12 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali Rıza AYDIN

Mağfiretin mevsimi


A+ | A-

K

avuştuk Ramazana, şükür Elhamdülillâh…

Nâr, dışarıda yakarken, kalplere nûr olacak. Ağustos’un hararetli günlerine geldi bu yıl Ramazan. Allah’ın rızası için, emrine âmâde insan. Çünkü, O diliyor, O istiyor; bize ihsan ediyor.

İslâm’ın beş şartının başta gelenlerinden biri, bu ayda oruç tutmak. “Oruç tutmak” olarak iştihar bulan bu ibadette “tutulan” kim acaba? Her hâlde tutulan, bizler olsak gerektir! Çünkü:

Oruç tutmak için ağzı tutmak, burnu tutmak, eli tutmak, dili tutmak, gözü tutmak, kulağı tutmak, çeneyi tutmak, ayağı tutmak, öfkeyi tutmak, hayali tutmak, şehveti tutmak ve… nefsin dizginlerini sımsıkı tutmak gerekir. Bundan sonra, oruç tutmuş olunur.

Hadis-i şerifte, şeytanların zincire vurulduğu ifade ediliyor. Allahü Zülcelâl, bizim için, madem şeytanı zincire vuruyor; biz de O’nun emri hakkına bütün duygularımızı ve lâtifelerimizi had altına almalıyız, değil mi? Hadisin devamında ise, her gece bir nidâ edicinin şöyle seslendiği bildiriliyor: “Ey hayırları arayan, hayra yönel! Ey şerleri arzulayan, vaz geç.” 1

Demek Rabbim, bize meydan açıyor, rahmetini saçıyor.

Bugünlerde dünyada, binlerce sevap seli; rahmet ise, sağanak… Mevlâ’nın merhamet eli insanlığı kuşatmış; bunları fark etmeli.

Gece gündüz emek verip büryan olan yürekler maksadına varmalı, murâdına ermeli.

Murâd: Cenâb-ı Hakkın marziyâtı, O'nun rızası. Çünkü Ramazan, rahmet ayıdır, mağfiret ve bağışlanma ayıdır.

Evet, “Bağışlanma ayı”dır!

Efendimiz (asm): “Üzerinden Ramazan gelip geçtiği hâlde günahları bağışlanmayan kişinin burnu yere sürtülsün” 2 diyor. Böyle bir kişiyi, böyle bir mü’mini; dolayısıyla böyle bir ziyanı, asla makul görmüyor! Şu hâlde, bize durmak yakışmaz.

Ramazan ayının yüksek faziletinden, büyük sevaplarından başka; bu ayda tutulacak orucun mü’mine kazandırdıkları, saymakla bitmez. Meselâ:

Bu ayda, Cenâb-ı Hakk’ın rububiyeti daha çok tecelli eder ve bu, daha çok fark edilir. İnsan, diğer zamanlarda burnundan gelesiye yeyip içtiği ve bol oluşundan dolayı varlığını bile hissedemediği nimetleri yiyemeyince, içemeyince kıymetini idrak eder, Rezzak’ına şükreder. Zenginler, şefkat ve merhamet duygularının galeyana gelmesi neticesinde zekâtlarıyla, fıtırlarıyla, sadakalarıyla, iftarlarıyla, ikramlarıyla fukaranın yardımına koşarlar. Her türlü ezaya, cezaya karşı direnen ve Rablık dâvâsı peşinde koşan nefis, oruca, karşı koyamaz; Rabbü’l-Âlemîn’in kudret ve azametini kabullenir: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin; ben Senin âciz bir abdinim” 3 der. Oruç, perhiz olur, ilâç olur insana; on bir ay harıl harıl çalışan mide ve midenin tahrik ettiği azalar şöyle bir “Ooh” der, dinlenir.

Âlemi nûrlandıran Kur’ân-ı Hakîm’in bu ayda nazil olmaya başlaması ve insanların onunla tanışması ve onula amel eden mü’minlerin Ramazan-ı Şerif’te Kur’ânî bir ahlâka bürünmeleri ise, kâinat vüs’atinde bir olay! Bakınız, Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delili olarak Kur’ân’ın indirildiği saydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.”4

Dahası, bir ayın bir gününde, bir ömrü kazanmak mümkün. Kadir bilen Mevlâ’mız, “Kadir Gecesi”ni ihsan etmiş ümmete. Âkıl olan her insan O'nu arar, O'na kanar, O'na yanar bu gece…

Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm: “Ramazan ayına bu ismin verilmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir”5 buyuruyor.

Ne büyük devlet!

Ey Rabbimiz! Bütün ümmeti, bu ayın feyiz ve bereketinden, rahmet ve mağfiretinden istifade edenlerden; hasenâta muvaffak olanlardan eyle.

Allah’ım! Şehr-i Ramazan hürmetine, Ramazanda nâzil olan Kur’ân hürmetine, Kur’ân’ın muallimi Habibin hürmetine bizleri, günahları yanıp eriyen kullarından eyle… Âmin.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 3: 1048 (Taberânî, Siyam, 59).

2- A.g.e., 1044 (Müsned, 2:204).

3- Said Nursî, Mektubat (yt), 686.

4- Bakara Sûresi, 185.

5- Câmiü’s-Sağîr, 2: 671 (Muhammed bin Mansur’dan).

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Referandum ve terör


A+ | A-

Hükümet, terör olaylarındaki tırmanışın ve buna bağlı olarak gelişen tahrik-galeyan provokasyonlarının önlenemeyip devam ediyor olmasını, referandum sürecini sabote etme amaçlı tertipler olarak değerlendiriyor.

Bu yorumun dayandırıldığı mantık şu:

Türkiye’de ne zaman bir demokratikleşme adımı gündeme gelecek olsa, onu engellemek için bilhassa terör eksenli provokasyonlar tezgâhlanır.

Ve yakın tarihten buna örnekler sıralanır.

Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde, 2007 referandumu öncesinde, yeni anayasa taslağı gündeme gelince, açılım projesinin ilerlediği düşünülürken... gerçekleşen büyük terör saldırıları gibi.

Aslında bu konunun daha detaylı şekilde araştırılması lâzım. Özellikle kamuoyunda büyük infial uyandıran, çok sayıda şehit verdiğimiz veya büyük kentlerde sivilleri hedef alan provokatif terör olayları olduğunda hangi konu gündemdeydi?

Haddizatında 12 Eylül öncesinde tırmandırılıp darbe sonrası bir anda bıçak gibi kesilen anarşik olaylar da bunun başlı başına çok tipik bir örneği.

O zaman şartlar elvermediği için çok esaslı bir demokrasi atılımı söz konusu değildi, ama o ortamda, eksiği gediğiyle de olsa bir demokrasinin varlığı dahi darbeciler açısından tahammül edilemez bir durumdu. Sırf bu sebeple, darbe ortamının olgunlaşması için sokakların kan gölüne çevrilmesine seyirci kaldıkları, kendi itiraflarıyla sabit.

Zayıf bir demokrasiye bile katlanamayanların, demokrasiyi güçlendirip derinleştirecek adım ve atılımları engellemeye çalışmaları gayet “normal.”

Bu noktada son derece çarpıcı bir başka örnek, 1993’te dönemin hükümeti tarafından “kanı durdurmak” üzere hazırlanan ve MGK’dan da geçirilen proje tam uygulamaya konulacakken, Bingöl’de 33 erin pusuya düşürülerek şehit edilmesi.

O hükümetin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, saldırıyı, “sorunun çözümünü istemeyenler tarafından tezgâhlanmış bir sabotaj” olarak nitelemişti.

Ve anlaşıldığı kadarıyla o proje, bugünün “adı var, kendisi yok” açılımından çok daha ciddî ve kapsamlıydı. Eğer hayata geçirilebilseydi, problemin çözümü noktasında hayli mesafe aldırabilecekti.

AKP hükümeti, kendi döneminde meydana gelen terör saldırıları sonrasında, “Demokratikleşme yürüyüşümüzü engellemeyi amaçlayan bu oyuna gelmeyeceğiz, ‘inadına demokrasi’ diyerek yola devam edeceğiz” mesajı verdi. Bu söylem ve yaklaşım doğruydu, ama ne yazık ki fiiliyata pek yansımadı.

İki dönemdir Meclis çoğunluğunu elinde bulundurmasına, ilâveten AB süreci de pozitif ve destekleyici bir dinamik olarak devrede olmasına rağmen, AKP demokratikleşmede ayak sürüdü.

Brüksel’in müzakereleri başlatma tarihi verdiği 17 Aralık 2004’ten sonra bu ipe un serme ve savsaklama tavrının daha da belirginleşmesi, çok anormaldi.

Keza, AB reformları çerçevesine oturtulsaydı çok daha sağlam bir zeminde yürütülebilecek olan “demokratik açılım” projesinin, AB sürecinden kopuk bir bağlamda, içi doldurulmadan ve yanlış yöntemlerle gündeme getirilmesi, tetiklediği reaksiyonlarla ortamı daha da kötüleştirdi.

Şimdi bir taraftan bu tepkilerle gerilip terör olaylarındaki tırmanış ve bunun tetiklediği provokasyonlarla kızışan bir atmosfer var, diğer taraftan demokratikleşme sürecindeki bu durgunluk.

Ve AKP, büyük ölçüde kendi “eser”i olan bu boşluğu, referanduma gidecek olan anayasa paketi ile “doldurma”ya çalışıyor. Paketi çok büyük bir “demokrasi hamlesi”ymiş gibi takdim etmek suretiyle de, önceki ihmallerini gözardı ettirip unutturmak istiyor.

Bu hesap tutacak mı, göreceğiz.

Terör ve provokasyonları “referandumu sabote etme” amacıyla izah eden yorumlar, konuya demokrasi açısından bakan kesimlerde olumlu yankı bulabilir; ancak terördeki artışı hükümetin beceriksizliğine bağlayanlarda tam tersine aksülamel yapabilir.

Referandum, paketin insicamsız içeriğinden bağımsız bir zemine kayarak, hükümet için “güvenoylaması”na dönüştüğü takdirde ise, ortaya çıkacak sonuç AKP açısından sıkıntılı sürprizler getirebilir.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bizim gözlerimiz ne zaman açılacak?


A+ | A-

Eski komünist SSCB’de, bir ilkokul öğretmeni, öğrencilerinden birer hatıralarını anlatmalarını ister. Biri kalkar ve şöyle der:

“Öğretmenim, bizim kedi yedi yavru doğurdu, yedisi de komünist!”

“Aferin yavrum, bir hafta sonra müfettiş gelecek, aynen anlatırsın, tamam mı?”

Müfettiş sınıfa girer. Öğretmen el-kol işaretleri, yüz mimikleriyle öğrencinin kalkıp bir hafta önceki kedi meselesini anlatmasını ister. Öğrenci kalkar:

“Öğretmenim, bizim kedi yedi yavru doğurdu, yedisi de demokrat!”

Başta öğretmen olmak üzere herkes şoke olmuştur!

“Nasıl olur, bir hafta önce öyle dememiştin; öyle değil mi çocuklar? ‘Yedisi de komünist’ demiştin!”

“Evet, ama, şimdi kedilerin gözü açıldı!”

Acaba bizim gözümüz ne zaman açılacak?

«««

Bilim; gözün yapısını; görme sistemini, nasıl gördüğünü inceler. Kur’ân, “Neyi, nasıl ve niçin?” görmemiz; bakışlarımıza hangi mânâyı yüklememiz gerektiği, tâbir-i diğerle “basîret” üzerinde durur.

Gözün san’atı, basîretin ise san'atkârı görmesi gerekir. Müze ve fuarlarda sergilenen herhangi bir esere baktığımızda hemen aklımıza usta, san'atkâr ve kâşifi geldiği gibi; nimete bakıldığı zaman nimeti veren, san’ata bakıldığı zaman Yaratıcısı, sebeplere nazar edildiğinde de gerçek tesir sahibi Allah zihne ve fikre gelmelidir. Tuhaftır ki, kâinat kitabını gözlemleri sonucunda keşif ve gözlemiyle ilgili yazdığı kitapların kendi adına okunmasını, incelenmesini isteyen bâzı ilim adamları; kâinat kitabını yazan Sonsuz Kudret ve İlim Sahibi’ni görmezden geliyor!

Gaflet, ülfet, alışkanlık ve cehâlet gözümüze perde çekmişse, zaman kaybetmeden derhal mânevî katarakt ameliyatı olmak gerekir. Kur’ân, bakar körlüğü ortadan kaldırır. Bakmanın, görmenin, fark etmenin önemini, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine...”, “Bakmazlar mı?”, “Bakınız”, “Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!”, “Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin”, “Gözünü çevir de bak, bir bozukluk, bir eksiklik görebiliyor musun?” 1 şeklinde pekçok emir ve tavsiyelerle belirtir. Gaflet perdesini yırtarak; başımızı kaldırıp, gözümüzü açarak, şu büyük kâinat kitâbına O’nun hesabına bakmamızı ister.

Dipnot:

1- Kur’ân, Rûm, 50; Gaşiye, 17; Âl-i İmrân, 137; Haşir, 2; Mülk, 3.

12.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Raşit YÜCEL

İstanbul’da Ramazan


A+ | A-

Ve Ramazan…

Hayata ayrı bir mânâ kazandırır.

İstanbul’da Ramazan bir başka yaşanır.

İstanbul’u İstanbul yapan mabedleridir.

Süleymaniye’den Eyüp Sultan’a, Sultanahmed’den Üsküdar’a, Beyazıt’tan Yeni Cami’ye…..

Minarelerden yükselen ezanlar çevresindeki sakinleri ayrı dünyalara götürür.

Her bir semti ayrı bir tarihi anlatır insanlara….

Sosyal hayatın şekli tamamen değişir.

Oruçları zevk ile tutulur, teravihleri huşu ile kılınır.

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a “Dünya Cenneti” demişti.

Avrupalı bir düşünür ise: "Dünya bir büyük ülke olsa, başşehri İstanbul olurdu” demiş.

Ben Ramazan’ın birkaç gününü İstanbul’da geçirdim.

Bir ömrün tamamını İstanbul’da geçirmek isterdim.

Her şeyin güzel cihetine bakmalıyız.

İstanbul buram buram İslâmiyet kokar.

Risâle-i Nur’un insanlık âlemine ulaştığı en önemli merkezidir.

Bu kelimeler ile ifadesi zor bir şeydir.

Ramazan’ın zaten anlatılması zordur.

Yaşanır sadece…

Hem de doyasıya….

Sahur ve iftarlarının bereketi bir başkadır.

Kur’ân okunur, Kur’ân dinlenir…

İnsanın fakirliği, acizliği anlaşılır Ramazan’da.

Nefsin doymak bilmez serkeşliği ancak bu ayda ıslâh-ı nefs eder.

Sosyal hayat alışılagelmişlikten çıkar, hayat başkalaşır.

İstanbul’da Ramazan’ı, ancak İstanbul’da olanlar daha iyi anlar.

Özellikle sur içinde ikamet edenler…

Her gecesi bir bayram havasında yaşanır.

Masum yavrular, idrakli gençler, beli bükülmüş ihtiyarlar camilerin süsüdürler.

Tarihî camilerde binbir hatıra ile huşû içinde secdeye giderler.

Bir başkadır İstanbul’da Ramazan..

VECİZE

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Bediüzzaman, Mektubat, s. 393

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

İslâm kardeşliğinin tesisi


A+ | A-

İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 3

İşleri karıştırmak, tahrip, kışkırtıcılık ve anarşi ruh hâlini anlatan; kop koyu bir cehalet, vazgeçilmez bir inat, bitmeyen bir garaz, söndürülemeyen bir intikam duygusu, maymun misâl taklitçilik, habis bir gevezelik ve boşboğazlığın iktidar olduğu hâlet-i ruhiyenin “saadet kaynağımız” olan “meşvereti” incittiği tesbitinin önemini ne kadar idrak ediyoruz acaba?

Tatbikatın öne çıkıp gerçeklerle yüzleşmenin bir tesbiti olan “Müştebih ağaçları gösteren semereleridir”; yani “birbirine benzeyen ağaçları ayırt edecek tek şey onların meyveleridir” hakikatiyle yüzleşmeyi yapabiliyor muyuz?

Hakperest, makul, mantıklı ve akılcı bir değerlendirme olan; herhangi bir hükûmeti, şahsı, grubu, cemaati, milleti, olayı ve faaliyeti değerlendirmedeki kıstas ve ölçü, denge ve yorum olan: “Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum”, yani bir hükümeti, bir grubu veya şahsı değerlendirmede ölçü; onun iyilikleri ile kötülüklerini birlikte değerlendirip; iyiliklerinin biraz fazla olması halinde onun aleyhinde bulunmamak ve iyiliğine hükmetmektir. Aksi halde “hatasız ve günahsız” hükümetin, insan ve grubun olması mümkün değildir.

“İslâmiyetin faziletleriyle ziynetlenmeyen bir kalpten hakikî hamiyet, sadakat ve adalet beklenemeyeceğini; iş yapmanın ayrı bir maharet olduğundan günahkâr birisinin de kendi mesleğinde / uzmanlık sahasında çok güzel işler yapıp başarılara imza atabileceği” gerçeğini etrafımızdaki insanlar için tatbik etme durumumuz nedir?

“Hastalık ve dert teşhis edilmişse netice almanın daha kolay olduğunu, büyük işlerde sadece kabahat ve noksanları görenin ya aldanıp, ya da aldatacağını, cerbezenin özelliğinin ise hep kusurları büyüterek güzellikleri göstermemek olduğu” tesbiti karşısında, cerbeze gibi mânevî hastalıklarımıza karşı duruşumuz nedir?

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” muhteşem tesbitini yayıp yaygınlaştırıyor, yaşayıp yaşatabiliyor muyuz?

“Hastalıkların gizlendiği zaman daha zararlı olacağını, sıkışan buharın bir yol bulup çıkamadığı zaman deprem meydana getireceğini” tesbit ederek “halı altına süpürülen olayların” bizi zamanla sıkboğaz edeceğini idrak edip çözüm yolları arıyor muyuz?

Bediüzzaman, eskiden Müslümanların zengin, Batılıların fakir olmasına karşılık; şimdi işin tersine dönmesinin hikmeti ve sebebleriyle ilgili olarak da:

Terakkînin; “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm Sûresi: 39.) olan Allah’ın fermanından istifade eden çalışma arzusunun ve Peygamberimizin (asm) “Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur” sözünden istifade eden kazanma arzusunun devamında olduğunu; şimdi ise bu aşk ve şevk söndüğünden tekrar onları canlandırmak gerektiğini; ayrıca, Allah’ın kelâmına hizmetin şu zamanda maddî bakımdan da ilerlemeye bağlı olduğunu nazara veriyor. Bu tesbit karşısında fert ve câmia olarak sosyal ve iş hayatımızda müsbet bir teşebbüsümüz var mıdır?

“Tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin sadece şekline takılıp kalanların, taklitten tahkike geçtikleri zaman şüphelerinin gideceği; bu durumda olanlara ‘dinsiz’ denilip itildiği ve hücum edildiği zaman şüphe ve tereddütlerinin artarak kendilerini İslâmiyet’ten hariç gibi düşünüp ümitsizliğe itilecekleri, hatta belki inat ederek İslâmiyetin zıddına hareketlere başlayabilecekleri” yorumuna karşı bir kıpırdanma ve hareket etmeyi, bir gayret ve harekete geçmeyi düşünüyor muyuz?

“Fena adama ‘iyisin, iyisin’ denilse iyileştiği ve iyi adama ‘fenasın, fenasın’ denildikçe fenalaştığı; bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da hücum edilmemek gerektiği, çünkü çok fenalıkların iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve onu görmedikçe mahdut ve sınırlı kaldığı gibi sahibi de ar ve hayâ perdesi altında kendisini ıslâha çalıştığı; perde yırtılırsa, hayânın atılacağı, hücum gösterilse fenalığın fena bir şekilde gelişip genişleyeceği” hakikatini dikkate alabiliyor muyuz?

“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti gösterebilirsek, bundan sonra, dine yabancı olarak gördüklerimizden gruplar hâlinde İslâmiyete girenlerin olacağı” görüşüne karşı, dünya ülkelerindeki “potansiyel mü’minleri” de hedefleyen ileriye dönük bir gayret ve planımız var mı?

Gerçeklerin ancak “kalb kulağıyla dinleyip, akıl gözüyle bakmak” süzgecinde olgunlaşabileceğinin idrakinde miyiz?

“Hakikî milliyetimizin bir vücut; ruhunun İslâmiyet, aklının da Kur’ân ve iman“ olduğu gerçeğini, başta “ırkçılık ve menfî milliyeti” öne çıkaranlara anlatmak, izah etmek üzere, vatan sathında ve İslâm âleminde nasıl anlatacağımızın bir projesini yapabildik mi?

“Herbir zamanın bir hükmü olduğu”, “bu zamanın ise, bazı ihtiyarlanmış âdetlerin yok edilip kaldırılmasına hükmettiği”, “zararlarının faydalarından fazla olması onların kaldırılmasına fetva verdirdiği” tesbitine göre yanlış gelenek ve ülfetimizi sonlandırma gayretimiz var mı?

Sıdkın, İslâmiyet’in özü ve temeli, yüksek ahlâkın kaynağı olduğunu; öyleyse, hayat-ı içtimâiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde hayatlandırıp onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmemiz gerektiğinin ne kadar şuurundayız?

“Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, İmân ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. (...) Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.”

—Devam Edecek—

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Duânın kabul şartları


A+ | A-

Ferhat Bey: “Duanın kabul şartları nelerdir? Peygamber Efendimizin (asm) tavsiye ettiği şekilde secdede duâ nasıl yapılır?”

Peygamber Efendimiz (asm) “Duâ, ibâdettir” 1 buyurmuştur. Kul, her derdini, her ıztırabını, her hâlini Allah’a arz eder ve isteyeceği her şeyi yalnız Allah’tan ister.

“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” 2 ve “Duâ edin, size cevap vereyim” 3 âyetlerinin tefsîrinde önemli duâ üslûplarına işâret eden Bedîüzzaman, duânın kabul şartlarının bu üslûplar ve diller içinde gizli olduğunu beyan eder. Bediüzzaman’a göre, âdâbına uygun olarak Cenâb-ı Hak’tan bir şey istendiğinde, Cenâb-ı Hak verir. Duâda kullanılan önemli üslûplar ve diller şunlardır:

1- İstidât dili: İstidat ve yeteneklerin dili ile istenen şey dâimâ verilir. Bütün varlıkların istidat dili ile yaptıkları duâlar Allah’ın dergâhına yükselmekte ve kabûl görmektedir. Buna bütün kâinât şahittir.

2- Fıtrî ihtiyaç dili: İstenen şey, fıtrî bir ihtiyaç ise, kabûl edilir. Duâlarını fıtrî ihtiyaç diliyle yapan canlılar, ihtiyaçlarına ummadıkları şekillerde nâil olmaktadırlar.

3- Iztırar dili: Zorda kalan ve dert çeken acı sahibi birisinin “acı diliyle” yaptığı duâyı Cenâb-ı Hak makbul sayar.

4- Hâl ve fiil dili: Bizzat fiil ve davranışlarıyla uygun tutum sergilenerek yapılan duâlar makbûle şâyândır. Sebepleri bir araya getirmek, Allah’ın istenen şeyi vermesi için görmek istediği bir fiilî duâ hâlidir. Meselâ hasta olan birisi doktora, eczâcıya Allah’tan şifâ talebiyle gider, ilâçlarını Allah’tan şifâ talebiyle alır ve kullanır. Hastanın bu hâli bir duâ vaziyetidir ki, Cenâb-ı Hak katında makbul sayılır. Yine meselâ bir çiftçi, Cenâb-ı Hak’tan bereketli ürün istemek için, toprağı sürmekle rahmet kapısını çalmış olur.

5- Söz ve kalp dili: İlk dört dil ile ulaşılmayan bir istek ve ihtiyaç için nihâyet söz dili ile duâ edilir ve Cenâb-ı Hak’tan istenir. Kul, güç yetiremediği konularda diliyle ve kalbiyle Allah’ın kudret ve rahmetine sığınır, Cenâb-ı Hak da bu sığınışı İnşâallah kabul eder.

Duâ da bir ibâdet olduğundan, dünyevî maksatlar gaye edilerek yapılmayacağını beyan eden Üstad Saîd Nursî, ibâdetin gâyesinin uhrevî olduğunu, dünyevî maksatların ise ancak bu ibâdetin özel vakitleri hükmünde olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, belâların gelmesi, dertlerin verilmesi, hastalıkların ve muzır şeylerin musallat olması bazı duâların husûsî vakitleridir. Bu vakitlerde Cenâb-ı Hakk’a duâ edilmelidir. Ancak belâlar gitmez ise, “Duâm kabul olmadı” denilmemeli; “Duânın vakti bitmedi” denilmeli ve duâya devam edilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir. 4

Secdede Duâ Nasıl Yapılır?

Rükû ve secde hâlinde yaptığımız tesbihler zaten birer ilticadan, sığınıştan ve duâdan ibarettirler. Bu tesbihler sünnettirler. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Sizden biriniz rükûa varınca rükûda üç kez ‘Sübhâne Rabbiye’l-Azîm’ dese rükûu tamam olur ve bu en azıdır. Ve secdeye varınca secdesinde üç kez ‘Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ’ dese secdesi tamam olur ve bu en azıdır.” 5

Huzeyfe de (ra), Resûl-i Ekrem’in (asm) rükûda ‘Sübhâne Rabbiye’l-Azîm’; secdede ise ‘Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ’ dediğini bildirmiştir. 6

Bu tesbihlerin üçer kez söylenmesi sünnete uyulması açısından yeterlidir. Ancak tek başına namaz kılanlar veya cemaatin rızasını alan imamlar bu tesbihleri yediye kadar, hatta on bire kadar çıkarabilirler.

Bu tesbihlerin dışında rükûda veya secdede ilâve dua ve zikir söylemek için yine sünnete bakarız. Cemaat namazını uzatmaktan sakınmak kaydıyla; sünnette var olan tesbih, zikir ve duâları tek başına kıldığımız namazlarda alabiliriz. Ancak ne rükûda, ne secdede, ne de namazın başka bir yerinde kendimize ait ifadeler kullanamayız ve bize ait sözler sarf edemeyiz.

Şüphesiz Peygamber Efendimiz’in (asm) rükû ve secdede yaptığı başka duâlar da vardır. Meselâ tek başına namaz kılarken veya cemaatin rızâsı alınmış ise, secdede, “Allahümme leke secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü secede vechî lillezî halakahû ve savverahû ve şakka sem’ahû ve besarahû tebâreka’llahü ahsenü’l- hâlikîn” duâsı yapılabilir. 7 Sünnette gelen başka duâları yapmak da mümkündür.

Bu duanın mânâsı şöyledir: “Allah’ım! Senin için secde ettim. Sana iman ettim. Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratana ve şekil verene, görmesi için göz oyuğunu yarıp gözü yerleştirene, işitmesi için kulak yerini yarıp kulağı yerleştirene secde etmiştir. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

Secdede tesbih ifadelerini söylerken kalben bağışlanmayı dilememiz ve hayır istememiz de yeterli olur.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Duâ, 2., 2- Furkân Sûresi, 25/77., 3- Mü’min Sûresi, 40/60., 4- Sözler, s. 287., 5- Tirmizî, Namaz, 193., 6- Müslim, 772; Tirmizî, Namaz, 261., 7- Müslim, 771.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Bu sıcaklarda nasıl oruç tutacağız?


A+ | A-

Hem de, öyle kolay ve rahat tutacağız ki inşaallah, bunu yaşayarak göreceğiz! Daha önceki Ramazan yazılarımızda yazdığımız gibi, hiç korkmayın, korkmayalım! Oruç, Cenâb-ı Hak’kın taahhüdündedir. Yani garanti belgesi onun elindedir. Merhamet sahibi, Rahim olan Allah, hiç kuluna zulüm eder mi? Haşa ve kella! Yani bu sıcaklarda, sıcak günlerde oruç tutmalarını emrederek, kullarını niye zora soksun ki? Aslında zor değil, mükâfat ve ecrini düşününce, fazla bir zorluk hissetmiyoruz. Zaten, cenneti kazanmak da öyle ucuz değil, biliyorsunuz. İhlâsla o işe niyetlenince, ağzımızı ve sair duygularımızı iftara kadar mühürleyince görüyoruz, hissediyoruz kolaylığını.İlk defa yaz orucu tutacak olan gençler bize soruyor “Ne yapacağız, nasıl olacak, zorluk çeker miyiz, bu sıcaklarda nasıl oruç tutacağız?“ diye. Biz de onlara, dilimizin döndüğünce bunları anlatıyoruz. Çocukluğumuzda kış, gençliğimizde yaz, orta yaşlarda bir kış daha ve şimdi artık ihtiyarlığa doğru giderken de ikinci yaz oruçlarımızı tutacağız İnşaallah. Bundan sonra ne olur, Allah bilir. Ama o kadar oruç tutmanın tecrübesiyle, pek zorluk çektiğimi hatırlamıyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin Ramazan Risâlesinde, oruçla alâkalı hikmet ve güzellikleri okursak, daha iyi anlayacağız bunları.

Hazreti Ali’ye (ra) sormuşlar “En çok neyi seversin?“ diye “Yazın sıcak günlerinde oruç tutmayı” demiş. Hem de çöl sıcağında, klima da yok. O mübarek Hazret böyle söylüyorsa, varın gerisini siz düşünün! Nefse ve şeytana fırsat bırakmadan, o dessas ikiliye taviz vermeden, “Oruç benim içindir, onun sevabını ben vereceğim” diyen Rabbimize ram olup, boynumuzu bükerek “lebbeyk Ya Rabbi !" diyerek orucumuzu tutmalı ve onun emrine hiç tereddütsüz uymalıyız.

Aslında, bu gibi farz olan hallerden uzaklaşırsak, bunun daha zorunu yaşayabiliriz de. Nitekim Üstad Hazretlerinin “Rüyada Bir Hitabe”sinde geçen ve 1. Dünya Savaşını kastettiği şu kısmı bir hatırlayın, “….Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefareten beş sene oruç tutturdu…..” Yani zamanında ibadetlerde gevşeklik yapıldığı için, savaş sırasında çekilen, kat be kat cezasını nazara veriyor, bizler de eğer oruç ve diğer ibadetlerimizde Allah muhafaza gevşeklik gösterirsek, başımıza bir musîbet gelir, ondan daha zor bir hale düşebiliriz.

Hülâsa; korkmayacağız, düşünmeyeceğiz! Rabbimize kul olduğumuzu gösterip, oruç tutacağız İnşaallah!

Bu arada; basın dünyasında bir ilke imza atarak ve sonrasında başkalarınca da taklit edilen Ramazan sayfamızda, iki senedir sizlerle beraber olduk. Bu Ramazanda her gün sizlerle olamayacağız. Ama Allah nasip ederse, yine Ramazanla alâkalı yazılar da yazmaya çalışacağız. Bu vesileyle de; hepinizin mübarek Ramazanınızı tebrik eder, ondaki nuranî ibadetleri hakkıyla yapmayı nasip etmesini Cenâb-ı Hak‘tan niyaz eder, dualarınızı bekler sağ ve selâmetle hayırlı günler dilerim.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Yeni Asya âlet olmaz


A+ | A-

Günlük her sayısının ikinci sayfasında Bediüzzaman Said Nursî köşesiyle güne merhaba diyen bir gazeteyi, günübirlik siyasetlerin ve sun’î gündemlerin baskısından kurtarmak; bu gazeteyi çıkaranların ve dikkatli okurlarının boyunlarının borcu olsa gerektir.Aklı geveze ve fikri fasid yapma istidadında olan mevcut siyasetin çıkar çekişmeleri, balyozların ve topuzların ağır baskısı altında sersemleşen medya organlarını, bırakalım “ifrat-tefrit” zikzakında debelenip dursunlar. (Zira onlar 28 yıl önce darbe anayasasına “evet”e çalışırken de hakim gücün esiri olmuşlardı. O zaman tepelerinde balyoz vardı, şimdi de topuz, yani siyasî güç var.) Ama Yeni Asya’ya yakışan, hadd-i vasattan ve istikametten şaşmamaktır. Büyük ve evrensel bir dâvânın naşir-i efkârı olma vasfına gölge düşürmemektir.

Yeni Asya siyasî entrikaların aleti olmaktan her zaman uzak kalmıştır. Hiç kimsenin de Yeni Asya’nın bu haklı ve vakur duruşunu yadırgamaya hakkı ve yüzü yoktur. Daima yön veren ve yapıcı fikir üreten bir Yeni Asya’yı, sırf inat uğruna kaale almayanların, ne iyi ve ne de kötü gününde onun yanında olmayanların, şimdi kalkıp da ondan “yandaş” bir yayın yapmalarını beklemeleri abesle iştigal olsa gerektir. Bu gazete daima doğrunun yanında, yanlışın karşısında yer almıştır. Hiç bir gücün keyfine göre yayın yapmamış, hiçbir gidişatın seyrine kapılmamıştır. Hele hele Yeni Asya’yı haklı ve zorlu mücadelesinde bir zamanlar yalnız bırakanların, hatta yanındayken korkuya kapılıp yanından uzaklaşanların; bugünün siyasî entrikaları karşısındaki tutumundan dolayı Yeni Asya’yı töhmet altında tutmaya hiç mi hiç hakları yoktur. Onlar varsınlar, uzaklardan gazel okumaya devam etsinler.

«««

Boğazlarına kadar siyasete saplananlar, müsbetlerini bile menfiye dönüşmekten koruyamayanlar, kendilerince hayırlı adımlarını bile şer hesabına geçmekten kurtaramayanlar, mukaddes değerlerini bile o uğurda harcamaktan kendilerini alıkoyamayanlar, şimdi kalkıp da bize müsbeti veya menfiyi, “evet”i ya da “hayır”ı telkin etmesinler. Bu sözlerimiz sadece iktidar mensuplarına değil, umum siyasetçileredir. Birçok meseleyi, millet namına Mecliste halletmek dururken, milleti yerli –yersiz meşgul edenleredir. Hakiki demokratları siyaset sahnesinden uzaklaştırmaya çalışanlaradır.

Hem müsbeti, hem menfiyi; hem “hayr-ı mahz”ı, hem “şerr-i mahz”ı; hem “adalet-i mahza”yı, hem “adalet-i izafiye”yi Kur’ânî ve nebevî ölçülerle açıklayan; şer üzerine te’sis edilen siyaset âlemindeki ehven-i şerri tesbit edip önümüze koyan, böylece semavî mukaddeslerimizi arzî ve beşerî siyasetlerin lekelerinden mahfuz tutan bir Bediüzzaman’a yüz yıldan beridir kulak tıkayanlara ve inadına farklı arayışlara tevessül ederek, onun dâvetine “lebbeyk” demeyenlere şimdi biz mi “lebbeyk” diyeceğiz?

Tamamen politize edilen, siyasî rant ve oy ticaretine dönüştürülen, vatandaşın akl-ı selim düşüncesine ipotek koyan, ayrıştırıcı ve bölücü beyanların oyuncağı haline getirilen “evet-hayır” cephelerinin birinde yer almak ve bir cephenin savunucusu kesilmek, Yeni Asya gibi müstakim bir gazeteye elbette yakışmazdı.

Zaten bugün, Üstad Said Nursî’nin, 31 Mart hadisesinde ne istediğini bilmeyenler için yaptığı enteresan yoruma yakın bir hal var. Yani sağını solundan fark edemeyenlerin, tûtî kuşları taklidi gibi “eveet”, “hayıır” ve “boykoot” naralarıyla hakikî maksat ortada anlaşılmaz olmuştur.

«««

Bugüne kadar yapılan darbelere, askerî müdahalelere baksanıza.. Hepsi de, Bediüzzaman’ın hararetle savunduğu hürriyet ve demokrasi fikirlerinin makes bulabileceği, millet iradesinin hakim olabileceği bir gidişata yapılmıştır. İrtica yaygaraları ve terör azgınlıkları, darbelerin sadece bahanesi, yemi ve maşası olmuştur. Bugün siyaset sahnesinde ve maalesef ehl-i din arasında Bediüzzaman’ın siyasetteki muktesid mesleğini ve ehven-i şerrini kıranlara rahmet okuyanlar vardır. Bugünkü varlıklarını darbecilere borçlu olanlar vardır. 1960’ın 27 Mayıs’ında, 1971’in 12 Mart’ında, 1980’nin 12 Eylül’ünde ve 1997’nin 28 Şubat’ında, Bediüzzaman’ın ehvenini kıranlar, acaba o ehvenin yerine daha ehven olanını mı buldular? Yoksa terörü ve kaosu tırmandırıp, ülkeyi geriye mi götürdüler?

«««

Hayatı boyunca müsbet bir duruş sergileyen, talebelerini de menfi hareketten sakındıran, menfi icraatlara alet olmamak için, kendisine yapılan makam ve servet tekliflerini reddederek, bu uğurda her çileye razı olan ve eserleriyle hak ve hakikatı neşreden Bediüzzaman’ın fikirleri ışığında yayına devam eden Yeni Asya, müsbeti de, menfiyi de çok iyi tanır. Yerine göre “hayır”, yerine göre “evet” demesini çok iyi bilir. Geçmişte de bu “hayır” ve “evet” imtihanından yüz akıyla çıkmıştır. İsterseniz hemen bir hatırlayalım:

Devlet ve iktidarın gücünü arkasına alan ihtilâl anayasasına “evet” hususunda millete baskı yapılmasına, basın organlarının sindirilmesine rağmen, Yeni Asya merdane “hayır” demeyi bilmiş ve sonucuna da katlanmıştır.

1987’de siyasî yasakların kaldırılması hususunda, iktidarın ve iktidar şakşakçılarının “hayır” yönündeki baskılarına rağmen, Yeni Asya “evet” için çalışmış, az bir farkla yasakların kaldırılmasına vesile olmuştur. 2007’deki “Cumhurbaşkanını halk seçsin” referandumunda da, teklifin kimden geldiğine bakmadan, demokrasi için “evet” demiştir.

Bugünkü “evet-hayır” meselesinde, Yeni Asya iki tarafın birinde kendisine yer bulamıyorsa, meselenin haklı zeminde yürütülmemesinden ve siyasî hesapların aleti haline gelmesindendir. Yeni Asya bu meselenin altında değil, üstünde kalacaktır. Projektörlerini paketin ve referandumun üstüne çevirecektir. Zira bu “evet-hayır” cepheleri netamelidir ve bu cephelerin başını çekenlerin demokrasi karnesi zayıftır. Hem de değneğin iki ucu da bulaşıktır, bulaşmamak lâzım.

Kalan süreç içinde de Yeni Asya’dan beklenen odur ki, okurlarının şuuruna, basiretine ve vicdanına itimad ederek, herhangi bir tercihte ısrar etmeden, onları aydınlatsın. Sandıktan çıkan sonuca saygı duymakla beraber, darbe anayasasını tam sivilleştirinceye, inanç ve düşünce önündeki engelleri tam kaldırıncaya kadar haklı mücadelesine devam etsin.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Afganistan’da çocuklar vuruluyor!


A+ | A-

Afgan halkına özgürlük ve huzur getirmek, Amerika’nın sözde düşmanlarını yok etmek için başlatılan Afganistan savaşında atılan kurşun sayısı ile birlikte, sivillerin ödediği bedeller de gittikçe artıyor. Savaşın başlamasından dokuz yıl sonra ölen sivil sayısının bu yılın ilk altı ayında geçen yıla göre yüzde 31 artması bu acı faturayı gösteriyor.

1 Ocak 2010-30 Haziran 2010 tarihleri arasında tam 1.271 sivil ölürken 2000 civarında sivil yaralanmış. Birleşmiş Milletler Afganistan’a Yardım Misyonu (UNAMA) tarafından yayınlanan altı aylık rapor bu acı durumu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Öldürülenlerin büyük çoğunluğu kendi evlerinde ve köylerinde atılan bombalar ve top ateşleriyle ölen kadın ve çocuklar.

BM, “temel insan hakları üzerinde çatışmanın etkisini en aza indirmek için gerekli tedbirlere her zamankinden fazla ihtiyaç var” diyor.

İşin korkutucu yanı; Afgan sivillerin bu çatışmada gittikçe artan oranda ana hedef haline gelmesi. Suçun yüzde yetmiş beşini Taliban’a atsalar da, dünya kamuoyu, savaşı insansız uçaklar, savaş uçakları ve uzaktan kumandalı bombalarla sivilleri asıl öldürenlerin ABD ve müttefikleri olduğunu biliyor.

Bu arada Afganistan hükümeti ne mi yapıyor?

Gelen yardımlar, hükümet bütçesi ve yetiştirilen uyuşturucunun paralarını nasıl iç edeceklerine ilişkin politikalar geliştirmekle meşguller. Karzai hükümetinin sivillerin zarar görmemesi, yaralananların tedavisinin gecikmeden yaptırılması, savaşta dul ve yetim kalanların korunması konusuyla pek ilgisi yok.

Amerikan hükümeti de Irak’tan kaydırdığı onbinlerce asker ve binlerce ton mühimmatla Afganistan’daki kan gölünü büyütmekle meşgul. Obama kucağında bulduğu bu pimi çekilmiş el bombasını ne yapacağını bilemiyor. Ölen her siville birlikte, dünyada Obama’yla uyanan ümitler bir bir sönüyor.

Ramazanın ikinci gününde yine Afganistan’da bombalar patlıyor ve belki de şu anda masum bir çocuk can veriyor. Birleşmiş Milletler de ölen sivilleri sayıp, tasnif etmekle meşgul.

Amerika mı?

Onlar başlarına çökmeye başlayan Yeni Dünya Düzenlerini kan ve gözyaşı ile sürdürmeye çalışmakla meşgul.

Afganistan’ın komşusu Pakistan da bugünlerde sellerle boğuşuyor. Kadim dostumuz Pakistanlılara yardıma koşma zamanı. Bu akşam sofrasında sıcak bir tas çorbası olmayan yüzbinlerce Pakistanlıyı unutmayalım. Yalnızca duamızla değil, sadaka ve zekâtlarımızla da yardımlarına koşalım.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Aşk ve Ramazan


A+ | A-

An olur, tarifsiz hisler sarar beni, kendimi tarif edemem; ben kendimde değilim, kendimi bilemem. Tek heceli bir aşka düştüm, on sekiz bin âleme girdim. Yüreğime söz geçiremem, gönlüme bir şey diyemem.

An olur, “ateşteyiz” feryatları, meded! nidaları… Tenler sıcaktan kavrulurken, benim yüreğim kavrulur. Tenler suya hasret, ben susuzluğa… Tenler pervanenin serinliğinde, yüreğim aşka pervane…

Ne zaman içinde aşk kelimesi geçmeyen bir cümle kurmaya kalksam, beceremem; ne zaman cümle aşktan söz etsem, sözüm bitiremem. Ben aşkı ne üveyikten satın aldım, ne meleklerden çaldım; ben doğuştan âşığım.

Aşkın kitabını ben gönlüme yazdım, sonra gönül erenleri okusun diye kitabım açtım. Okuyanlar bilir, bilenler okur; her ne var âlemde aşk imiş… Aşk bir sırdır, gönülle gönle giren arasında, gönülle gönlü veren arasında. Bu sırra erersen, kâh çıkarsın gökyüzüne, seyredersin âlemi; kâh inersin yeryüzüne seyreder âlem seni.

Aşka bir yoldur, sultana ulaştırır. Ben aşkın peşinde, aşkın yolundayım, on bir ayın sultanını arıyorum, Sultanımı bekliyorum. Mecnun Leylası’nı bekler, Mevlânâ Şems’ini. Ben seni özledim “Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Seni beklediğim kadar” diyen âşık gibi bekledim.

Serin sahur vakti erince, bülbülün figânını dinleyince, aşkla bir nefeslenince; Hû diyesim gelir, Hû’ya eresim gelir. Aşk bir zikirdir sahurda, dinle âlemi; ‘Hû’ bütün kâinatta, ‘Ya Vedûd’ bütün ruhlarda. Sahur yeli! Al yüreğimi, buluştur yâran ile.

Aşk bir sarmaşıktır, Ramazan sardı beni, sarmaladı yüreğimi. Alınlar secdede, diller şükürde, akıllar tefekkürde. Çatlayan dudağımla zikir ettim, kavrulan yüreğimle şükür ettim, benliğimle fikir ettim.

Aşk bir intisaptır, söz dinleyiştir, boynun büküş, dize geliştir. Ben Ramazan’da bildim seni. Şikemperver nefsim dize gelir, damen öper seninle. “Sen sensin ben benim” diye diklenirken Rabbine, kavrulur bir emirle: “Oruç tut!” Aşka dâvettir bu. Vahşiler yahşi olur, zalimler kâmil, cahiller âlim… Yavuz’un zebun oluşu, bu dâvettedir. Sabrın anahtarı, aczin dellâlı, şefkat ve merhametin adı aşk...

Aşk bir dâvettir, maşukunu çağırır. İftarı kimler bekler? “Buyurunuz”la yüzler güler, dudaklar serinler; maşuklar dizilir Münim-i Hakikî sofrasına. “Senin rızan için oruç tuttum” fısıltıları… Aşk bir dua imiş; her gece teravihte Sultan-ı Ezel’e açılan avuçlarda gördüm seni.

Aşk bir tutkudur, ben Ramazan’a tutkunum. Bir Fatiha’ya susayanlar seninle kanarlar. Kimsesizler şefkat eline kavuşur, seninle başını okşatır. Merhamet bekleyenler merhamete ulaşır, dargınlar barışır, yürekler birleşir. Zengin ile fakir aynı safta, dost ve düşman aynı seccadede, diller aynı zikirde; her şey bir, “bir bir bir”ler bir.

Aşk budur, Ramazan pidesinin sıcaklığında, pideyi hasretle kucaklayan bir çocuğun gözlerinde. Fezadan bir ezan sesi yükselir, hasretlik sona erer. Her evden bir huzur sesi işitilir, “İşte aşk budur” dedirtir.

Yar ile ağyar arasındayım, bülbülün kıskandığı güller sofrasındayım, Ramazan’dayım, mahyalara yazdım ben seni. Vuslattayım, gül derleyenlerle güller içindeyim; güle ‘aşkım’, aşka ‘gülüm’ diyenlerleyim; sizi de beklerim.

12.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İsrail’e koşulan “şartlar” ne oldu?


A+ | A-

Türkiye’de harc-ı âlem bir gündem savrulması var. En son “Erdoğan’ın işçi emeklisi mi, memur emeklisi mi olduğu” polemiğine odaklanan ve gittikçe sertleşen “Recep Bey” ve “Bay Kemal” tartışmalarıyla, siyaset gittikçe sathileşiyor.

Ve bu sığ ve sathî siyasî atışmalar ortasında, Türkiye’nin gerçek iç ve dış gündemi kayboluyor. Dokuz vatandaşın katledildiği Mavi Marmara baskınının ardından İsrail’le süren ilişkiler, bunlardan biri…Özellikle “Davos çıkışı” ve Mavi Marmara saldırısı sonrası, her fırsatta sözkonusu ettiği “İsrail’le ilişkileri” referandum meydanlarında tek kelime ağzına almayan Başbakan Erdoğan’ın “suskunluğu”, günübirlik gündem harcamalarının açık örneği.

Bilindiği gibi, İsrail askerlerinin uluslar arası sularda el koyduğu Türk Bayraklı gemideki yüzlerce vatandaş tutuklanıp günlerce maddî ve psikolojik işkenceye tabi tutulmuştu. İsrail’in bu gasbını “haydutluk” ve “korsanlık” olarak niteleyen Ankara, İsrail’le ilişkilerin sürdürülmesi için Telvaviv’in öncelikle özür dilemesi, katlettiklerinin yakınlarına tazminat ödemesi ve BM’nin uluslar arası komisyonunu kabul etmesi şartlarını koşmuştu.

Delik deşik ettiği Mavi Marmara gemisini ancak 73 gün sonra iâde eden İsrail, ne özür diledi, ne tazminat ödemeye yanaştı. Bir tek Başbakan Neteanyahu, “uluslar arası komisyona üye vereceklerini” söyledi; lâkin bu hususta da “hayatî bir unsur olarak İsrail askerlerinin sorgulanmaması”nı ileri sürüyor…

BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, ilk toplantıda bu konunun komisyonunda ele alınmadığını belirtiyor. BM sözcüsü ise, cezaî bir müeyyide komisyonun gündeminde yok, İsrail askerlerinin sorgulanması İsrail hükûmetinin işi” diyor…

TELAVİV, GERİ ADIM ATMIYOR

Neticede geçen süre içinde İsrail bu “şartların” hiçbirini yetine getirmedi. Tam tersine, İsrail yönetimi, cumhurbaşkanından başbakanına, bakanlarından genel kurmay başkanlarına kadar baskını yapan askerleri kutlayıp ödüllendirdiler.

Şartları yerine getirmediği takdirde İsrail’le ilişkilerin kesileceği vaadinde bulunan AKP hükûmeti de İsrail’le işbirliği ve ilişkileri aynen devam ettirdi.

Bu sürede Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ifâdesiyle sayıları 60’ı bulan İsrail’le askerî, savunma sanayii, silâh alım ihâleleri başta olmak üzere, enerjiden sulamaya, tarımdan telekomünikasyona kadar ekonomik mutâbakat zâbıtlarının, işbirliği anlaşmalarının hiçbiri iptal edilmedi. Baskının ilk günlerinde ertelenen “ortak tatbikat”ın dışında hiçbir anlaşma askıya alınmadı… Dahası, bizzat Dışişleri Bakanı Davutoğlu, sık sık İsrail’le ilişkileri devam niyetinde olduklarını açıklayarak İsrail’den beklentileri vurguladı… Ne var ki İsrail’den aksine cevaplar gelmekte. İsrail’in kurduğu sözde “komisyon”da ilk kez ifade veren Netanyahu, “Operasyonu gerçekleştiren Mavi Marmara güvertesindeki İsrail savaşçılarının büyük cesâretleriyle İsrail devletinin gurur duyup övündüğünü söyleyip Türkiye’yi suçlamakta. “Tüm girişimlerimize rağmen Türkiye bu eylemi engellemedi” diyerek, yavuz hırsız misâli işkence ettiği yardım gönüllülerini ve Ankara’yı suçlu bulmakta!

Ankara’nın beklentisinin tamamen aksine saldırının “yasal” olduğunu cevaplayan İsrail Başbakanı’nın, “baskın plânını beş gün önceden yaptıklarını ve bu süreçte Ankara’dakilerle kurdukları diyalogla geminin gelmemesini, aksi halde operasyon düzenleyeceklerini ve çatışma çıkacağını bildirdikleri, bile bile Türkiye’nin Mavi Marmara’nın eylemini engellemediği” iddiası, beraberinde birçok soru işâretini getirmekte. Keza İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Eşkenazi’nin, “Askerlerimiz, gerekli olan kişiye ateş açıp, gerekli olmayan kişiye ateş açmayarak, haklı biçimde ateş açmıştır” ifâdesi, birçok istifhama yol açmakta…

ANKARA, “BEKLENTİLERİ” TEKRARLIYOR…

Bu arada Davutoğlu’nun cevaben, “İsrail’in yaptığının sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini ve Türkiye’nin bu konuda hiçbir sorumluluğunun söz konusu olmadığı” cümlesiyle savunmada kalması ilginç bulunmakta.

“Uluslar arası sularda İsrail sivilleri öldürmüştür; her şeyden önce bunun sorumluluğunu üstlenmeleri gerekir” diyen Davutoğlu, hâlâ hükûmet olarak “Uluslar arası komisyonun yapacağı çalışmalara güveniyoruz ve komisyonun hukuka uygun şekilde sorumluların belirleneceğine de inanıyoruz” sözleriyle geçiştirmekte, kamuoyunu oyalamakta…

Aslında her şey Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un Davutoğlu’na, Obama’nın Kanada’da—maç seyrettiği için(!) bir saat bekletip—görüştüğü Erdoğan’a, “rahatsızlıkları”nı iletmeleri ve “İsrail’le ilişkilerin sürmesi” uyarısıyla ivme kazandı. Ankara, Telaviv’e koştuğu şartları âdeta unuttu. Gelinen noktada, İsrail’le ilişkiler ve işbirliği anlaşmaları tam gaz sürüyor. İsrail’in bir başka ülke ile yaptığı spor müsâbakaları bile—sadece İsrailli görevlilerin katıldığı—seyircisiz de olsa Türkiye’de yapılıyor. Her iki ülkede, Ankara’da İsrail’le ilişkileri kesecek bir irâde olmadığı yorumları yapılıyor…

Ve Ankara, hâlâ beklemede, Davutoğlu, sürekli “beklentileri”ni tekrarlamakla kalıyor…

12.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.