Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Dersim kimin işiydi? |
Başbakanla CHP Genel Başkanı arasında devam eden ve karşılıklı olarak seviyeyi her geçen gün daha da aşağı çektikleri tartışmaların “beyaz kefen” faslıyla ilgili olarak, Erdoğan İzmir mitinginde Dersim’den bahis açtı: “Dersim katliâmında oradaki vatandaşları bombalayan uçakların talimatını gönderen, kararı alan Cumhurbaşkanı kimdi? İsmet İnönü. Çok çeşitli rivayetler var, 10-20-50 bin kişinin ‘Vergi vermediler, bunlar asidir’ diye öldürüldüğü söylenir. Munzur Çayı günlerce kan aktı. Buna fırsat veren CHP zihniyeti. Bunları ben hayalî konuşmuyorum. Belgelerle konuşuyorum.” Hatırlanacağı gibi, evvelce Baykal dönemi CHP Genel Başkan Yardımcılarından olan ve yeni dönemde sesi soluğu kesilen Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözüyle patlak veren hararetli tartışma epeyce gündem oluşturmuştu. Öymen’in, tepkileri “Dersim isyanı Atatürk döneminde bastırılmıştı, sıkıysa onu eleştirin” çıkışıyla püskürtmeye çalıştığı tartışmada, o zaman sade bir milletvekili olan Kılıçdaroğlu, Dersimli de olması hasebiyle, Öymen’i eleştiren bir çıkış yapacak gibi olmuş, ama arkasını getirememişti. Şimdi Erdoğan onu oradan vurmak istiyor. Ama yanlış bir çıkış noktasından hareket ediyor. Dersim katliâmındaki bombaların talimatını Cumhurbaşkanı olarak İnönü’nün verdiğini söylüyor. Ama o sırada Çankaya’da M. Kemal’in oturduğunu, hele son tartışmalardan sonra herkes biliyor. Buna rağmen Erdoğan işi İnönü’ye yıkıyor ve bunu yaparken “Belgelerle konuşuyorum” diyerek de son derece ironik bir çelişki sergiliyor. Bu tavır, 1950 öncesi tek parti devrindeki zulüm, haksızlık ve olumsuzlukların faturasını tamamen İsmet Paşaya kesip, M. Kemal’i ibra ettirmeye dayalı Millî Görüş refleksinin bir tezahürü. Erbakan da 1945 öncesinin iktidarlarını ve icraatlarını kesinlikle tenkit dışı tuttuğunu, aksine, fırsat buldukça övüp yücelttiğini ifade ediyordu. Ve bir mülâkatında açıkça şöyle diyordu: “Dikkat edin, biz bu iktidarları eleştirirken 50 yıllık iktidarlar diyoruz, 70 yıl demiyoruz. Yani Atatürk’ün dönemini ayrı tutuyoruz.” (Fatih Çekirge, Sabah, 21.2.1994; Millî Gazete, 22.2.1994; Yeni Asya, 24.2.1994; Din ve Siyaset kitabımız, s. 36) O mülâkatta “Bizim şahsiyetli politikamız Atatürk’ün politikasıyla aynıdır” diyen Erbakan, ertesi gün Milliyet’te çıkan beyanında da “Atatürk döneminde yapılanlar bizim görüşlerimize uygundur” ifadesini kullanmakta beis görmemişti. Aynı günlerde “en büyük Atatürkçü”nün kendi partisi olduğunu ve Atatürk hayatta olsaydı RP’yi tercih edeceğini her vesileyle tekrarlayan beyanlar da yine Erbakan’dan sâdır olmuştu. Ve onun rahle-i tedrisinde yetişen Erdoğan da, RP’nin İstanbul belediye başkan adayı sıfatıyla yaptığı konuşmalarda “Atatürk’le birçok ortak noktamız var” diyordu (Din ve Siyaset kitabımız, s. 34 v.d.). Erdoğan AKP’ye genel başkan ve ülkeye başbakan olduktan sonra, bahsettiği bu “ortak nokta”ları iyice açtı. Ve meseleyi, “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmektir” diyebilecek bir noktaya kadar taşıdı. Birçok AKP’li bakan ve milletvekili de yerli yersiz Atatürkçülük vurguları yaparak, “En büyük Atatürkçü biziz” nutukları atarak, yaptıklarını söyledikleri “hizmet”leri Atatürkçülüğe mal ederek hem liderlerinin açtığı yolda yürüyor, hem de bu noktadaki Millî Görüş refleksini sürdürüyorlar. AKP Zonguldak Milletvekili Fazlı Erdoğan’ın “Atatürk şu anda hayatta olsa var ya, ‘Ben 73 milyonu muasır medeniyete ulaştırmak isteyen partinin genel başkanı olmak isterim’ derdi ve başarımızdan dolayı hem tebrik eder, hem de görev almak istese AK Parti’nin genel başkanlığına belki kendini lâyık görürdü” (Hürriyet, 9.8.10) şeklindeki sözleri, bunun en son örneğini oluşturuyor. Böylece, Millî Görüşün de, onun içinden gelip “gömlek değiştirerek,” ama aynı zihniyetle yola devam edenlerin de çıkış noktalarındaki en esaslı tıkanma sebebi bir kez daha kendisini gösteriyor. 14.08.2010 E-Posta: [email protected] |