Nejat EREN |
|
Gerçek tevekkül anlayışı |
İslâmiyet’i doğru anlamak üzerine - 2 Bediüzzaman’ın, İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde “Abdimiz üzerine inzâl ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şuhedâ (şahitler) ve muînlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mislinden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde—zaten getiremezsiniz ya—öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır” (Bakara Sûresi: 23/24) âyetini aktardıktan sonra yaptığı şu yüksek ve muhteşem yoruma dikkatle bir bakalım: “Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar (deliller) üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin (esas fen ilimlerinin) hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş (en önemli konularını tamamen içine almış) olan ulum ve fünûndan mülâhhasdır (onlardaki ilim ve fennin özetidir.) Evet, tehzibü’r-ruh (ruh temizliği), riyazetü’l-kalb (kalp terbiyesi), terbiyetü’l-vicdan (vicdan terbiyesi), tedbirü’l-cesed (vücudun ihtiyaç, idare ve düzenini sağlama), tedvirü’l-menzil (ev idaresi), siyasetü’l-medeniye (medenî siyaset), nizâmâtü’l-âlem (dünya işlerinin düzenlenmesi), hukuk, muamelât (günlük ticaret, alış veriş), âdâb-ı içtimâiye (toplum ahlâkı) vesâire vesaire gibi ulum ve fünunun (ilim ve fenlerin) ihtivâ ettikleri (içine aldıkları) esâsâtın fihristesi (esasların özü), şeriat-ı İslâmiyedir (İslâm dinidir). “Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahâtta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmâl etmiştir (kısaca özetleyerek geçmiştir). Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esâsâta bina edilecek füruâtı (ayrıntıları, detayları) akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtivâ ettiği (kapsadığı) fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkîde (gelişme çağında), en medenî yerlerde, en zekî bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen (süslenmiş) olan zât, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden hariç (insan gücünü aşan) bir hakikat olduğunu tasdik eder.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 274) Bu iki geniş ve çok anlamlı tefsir ve yoruma ek olarak Münâzarât ve Hutbe-i Şamiye eserlerinden de konumuzla alâkalı bazı bölümleri aktarıp istifade etmeye çalışalım. İlk önce “Münâzarât” kitabından alıntılara bir göz atalım: Muhataplarımızı değerlendirmede “hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler (üstün olanlar) mağfiret ve affa müstehaktırlar” hakikatini günlük sohbet, konuşma ve değerlendirmelerimizde ne kadar tatbik edip uygulayabiliyoruz? “Yeisin (ümitsizliğin) aczden geldiği ve her mükemmelliğin önündeki en büyük engel olduğunun” idrakinde miyiz? Bu büyük hastalığı devam ettiren hallerden ne kadar uzak kalıp sakınmaya çalışıyoruz? İmtihan sırrının gereği olarak “Hamiyetin, şiddetli mânilere karşı şiddetle metânet etmek olduğu” tesbiti yapılıyor. İçten ve dıştan gelen-–bize göre de olsa—maniler karşısındaki metanet direncimiz ne ölçüde sağlamdır? “İnsanların hatalarını ve kabahatlerini göstermenin, sadece onları tembellikten kurtarmak”, “mârifet ve fazîleti anlatmak, gelişme tohumlarını atmanın ise, kısa bir zamanda mânilerden kurtulmak” mânâsında olduğunun idrakinde ve bilincinde miyiz? Yanlış bir tevekkül anlayışının ifadesi olarak; âlemdeki sünnetullah kanununa muhalefet olan ve tembelliği netice veren “hiçbir şey yapmadan, gayret ve çalışmaya tevessül etmeden netice alma teşebbüsü”nün “Allah’ın arzularına karşı inat etmek” mânâsına geldiğini kavrayıp, buna göre tevekkül anlayışımızı “İsrâiliyattan” ve bid’alardan kurtaracak gayretin içinde miyiz? “İhtilâftan bazen istifade olunacağının” hakikatine karşı,—kendimize göre—“muhalif fikir ve şahıslara” karşı tutumumuz; onları bastırmak, susturmak, dışlamak, ötekileştirmek mi; yoksa onlardan istifade etmeye çalışmak mı? İkincisinin daha sağlıklı olduğunu fark edebiliyor muyuz? Havas-avâm, âmir-memur veya kardeş-ağabey arasındaki ilişkiler maharet ve meziyetler, yerine göre “alçakgönüllülük, vakar, ciddiyet, şefkat, merhamet” ile çözüme mi kavuşturulmalı; yoksa tahribat ve kırgınlıklar mı meydana getirmeli? Toplum hayatı için çok lüzumlu olan “meşveretin” varlığı ve devam ettirilmesi için herkesin uyması lâzım gelen iki görevden: “Birincisi: Meşveret yapmayı devam ettirmek. Bu hükmü ve inancı ümmet olarak sürdürmek. Meşvereti dinin emrettiği üzere sağlıklı, meşrû, usulüne uygun, mahir ve işin ehli olan kişilerle yapmak. Meşveret yapılacak konularda ittifak sağlamak ve bu sahaya asla ve asla ‘dünyevîlik ve hissîlik’ karıştırmamak” tavsiye ve hakikatlerini göz önünde bulundurarak, yaygın tatbikatımızın doğruluk ve güvenilirliğini zaman zaman da olsa samimî olarak sorgulayabiliyor muyuz? “İkincisi: Kuvvetli bir sünnet olan ‘Meşveretten’ çıkan kararlara uygun hareket etmek.” “Ümmetin bir konuda fikir birliği etmesinin ‘çok kuvvetli bir delil’ olduğu; çoğunluğun görüş ve reyinin ‘dinde bir esas’ olduğu, milletin bir fikir konusunda birliğinin ‘dinde geçerli ve hürmet görmesi lâzım geldiği’” tesbiti karşısında, şahs-ı mânevîyi mi, yoksa şahsî mütalâa ve değerlendirmeleri mi öncelikli ele alıyoruz? Hangi konularda meşveret edilebileceğini hükme bağlayan; “Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir..” şeklindeki izaha uyma samimiyetimiz ne durumdadır? Bediüzzaman “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı (anahtarı) şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiâtı atmaktır” diyerek meşveretin önemini bir defa daha vurguluyor. Çoğunluğun görüşüne uyan millet veya “şahs-ı manevinin” menfatini öne almaya yönelik olarak: “Üç yüz âra-i mütekabile ve efkâr-ı mütehalife, hak ve maslahattan başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır.” Yani: “Üç yüz farklı görüş, çok çeşitli muhalif fikirlerden çıkan ortak görüş ‘hak ve faydadan’ başka bir şey üzerinde barışmaz ve suskun kalamaz. Hak ve fayda ise dinde esastır.” Dinî hükümlere, yine din çerçevesi ve fetvası içerisinde çözüm üretmekle ilgili bir meşhur kaide olarak: “Fakat ‘Zarara kendi rızası ile girene merhamet edilmez’ kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selâmet-i millete fedâ edenlerden, bâzan garazında menfaat-i cüz’iye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.” Yani: Dinin tesbit ettiği şartlar çerçevesinde haram bilinen bazı şeyler, zaman ve zeminin şartlarına göre vacip olur. Elin kesilmemesi için çürümüş parmağın kesilmesi gibi” hakikatinin inceliğini fikir olarak kalbimizde yerleştirebildiğimiz düşüncesinde miyiz?
(Devam edecek) 11.08.2010 E-Posta: [email protected] |