Nejat EREN |
|
İslâmiyeti doğru anlamak üzerine - 4‘ |
Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun!’
Bediüzzaman’ın sıralamasıyla “Herşeyden evvel bize lâzım olan”ın “sıdk, doğruluk”; sonra “yalan söylememek”, sonra “sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd” olduğu tesbitine göre; en başta “Hakka” karşı olmak üzere, kendimize ve insanlığa karşı doğru olmak, ihlâsı kazanmak, sadakat, hakta sebat, inananlarla tesanüd ve dayanışma içerisinde olmak hususları, şahsî ve sosyal hayat için oldukça manidar değil mi? “Küfrün mahiyetinin yalan, imanın mahiyetinin sıdk olduğu” kesin hükmü karşısında, bile bile günlük hayatta kullanılan bunca yalanın İslâm milletinin tesanüdüne indirdiği darbeyi nasıl bertaraf edeceğimize dair plânımız var mı? “Toplumun ileri gelenlerinden beklenen şeyin en başta ihlâs, manevî büyük cihad, nefsin tarafgirliğini ve şahsî menfaatleri terk etme, İslâmiyet’in özelliği ve mayası olan muhabbeti yaşayıp yaşatma” olduğu gerçeği karşısında bir kıpırdanmamız var mı? “Süphan Dağı kadar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle ortaya çıkan muhabbeti, çocukça bahanelerle, bazı meşrû olmayan hareketlerden ortaya çıkan düşmanlığa karşı hafif görme” tehlikesi karşısında mukabil bir hareket planımız var mıdır? “Muhabbeti gerektiren İslâmiyet ve insaniyetin, Uhud Dağı gibi olduğu; düşmanlığı netice veren sebeplerin bazı küçük çakıl taşları gibi olduğu” hakikatine rağmen, “muhabbeti düşmanlığa mağlûp ettiren adamın, hakikat nazarında Uhud Dağını bir çakıl taşından aşağı dereceye indirmek kadar ahmakane hareket ettiği” cinayetine karşı hâlâ küçük meselelerle vakit zayi etme ve birbirimizin ayıbını arama hunharlığına devam edecek miyiz? “Düşmanlıkla muhabbetin, ışık ve karanlık gibi, birleşemeyeceği gerçeği” karşısında muhabbeti yaygınlaştırmak için yaptığımız bir gayret ve faaliyetimiz var mı? “Muhabbet duygusuna karşı muhabbetin; düşmanlık duygusuna karşı düşmanlık etmenin büyük bir saadet kaynağı olduğunun” aşk ve şevkiyle hareket etme arzu ve meyilimiz var mı? “Esas gayesi İslâmın kalb ışığı ve fikir nuru; mesleği muhabbet; prensibi nefsin heveslerini gemlemek, manevî haz şekli mahviyet” olma hâletini yakalayıp devam ettirme yol ve metotlarını tatbik etme projemiz var mı? “Dünyevî maksat için dini kullanmanın, koyun postuna bürünen kurda benzemesi; din ile dünya avına gidenin, ya menhus bir lezzet veya bir yanlış hükümle onu aldatacağı” hakikati karşısında hâlâ dünyevî noktaları düşünmeye mi devam edeceğiz? “Her zaman ve her yerde sözümüzün, fiilimizi tasdik etmesi gerektiğini; başkasının kusurunu kendimize özür gösterme yanlışından vazgeçmemizi; işi birbirimize havale etmenin ne kadar yanlış olduğunu; üzerimize vâcip olan hizmetlerimizde tembellik etmememiz gerektiğini; kaybolan değerlerimizi telâfi etmek için dert ve hallerimizi karşılıklı dinleyerek, istişare ederek, bir parça şahsî keyflerimizi terk ederek başkalarının hâlini sormak lâzım geldiğini” insanlık için kararlı bir şekilde yapmayı düşünebiliyor muyuz? “İslâmiyetin gereği ve özelliğinin metanet, sebat, hakka taraftarlık, dini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmedeki ciddiyet ve sağlamlığı devam ettirmek olduğu”nu; “cehaletten, muhakemesizlikten doğan taassup olmadığı”nı; “taassubun en dehşetlisinin, bazı Avrupa taklitçileri ve dinsizlerinde bulunan yüzeysel şüphelerinde inatlaşarak ısrar göstermeleri” olduğunu, “delile yapışan âlimlerin bunlardan uzak olduğunu” biliyor muyuz? Bu meziyetlerin dertlerimizin dermanı olmasını kabullenerek uymaya hazır mıyız? “Hakikî imana sahip olan ve doğru yolda olanların, dünyâda dahi bir mânevî Cennet içinde İslâmiyet ve insâniyet mîdesiyle ve îmânın tecelliyâtiyle ve cilveleriyle mânevî Cennet lezzetlerini tadabilecekleri, îmân derecelerine göre istifâde edebilecekleri” müjdesini paylaşabileceğimiz dost ve potansiyel dostları arayıp birlikte olma plânlarımız var mı? “Avrupalıların teknolojik gelişmede geleceğe uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette orta çağda durduran altı hastalığın: “Ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi”, “Doğruluğun, sıdkın siyasî hayatta ölmesi”, “Düşmanlığa muhabbet”, “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek”, “Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yaygınlaşan eden baskı ve zorbalık”, “Enerjisini şahsî menfaatine harcamak” olduğu cihanşumul tesbiti karşısında, bu alanda ne kadar mesafe kat ettiğimizi sorgulayabiliyor muyuz? Herşeye rağmen: “İstikbalin, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacağı, hâkimiyetin, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacağına tam olarak inanmak” hükmü karşısında ne gibi bir hazırlığımız ve gayretimiz var? “Bir insan kalbinin özünde hak dinin cevheri bulunmazsa, o insanın ve insanlığın başında maddî, mânevî kıyametler kopacağını ve o insanın hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacağı” dehşetini yaşayan bunca ferde imanî hakikatleri götürme gayret ve himmetimiz var mı? Bir Kur’ân taraftarı ve Müslümanlar olarak delillere dayanmak, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye girmek; başka dinlerin bazı fertleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmamak; bundan dolayı da “akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân'ın hükmedeceğine” tam iman etmeyi tavsiye edebilme gayret ve şevkimiz var mı? Son olarak bir müjdeyle noktalamaya çalışalım: “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb (kınama, azarlama) ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya (hakka) tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.” Cenâb-ı Hak İslâm ve Kur’ân’a tam olarak uyan bir hayatı öğrenip yaşamayı ve yaşatmayı; cüz’i irademizi Kendi küllî iradesinin emrinde harcamayı nasip ve müyesser etsin İnşallah.
(SON) 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |