Nejat EREN |
|
İslâm kardeşliğinin tesisi |
İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 3
İşleri karıştırmak, tahrip, kışkırtıcılık ve anarşi ruh hâlini anlatan; kop koyu bir cehalet, vazgeçilmez bir inat, bitmeyen bir garaz, söndürülemeyen bir intikam duygusu, maymun misâl taklitçilik, habis bir gevezelik ve boşboğazlığın iktidar olduğu hâlet-i ruhiyenin “saadet kaynağımız” olan “meşvereti” incittiği tesbitinin önemini ne kadar idrak ediyoruz acaba? Tatbikatın öne çıkıp gerçeklerle yüzleşmenin bir tesbiti olan “Müştebih ağaçları gösteren semereleridir”; yani “birbirine benzeyen ağaçları ayırt edecek tek şey onların meyveleridir” hakikatiyle yüzleşmeyi yapabiliyor muyuz? Hakperest, makul, mantıklı ve akılcı bir değerlendirme olan; herhangi bir hükûmeti, şahsı, grubu, cemaati, milleti, olayı ve faaliyeti değerlendirmedeki kıstas ve ölçü, denge ve yorum olan: “Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum”, yani bir hükümeti, bir grubu veya şahsı değerlendirmede ölçü; onun iyilikleri ile kötülüklerini birlikte değerlendirip; iyiliklerinin biraz fazla olması halinde onun aleyhinde bulunmamak ve iyiliğine hükmetmektir. Aksi halde “hatasız ve günahsız” hükümetin, insan ve grubun olması mümkün değildir. “İslâmiyetin faziletleriyle ziynetlenmeyen bir kalpten hakikî hamiyet, sadakat ve adalet beklenemeyeceğini; iş yapmanın ayrı bir maharet olduğundan günahkâr birisinin de kendi mesleğinde / uzmanlık sahasında çok güzel işler yapıp başarılara imza atabileceği” gerçeğini etrafımızdaki insanlar için tatbik etme durumumuz nedir? “Hastalık ve dert teşhis edilmişse netice almanın daha kolay olduğunu, büyük işlerde sadece kabahat ve noksanları görenin ya aldanıp, ya da aldatacağını, cerbezenin özelliğinin ise hep kusurları büyüterek güzellikleri göstermemek olduğu” tesbiti karşısında, cerbeze gibi mânevî hastalıklarımıza karşı duruşumuz nedir? “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” muhteşem tesbitini yayıp yaygınlaştırıyor, yaşayıp yaşatabiliyor muyuz? “Hastalıkların gizlendiği zaman daha zararlı olacağını, sıkışan buharın bir yol bulup çıkamadığı zaman deprem meydana getireceğini” tesbit ederek “halı altına süpürülen olayların” bizi zamanla sıkboğaz edeceğini idrak edip çözüm yolları arıyor muyuz? Bediüzzaman, eskiden Müslümanların zengin, Batılıların fakir olmasına karşılık; şimdi işin tersine dönmesinin hikmeti ve sebebleriyle ilgili olarak da: Terakkînin; “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm Sûresi: 39.) olan Allah’ın fermanından istifade eden çalışma arzusunun ve Peygamberimizin (asm) “Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur” sözünden istifade eden kazanma arzusunun devamında olduğunu; şimdi ise bu aşk ve şevk söndüğünden tekrar onları canlandırmak gerektiğini; ayrıca, Allah’ın kelâmına hizmetin şu zamanda maddî bakımdan da ilerlemeye bağlı olduğunu nazara veriyor. Bu tesbit karşısında fert ve câmia olarak sosyal ve iş hayatımızda müsbet bir teşebbüsümüz var mıdır? “Tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin sadece şekline takılıp kalanların, taklitten tahkike geçtikleri zaman şüphelerinin gideceği; bu durumda olanlara ‘dinsiz’ denilip itildiği ve hücum edildiği zaman şüphe ve tereddütlerinin artarak kendilerini İslâmiyet’ten hariç gibi düşünüp ümitsizliğe itilecekleri, hatta belki inat ederek İslâmiyetin zıddına hareketlere başlayabilecekleri” yorumuna karşı bir kıpırdanma ve hareket etmeyi, bir gayret ve harekete geçmeyi düşünüyor muyuz? “Fena adama ‘iyisin, iyisin’ denilse iyileştiği ve iyi adama ‘fenasın, fenasın’ denildikçe fenalaştığı; bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da hücum edilmemek gerektiği, çünkü çok fenalıkların iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve onu görmedikçe mahdut ve sınırlı kaldığı gibi sahibi de ar ve hayâ perdesi altında kendisini ıslâha çalıştığı; perde yırtılırsa, hayânın atılacağı, hücum gösterilse fenalığın fena bir şekilde gelişip genişleyeceği” hakikatini dikkate alabiliyor muyuz? “Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti gösterebilirsek, bundan sonra, dine yabancı olarak gördüklerimizden gruplar hâlinde İslâmiyete girenlerin olacağı” görüşüne karşı, dünya ülkelerindeki “potansiyel mü’minleri” de hedefleyen ileriye dönük bir gayret ve planımız var mı? Gerçeklerin ancak “kalb kulağıyla dinleyip, akıl gözüyle bakmak” süzgecinde olgunlaşabileceğinin idrakinde miyiz? “Hakikî milliyetimizin bir vücut; ruhunun İslâmiyet, aklının da Kur’ân ve iman“ olduğu gerçeğini, başta “ırkçılık ve menfî milliyeti” öne çıkaranlara anlatmak, izah etmek üzere, vatan sathında ve İslâm âleminde nasıl anlatacağımızın bir projesini yapabildik mi? “Herbir zamanın bir hükmü olduğu”, “bu zamanın ise, bazı ihtiyarlanmış âdetlerin yok edilip kaldırılmasına hükmettiği”, “zararlarının faydalarından fazla olması onların kaldırılmasına fetva verdirdiği” tesbitine göre yanlış gelenek ve ülfetimizi sonlandırma gayretimiz var mı? Sıdkın, İslâmiyet’in özü ve temeli, yüksek ahlâkın kaynağı olduğunu; öyleyse, hayat-ı içtimâiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde hayatlandırıp onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmemiz gerektiğinin ne kadar şuurundayız? “Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, İmân ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. (...) Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.”
—Devam Edecek— 12.08.2010 E-Posta: [email protected] |