak-i a’mâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu âyet ve hadis ile delillendirmek isteyenlere de cevap olacak ölçüde biraz açar mısınız? Yakın düstur tarikatta da var. Aynı cemaatte olmakla beraber, tanımadığımız bir kardeşimizin sevaplarından hissedar olmayı âyetler ve hadisler ile nasıl açıklayabiliriz?” Dipnotlar: 1- Fatiha Suresi: 5, 6 2- Şuâlar; s. 530, 531 3- Şualar; 530 4- Âl-i İmrân Sûresi, 3/103 5- Enfal Suresi: 46 6- Câmiü’s-Sağîr, 3/2821; Riyâzu’s-Sâlihîn, 10,1061,1062, 1067 7- Câmiü’s-Sağîr, 3/3040 8- a.g.e., 2/2338, 3/3891 9- Şuâlar, s. 589 10- Lem’alar, s. 118 İnsanlar zor işleri hep ortaklık yoluyla, el birliğiyle, omuz omuza vermek ve güç birliği oluşturmak suretiyle aşmışlardır. Atalarımızın, “Bir elin nesi var? İki elin sesi var!” sözüyle veciz şekilde ifade ettiği hakikat, dünya işlerinde de, âhiret işlerinde de hep geçerli akçemiz olmuştur. Dünya için üç beş kişi bir araya gelip güç birliği yapıyorlar; bir ticaret veya iş ortaklığı kuruyorlar. İşin yürütülmesinden, kazancına ve kârına kadar ortak oluyorlar. Ticârî ortaklık bereket için de önemli bir duâ hükmüne geçiyor ki, genelde büyüme ile, yükselme ile, yüksek kârlarla neticeleniyor. Âhiret işlerini yürütmek için de pekâlâ ortaklık kurulabilir ve bir çok bâdire, bir çok zorluk, bir çok sıkıntı el birliği ile, güç birliği ile, omuz omuza vermek sûretiyle aşılabilir. Üstelik âhiret işlerinde sevap ve ücret verme makamı doğrudan Cenâb-ı Allah olduğundan, Onun Samedâniyetinin, istiğnasının, zenginliğinin, ikramının, rahmetinin ve cömertliğinin bir gereği olarak; ortakların tamamının sevabı, ortaklardan her birisine eksiksiz gider; sevaplar ortak sayısına bölünmez, bilakis ortak sayısı kadar katlanır ve yekûn sevap tamamına ödenir. Kur’ân-ı Kerim “ben duygusunu” değil, “biz ruhunu” kuvvetlice işleyerek, bu hususu zihinlerimize kazımak istercesine gündemde tutar ve “bizlik şuurunu” gündelik hayatımızda da, ibadet hayatımızda da yerleştirmek ister. Meselâ en başta Fatiha Sûresi’nde nabüdü “nun’u”, nestaîn “nun’u”, ihdinâ “nâ’sı”1 hep bizlik şuurunu zihinlerimize perçinler. Bediüzzaman Hazretleri, bu âyetlerde neden “na’büdü” (biz ibadet ederiz) dendiğini, “a’büdü” (ben ibadet ederim) denmediğini izah ederken, üç ayrı bizlik kavramını gündemimize taşıyor: 1-Bütün mevcudat ‘biz’ kavramının içindedir. 2-Bedenimizdeki bütün hüceyrat ‘biz’ kavramının içindedir. 3-O camide o an namaz kılanlarla birlikte, bütün mü’minûn ve mü’minât ‘biz’ kavramının içindedirler.2 Bediüzzaman der ki: “Gördüm ki, âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsi mihraba teveccüh ederek, benim gibi “iyyake nabüdü ve iyyake nestain. İhdinâ..” deyip, her biri umum namına hem duâ, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar.”3 Âyet ve hadislerin genel çerçevesinden anlıyoruz ki, ‘bizlik’ şuuru, ‘ben’ duygusuna nispetle Allah’ın rızasına daha yakındır. Yani Allah’ın rızasını biz şuuru ile kazanmak, tek başına kazanmaktan daha kolaydır. Çünkü bizim sosyalleşmemizi ve duâda, ibadette, salih amellerde birlikte hareket etmemizi isteyen bizzat Cenab-ı Hak’tır. Meselâ “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın”4 âyeti uhrevî hizmetlerde birlikte adım atmayı emrediyor. Keza Kur’ân, “bizlik şuuruna” zarar veren çekişmeyi yasaklıyor: “Allah’a ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız, gücünüz gider. Sabredin; Allah sabredenlerle beraberdir.”5 Diğer yandan ‘bizlik’ şuurunun ibadet hayatında yoğun şekilde yaşanması için Peygamber Efendimiz (asm) cemaatle namazı önemle teşvik ediyor ve cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan 27 derece daha fazla sevap getirdiğini müjdeliyor.6 Hatta söz konusu ayet ve hadisler çerçevesinde bizlik ruhunu önemseyen Hanefi mezhebi, imamın fatihasını cemaatin fatihası sayıyor ve imam fatiha okurken cemaatin fatiha okumasını mekruh addediyor. Kezâ Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın rahmet ve rızasının, feyiz ve bereketinin “biz şuuruna ermiş cemaat” üzerine indiğini bildirmiş;7 “Allah’ın eli cemaat üzerindedir”8 buyurmuştur. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bir mum etrafında birer boy aynasıyla duran insanların aldığı eksiksiz ve tam ışık misâli ile “biz ruhuna” açıklık getiriyor. Misalde geçen ışık, nur olduğundan bölünme ve parçalanma olmaz ve her birisinin aynası tam bir mum ışığına sahip olur. Allah’ın feyzi, rızası, rahmeti, sevabı ve bereketi de ışık gibidir. Tüm ortaklara eksiksiz gider. Omuz vuranların hepsini eşit olarak ihya eder.9 Fakat herkesin, aynasının rengi, parlaklığı, kırıklığı, netliği veya körlüğü gibi özelliklerine göre derece derece ışık alacağı malumdur. Yani ışık hepsini birden eşit olarak kucaklar; ama her ayna kendisine gelen ışığı kendi kabiliyetine göre alır. Eğer sırrı bozulmuşsa ışığı içinde pek fazla tutamaz; gelen ışık geçer gider.10 Yarın inşâallah devam edelim. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Topkapı Sarayı’nda bir marifet dersi |
Tıp fakültesine yeni giren ve İstanbul’a ilk defa gelen, solculukta samimî “Tahsin” isimli bir tanıdıkla, yaratılış konusunu konuştuk saatlerce. Sohbetin sonunda şu teklifte bulundum: “Önümüzdeki cumartesi seninle Topkapı Sarayı Müzesi’ni gezmeye gidelim mi?” “Bana kılavuzluk yaparsan memnun olurum!” diyerek teklifimi kabul etti. Sözleştiğimiz saat ve mekânda buluştuk. Muhteşem müze tam dört saatimizi almıştı. Ne var ki, bu ziyaretimiz yine de üstünkörü olmuştu. Öylesine antika san’at eserleri, öylesine tarihî şahsiyetlere ait hatıralar vardı ki, bu sınırlı saatlere sığdırılacak gibi değil; belki haftalar ayırmak gerekirdi! Ziyaretin sonunda, “Nasıl buldun?” diye sordum. “Tek kelimeyle harika!” Daha önceden kurguladığım soruyu sordum: “Sence bu müze niçin yapıldı?” “Elbette insanlar ziyaret etsin, tarihin dilimlerinde insanların ortaya koyduğu harika san’at eserlerini izlesinler, ibret alsınlar diye…” “Haklısın! Fuar ve sergileri bir maymunun veya devenin gezdiği görülmemiştir. İşte şu kâinat da, atomaltı parçalardan galaksilere kadar antika san’atlarla dolu muhteşem bir müze, bir san’at fuarı gibidir. Her saniye, her dakika, her gün milyarlarca değişik filmler sahnelenmektedir.” Onun herhangi bir cevap vermesine fırsat vermeden hemen şu soruyu ekledim: “Ne dersin, bu saray/müze ve müzedeki antika san’at eserleri kendi kendine olabilir mi?” Ne demek istediğimi anlamıştı. Sustu. İkinci soruyu ekledim: “Sebepler icat edebilir mi?” “Tabiî ki hayır!” “Şimdi kendine, hücrelerine, organlarına, duyularına, duygularına dikkatle bak! Sonra gözlerini fezaya/uzaya çevir. Sonra da yeryüzünü bakışlarınla tara. Göreceksin ki, sen küçültülmüş bir kâinatsın! Şu müzeyle asla kıyaslanamayacak çapta daha muazzam bir san’at eserisin. Şu güneşe, uzaydaki cirimlere, unsurlara bak! Ağaçlara, toprağa, gökyüzüne, yıldızlara dikkat et! O muhteşem sergiler/fuarlar/müzelerin bir ustası, bir san’atkârı yok mu? Ve bunları yaratmasının bir sebebi yok mu? Akıllı/şuurlu insanlar ziyaret etsinler, gözlemlerde bulunsunlar ve sanatkârını takdir etsinler diye değil mi?...” 14.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İki seçim arası iki referandum |
Türkiye'nin—son 50 yıllık—demokrasi tarihinde, şimdiye kadar toplam altı kez referanduma (halk oylaması) gidildi. Bunların ilk ikisi, 1960 ve 1980 darbesinden sonra yapıldı. Cuntacıların siparişiyle hazırlanan anayasalar, tek yanlı bir propaganda ile halka dayatılarak kabul ettirildi. 61 Anayasası, yüzde 61,5 kabul oyu görürken, 82 Anayasası ise, yüzde 91,5 oy oranıyla kabul gördü. 3. ve 4. referandum ise, 1987 ve '88 yıllarında yapıldı. 13 Kasım 1987'de darbecilerin tasarrufu olan "siyasî yasaklar"la ilgiliydi. Referandum, bıçak sırtında bir küsûratla yasakların kalması yönünde neticelendi. (NOT: Araya genel seçimler girdi: 29 Kasım 1987) 25 Eylül 1988'de ise, "5 yılda bir yapılan mahallî seçimlerin 4 yıla indirilmesi" şeklindeki teklif, yüzde 65 oy oranıyla reddedildi. Türkiye'de yapılan son iki referandumun diğerlerinden farkı, her ikisinin de iki genel seçim arasında (2007–2011) gerçekleşmiş olmasıdır. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesini netice veren 21 Ekim 2007 tarihli referandumda yüzde 31 "Hayır" oyuna mukabil yüzde 69 "Evet" oyu çıktı. (Buna göre, 12. Cumhurbaşkanı halkın oylarıyla seçilecek demektir.) 12 Eylül 2010'da yapılan ve 82 Anayasasında kısmî değişikliği öngören son referandumda ise, "Hayır" oyları yüzde 42, "Evet" oyları yüzde 58 şeklinde neticelenmiş oldu.
Gündem, genel seçim
Hararetli yaz günlerini referandum maratonuyla geçiren Türkiye'nin şimdiki siyasî gündemi "genel seçim"ler. Normal seçim tarihi: Temmuz 2011. Yani, 9–10 ay sonra. Ne var ki, seçimin bunaltıcı Temmuz sıcağında olmasını partilerin hemen hiçbiri arzu etmez. Bu sebeple, genel seçimlerin erkene alınması, yahut öne çekilmesi kuvvetle muhtemeldir. Seçimlerin normal zamandan önce yapılması ihtimalinin—sıcağın dışında—daha başka sebepleri de var. Birincisi: Muhalefet partileri, referandum sürecinde "Evet"e kaptırmış oldukları seçmenlerinin AKP'ye transferini önlemek için. İkincisi: İktidar partisi, galip gelen "Evet"in sinerjisini genel seçim atmosferine yansıtmak için. Zuhur eden hemen bütün sebeplerin ittifakıyla, genel seçim tarihinin daha erkene alınması kaçınılmaz gibi görünüyor.
Büyük Otogarın büyük çilesi
İstanbul Esenler'deki Büyük Otogar'ın bilhassa "yolcu girişi" kısmında yaşanan sıkıntı, cidden dayanılmaz boyutlara ulaştı. Hafta sonu ve bayram günleri ise, yolcuları iyiden iyiye bunaltan, sinirleri tahrip eden bir çileye dönüşüyor. Evvelki gün akşam saatlerinde, neredeyse bir fâcia yaşanacaktı. 50 yolcu kapasiteli bir otobüsle, vasatî 1,5 saatlik bir yoldan geldik. Ancak, hiç mübâlağısız tam bir saat müddetle otogarın giriş kısmında çile doldurduk. Otogarın labirentten farksız, üstelik çukurlu tümsekli zeminindeki geçitleri tamamen kitlenmiş durumdaydı. Yolcular, bir saat beklemekle sıkıntıdan patlayacak duruma geldiler. Bagajsızlar için kapıları açtılar. Onlar indi, gitti. Bagajlı ve bilhassa bebekli/çocuklu aileler ise, bazıları çıldırma noktasına geldi. Rahatsız olan çocuk ağlamalarına hiç susmayan telefon sesleri de karışınca, 45–50 yaşlarındaki bir şahıs kendini kaybetti ve etrafı yumruklamaya başladı. Adam neredeyse otobüsün camlarını kırıp indirecekti ki, nihayet bir saat sonra perona yaklaştığımız müjdesi verildi. Otogarın çıkışında ciddî bir sıkıntı yaşanmıyor. Ancak, giriş kısmı normal zamanda dahi yolcuyu canından bezdirecek kadar berbat mı, berbat bir durumda. Buna bir çare bulması gereken ilgililere, sorumlulara duyrulur.
Tarihin yorumu 14 Eylül 1920
İçki yasağının ağır bedeli
Millî Mücadelenin merkezi olarak Ankara'da teşkil olunan (23 Nisan) Millet Meclisinin ilk gündem maddelerinden biri "men–i müskirat" meselesiydi. Aylar süren tartışmaların ardından, "Men–i Müskirat Kànunu" nihayet 14 Eylül 1920'de kabul edilerek yürürlüğe kondu. Böylelikle, Mîsak–ı Millî sınırları içinde alkol ve sair sarhoşluk veren maddelerin üretilmesi, satılması ve alenen kullanılması kànunen yasaklanmış oldu. * * * Bu konuyu Meclis'in gündemine getiren kişi, Trabzon mebusu Ali Şükrü Beydir. Alkol yasağı teklifine karşı çıkan ve bu sebeple Ali Şükrü Beyle ciddi tartışmalar içine giren kişi ise, M. Kemal oldu. Böylelikle, Meclis kendi içinde ikiye bölünme sancıları çekmeye başladı. Ancak, bu bölünme hali, savaşın bitimine kadar gizli ve perde altında kaldı. İstiklâl Harbi biter bitmez, bölünme sancısı yeniden şiddetlendi ve patlama noktasına geldi. İçkiyi yasaklatan, Lozan'a karşı çıkan ve nihayet Bediüzzaman'ın on maddelik "Beyannâme"sini matbaasında tab'ettiren Ali Şükrü Bey, Çankaya muhafız komutanı Topal Osman'a boğdurulmak sûretiyle bertaraf edildi. Topal Osman Ağanın kim/kimler tarafından cinayete azmettirildiğini meçhûl kılmak için, Ağanın kendisi de kurşunlanarak öldürüldü ve her ihtimale karşı kafası kesilerek cinayetlerin üstü kalın ve karanlıklı bir perde ile örtülmüş oldu. Aradan 90 yıllık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Ankara'da işlenen siyasî cinayetlerin üzerindeki sis perdesi, ne yazık ki hâlâ izâle edilebilmiş değil. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Ali Bey’in not defterinden |
“Aslen Aksekiliyiz. Konya’da bir süre ticaretle meşgul olduktan sonra İstanbul’a yerleştik. İstanbul’da ticarî faaliyetlerimizi büyüttük. Gün geçtikçe artan bir tempo ile çalışmalarımız devam ediyor. Allah’ın yardımı ve inayeti ile tekstil fabrikamızda üç yüz kişi çalışıyor, evine ekmek götürüyordu. Babaannemin duâları ve annemin tavsiyeleri ile hayırlarımızı ve hasenatımızı rahatça, aksatmadan yapıyorduk. Annem rahmetli olunca bizde kırılma çizgisinin başladığını sonradan fark ettim. O rahmetli insanın, evin direği ve bereketin kaynağı olduğunu anladım. Yaşlı babaannem ağzı duâlı, muttaki bir insandı. Herkes onun duâsını almaya ziyarete gelirdi. Özellikle vücudun bir yerinde iyileşmeyen yara, bere, çıban olduğunda ona okuttuklarında geçerdi. Bütün aile fertleri, her zaman babamın evinde toplanırdık. Büyüklerimizi ziyaretler eder, gönüllerini eder, dualarını alır, birlikte yiyip içip evlerimize dağılırdık. Bu sevgi, muhabbet, samimiyet, bereket annemin vefatına kadar sürdü. Annem vefat edince babamın evlenmesi gerektiği kararına vardık. Babam acele davrandı ve evlenme teşebbüsü ânında, bizlerin istişaresi dışında bir evlilik gerçekleştirdi. Bizler her ne kadar olumlu, yapıcı ve destekleyici olsak da karşı taraftan gerekli, olumlu ve hoşgörülü davranışlar görememeye başladık. İlk mağdur olan da babaannem oldu. Kısa zamanda huzursuzluklar, sıkıntılar, dışlanmalar, uyumsuzluklar başladı. Yaşlı, pirifâni bir insan seccadesinin kapladığı yer kadar bir mekâna sığamamış duruma geldi. Bu durum başta babamı çok üzüyordu, ama hiç konuşmuyordu. Onun konuşmadığı ve sustuğu bir ortamda bizim söyleyecek çok şeyimiz olduğu halde, nezaketimiz, aldığımız terbiye gereği sustuk, üzüntülerimizi içimize gömdük. Sonunda babaanneme yer aranmaya başlandı. Hanımım ve kız kardeşimle görüştüm ve babaannemi yanımıza aldık. Kadıncağıza alıştığı bir ortamdan, oğlundan ayrılmak çok zoruna gitti. Babamın evinden ayrılıp bize geldikten sonra üzüntüsünden çok yaşamadı. Hatırladığım kadarıyla bedduâ etmezdi, ancak babamın eşine bedduâ etmişti. Günler geçtikçe ben annemin tavsiyelerinin ve babaannemin duâlarının üzerimizden eksilmesi ile bolluğun, bereketin ve huzurun azaldığını fark etmeye başladım. Gün geçtikçe aile içindeki sıkıntılar artıyordu. Babamın huzursuzluğu ve mutsuzluğu karşısında sessiz kalışı bizleri de huzursuz ediyordu. Hep sıkıntılarını içine atıyordu. Bizlere gelmezler, bizim de onlara gitmemizden hoşnut olmazlardı. Bu aile sıkıntılarının stresi evimize, eşimize, işimize yansımaya başladı. Muhabbetin, samimiyetin ve bereketin eksildiğini fark edebiliyorduk. Bu şekildeki kötü gidişin emareleri hızlı bir şekilde kendini göstermeye başladı. Son ekonomik kriz nedeniyle işlerimizdeki olumlu çark durmuş; hatta geri dönmeye başlamıştı. Ne kadar çalışsam, gayret etsem de bir türlü işler yolunda gitmiyordu. Ekonominin içinde bulunduğu olumsuzluklar ekonomi piyasalarındaki bazı borcunu ödemek istemeyen simsarlara, fırsatçılara bahane olmuştu. Alacaklarımı tahsil edemiyordum. Bir taraftan da kul hakkı olması sebebiyle borçlarımı zar zor ödemeye çalışıyor, işçilerin alın teri kurumadan alacaklarını vermekte zorlanıyordum. Gittikçe alacak verecek arasındaki uçurum artıyordu. Babam evlendikten sonra harcamalarına maaşı yetmemeye başladı. Babama içinde bulunduğum ekonomik sıkıntıyı hissettirmeden, kendimde olmasa bile birilerinden borç bulup onun ihtiyacını karşılıyordum. Sonunda fabrikam üretimi durdurdu, iflas ettim. İşçiler alacaklarını alarak, helâlleşerek, ağlaşarak, vedalaşarak peyderpey ayrıldılar. Şu anda kimseye borcum olmadığı gibi, alacaklarım da mahşere kaldı. Herkes benim rahatlığıma bakarak iflas etmiş bir insan nasıl bu kadar rahat olabilir, diyorlar. Rahatlağımın sebebi; benim gibi bir iş adamı arkadaşımda iflas etmişti. İflas ettikten kısa bir sonra, en sevdiği küçük kızı hastalanmış. Çocuğuna kan kanseri teşhisi konmuş. Bir taraftan iflas durumunun üzüntüleri, sıkıntıları ve problemleri bir taraftan da gözünün önünde en sevdiği, biricik canı, çocuğu eriyip, ölüp gidecekti. İki üzüntünün ıstırabını ruhunun derinliklerinde hissedip, acı içinde yaşarken, çocuğunu ileri tetkik için başka bir hastaneye götürüyor. Orada bütün testlerden, tahlillerden ve incelemelerden geçtikten sonra, çocuğun bir hastalığının olmadığı anlaşılıyor. Oysa önceki hastanede tahlillerde karışıklık olmuş! Yanlış teşhis konmuş. Bu durumda, çocuğunun sağlıklı olduğunu öğrenen arkadaşı o sevinçle, neşeyle Allah’a şükürler ediyor ve iflas ettiğine de üzülmüyor. Zaten üzülse de sonuçta bir şey değişmeyecek.” Başından geçenleri bizlere anlatan Ali Bey de, bu sebeble Allah’ın verdiği sağlık ve başka binlerce nimete şükürler ediyor, üzülmüyor. O hiçbir zaman inancını kaybetmemiş. “Allah verdi, Allah aldı” diyor. Unutmadığı bir şey var ki: Hayırlı bol zenginliklere ve bereketli kazançlara annesinin tavsiyeleri istikametinde çalışarak ve babaannesinin duâlarının neticesinde kavuşmuş olduğudur. Babaannesinin bedduâsına maruz kalan üvey annesi ile ilgili bildiklerini kendinde özel olarak kalmasını tercih ediyor. Onun da her türlü ihtiyaçlarını kendisinin karşıladığını ifade etmekte. Hasta, yardıma ve bakıma muhtaç insanlara yardım etmenin, onları desteklemenin sevabının, feyiz ve faziletinin ne kadar kıymetli ve önemli olduğunun farkındar. Her iyi amelin ve güzel davranışın mükâfatını Cenâb-ı Allah’ın vereceğine yürekten inanıyor. Bu inancını, hayatında bir düstur ve prensip olarak kabul ediyor. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Sıra yeni anayasada |
Türkiye, eksik ve yetersiz içeriğiyle mâkûsen mütenasip, yani ters orantılı bir şekilde aylardır gündemin ilk sırasına koyup, özellikle sürecin sonlarına doğru giderek gerginleşen bir ortamda yoğun şekilde tartıştığı 12 Eylül referandumunu nihayet geride bıraktı. İlk tesbitlere göre yüzde 80’e yakın bir katılım oranıyla gerçekleşen referandumda “evet” oylarının yüzde 58’e ulaşmasını, toplumdaki demokrasi talebinin bir ifadesi olarak yorumlamak gerekiyor. Ama bu demek değil ki, “hayır” oyu veren yüzde 42’nin böyle bir talebi yok. Onların da en azından büyük çoğunluğunun demokrasiden yana olduğunu, ancak paket üzerinden iktidara bir reddiye mesajı verdiklerini söylemek yanlış olmaz. Çünkü referandum kampanyalarının özellikle son döneminde mesele böyle bir zemine çekildi. Bunda, muhalefet kadar iktidar kanadının da katkısı oldu. Meselâ Arınç, 15 Ağustos’ta Hürriyet’e manşet olan beyanında, “Açık farklı bir oran bizim için güvenoyu gibi olur” dedi. Gerçi parti ve hükümet cenahından, “Bu, partilerin oylanacağı bir seçim değil” mesajları da verildi, ama Arınç’ın bunlarla çelişen ifadesi de kayıtlara geçti. Başbakanın, referandum sonuçları belli olduktan sonra yaptığı ve bazı medya organlarında “ikinci balkon konuşması” diye sunulan açıklama da “yüzde 58 evet”i güvenoyu olarak algılamayacakları yönünde; ancak dış basındaki yorumlar da referans gösterilerek, bu sonucu “AKP’nin zaferi ve seçim provasındaki başarısı” olarak takdim eden değerlendirmeler yapılması dikkat çekiyor. Yani, el altından yine aynı hava estiriliyor. Yine Başbakan, sonucu “darbeci zihniyetin yenilgisi” olarak yorumladı. Paketin bu değerlendirmeye dayanak teşkil edecek kuvvete sahip bir muhtevadan mahrum olduğunu ifade edegeldik. Ancak çıkan sonucu, “seçmenin darbeci zihniyete tepkisi” olarak okumak ayrı birşey. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 1982’de 12 Eylül Anayasasına yüzde 92 oranında kabul oyu verme yanlışı, 28 sene sonra kısmen de olsa telâfi edilmiş oldu. Daha doğrusu o sürece girildiğinin işareti verildi. Eğer paket bir “AKP projesi” olarak gündeme gelmese ve geniş bir uzlaşma ile halk oyuna götürülebilse idi, “evet”ler çok daha yüksek olabilirdi. Ama asıl olan, anayasa meselesinin böyle eksik ve yetersiz paketlerle değil, topyekûn bir yenileme projesiyle halledilmesi; darbe anayasasının tümüyle yürürlükten kaldırılıp, yerine çağdaş hukuk ve demokrasi kriterlerine uygun yeni, sivil, demokratik, çoğulcu bir anayasanın ikame edilmesi. Rejimin temel ve kronik sorunlarına neşter atan böyle kapsamlı bir demokratik anayasa reformu gerçekleştirilemediği müddetçe, Türkiye 12 Eylül, hattâ 27 Mayıs düzenini aşmayı başaramaz. 13 Eylül’den itibaren siyasetin ana gündemi bu olmalı. Ve herkesi tatmin edecek şekilde bir çözüme varılıncaya kadar bu işin peşi bırakılmamalı. Bakalım, siyaset, gecikildikçe faturası büyüyen bu devâsâ demokrasi reformunu ne zaman başaracak ve bu hayırlı hamle kimlere nasip olacak? Bu noktada özellikle iktidar partisinin, konuyu, son günlerde Başbakanın verdiği işaretlerde görüldüğü gibi kişiye ve kendisine endeksli projeler şeklinde gündeme getirmesi halinde, işin yine çıkmaza gireceğini şimdiden ifade etmek isteriz. Daha açık söyleyecek olursak: Referandum sonucundan alınan “gaz”la, demokratik altyapısını oluşturmadan başkanlık sistemini öne çıkaracak bir anayasa projesinin ters tepme ihtimali büyük. Referandum sonucundan ders çıkarması gereken en önemli adreslerden biri de yargı olsa gerek. “Yargı iktidarın kontrolüne giriyor, yandaş yargı oluşuyor” iddiası üzerine bina edilen eleştirileri toplumdaki ekseriyet niçin kaale almadı? Çünkü özellikle 28 Şubat’tan bu yana yargının verdiği “Adaleti değil, ideoloji ve siyaseti esas alıyor” imajı, yargıya duyulan güveni ciddî şekilde zedeledi. Yargı samimî ve esaslı bir özeleştiri ile bu durumu değerlendirip bir an önce düzeltmek zorunda. Sonuç: Paket tamam, şimdi sıra yeni anayasada. 14.09.2010 E-Posta: [email protected] |