Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın künh-ü zâtı üzerinde düşünmek |
Zonguldak’tan okuyucumuz: “Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacağız? Bazıları Allah’ı vücutça ve zatça kâinattan büyük olarak tasavvur ediyor. Büyüklük mânâ itibariyle değil midir?”
1- Allah birdir, tektir ve bütün kemâl sıfatlarda en büyüktür. Bütün kâinâtı birlik içinde yönetir. Bunu, âlemdeki baş döndürücü nizam ve intizâmdan kavrarız. Allah Samed’dir; hiçbir şeye muhtaç değil; her şey O’na muhtaçtır. Allah bütün kâinâtı, melekleri, cinleri, insanları, hayvanları, bitkileri... vs.-–hâşâ—kendi ihtiyâcı için değil; sırf böyle irâde ettiği için yaratmıştır. Melekler de, cinler de, insanlar da Allah’ın kullarıdırlar. Bütün kâinâtta ne varsa Allah’a mutlak itaattedirler; Allah’ı tesbih ederler, Allah’ı zikrederler. 2- Allah’ın mâhiyeti, yarattığı şeylerin mâhiyetine aslâ benzemez.1 Yani O’nun mâhiyeti, doğan, büyüyen ve ölen yaratıklar cinsinden değildir. O’nun mâhiyetini bizler kavrayamayız. Sadece hiçbir yaratılmış şeye benzemediğini söylemekle yetiniriz. Çünkü bütün yaratıkları yaratan Allah’tır. Aklınıza ne gelirse Allah yaratmıştır. Allah ise yaratılmamıştır, doğmamıştır, doğurulmamıştır; O kendiliğinden vardır. O hiçbir şeye, hiçbir kimseye benzemez. Büyüklükçe de benzemez. Meselâ, insanlardan marangoz olanlar masa, sandalye yaparlar; terzi olanlar elbise dikerler; demirci olanlar demirden eşya yaparlar; inşaat ustası olanlar ev yaparlar. Ancak bu üretilen şeyler üretici ustalara aslâ benzemezler. Meselâ masa ve sandalye marangoz cinsinden değildir. Elbise terzi cinsinden değildir. Demir eşyalar demirciye benzemezler. Ev ustaya benzemez. Allah, bütün kâinâtın Sânii’dir (san'atla yapan), Hâlık’ıdır (Yaratan), Rabb’idir (terbiye eden, büyüten, yaşatan, talim eden), İlâh’ıdır, Râzık’ıdır (rızk veren, doyuran, besleyen), Bâri’idir (güzel yaratan, örneksiz ve ilk defa yapan) ve Sahibidir. Allah hiçbir şekilde ne insana, ne de yarattığı herhangi bir mahlûka benzemez. Allah eşsizdir, benzersizdir, misilsizdir, emsâlsizdir. Allah’ın varlığı kendi zâtındandır. Varlığı başka bir varlığa dayanmaz. O bizâtihî kâimdir, yani kendi kendisine vardır. O Azîm’dir; büyüktür, azamet Sahibidir, büyük olarak vardır. Kebîr’dir; büyüklük ve Kibriyâ O’nun şânıdır. O büyüklükte de hiçbir varlığa benzemez. Azîz’dir; izzet, azamet, şân ve şeref Sahibidir. 3- Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, kâinat üzerindeki tasarruflarını, hâkimiyetini, nimetlerini, büyüklüğünü tefekkür edebiliriz, düşünebiliriz. Fakat O’nun zatını, vücudunun esrarını ve mahiyetini ne düşünebiliriz, ne kavrayabiliriz! Peygamber Efendimiz (asm); “Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat Künh-ü Zatını düşünmeyiniz. Çünkü siz Ulûhiyet’in esrârını keşfedemezsiniz. Allah’ın azametini ve büyüklüğünü hakkıyla takdir ve ihâta edemezsiniz” buyuruyor.2 Bu hadîs bize Allah’ın sınırsız nimetlerini tefekkür etmeyi emrediyor, Allah’ın künh-ü Zâtını kavramaya çalışmamızı ise doğru bulmuyor. Üstad Saîd Nursî Hazretleri Peygamber Efendimizin (asm), “Allah’ın nimetlerini düşününüz” emrine ittibâ eder; Selef âlimlerinin de izlediği yol olan Allah’ın Sübûtî Sıfatlarının, Selbî Sıfatlarının, Fiilî Sıfatlarının ve Müteşâbih Sıfatlarının varlığını ispat eder. Müteşâbih sıfatlarda Allah’a cisim veya şekil vermez, sıfatların şekli, muhtevâsı ve künhü üzerinde durmaz, Allah’ın muradı ne ise aynen kabul ve telâffuz eder. 4- Bize düşen îman etmektir. Allah’ı en büyük olarak biliriz. O’nu bildiğimiz bütün büyüklerden büyük tanırız ve böyle inanırız. Fakat O’nun büyüklüğünün mahiyeti üzerinde durmayız, düşünmeyiz, tartışmayız. Allah’a cisim vermeyiz. Allah ne maddedir, ne ruhtur. Maddenin de, ruhun da yaratıcısıdır. Kendisi madde ve ruh cinsinden değildir. Allah Teâlâ (cc) kendisine bu sıfatlarla îmân eden ve seven kullarına Cennet’te Cemâlini ve güzelliğini görmeyi nasip edeceğini müjdelemiştir.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 242. 2- Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 1/132; Aclûnî, Keşf’ul-Hafâ, 1/311. 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bediüzzaman için ne dediler? |
Bediüzzaman Said Nursî, sıradan vatandaşları da tefsir halkasına katarak, en yüksek İslâm hakikatleri dersini veriyor. Bunlar arasında hadis, kelâm, tasavvuf, ahlâk, ruhiyât (psikoloji), içtimâiyat (sosyoloji) vs. ilimler de vardır. Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin tabiriyle, “Bediüzzaman Hadîs ilminde de mahirdi.”1 Dolayısıyla hadisteki maharetini Risâle-i Nur’a yansıtmış. Bilhassa 11. Lem’a (Mirkatü’s-Sünne ve Tiryak-ı Marazı’l-Bid’a), Sünnet-i Seniyye Risâlesi, 19 Mektub, 19. Söz, 24. Söz’ü (hadis-i şeriflerin muhteşem kritiğini yapar) mütalâa eden, önüne çıkan bir sözün hadis mi, mevzu mu (uydurma mı) olduğunu anlar. Müfessir H. Basri Çantay’ın tesbitiyle, Bediüzzaman, ceberut sisteme, rejime karşı amansız mücadele vererek okuma çığırları açmış, âlimlere de yol göstermiş: “Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risâle-i Nurları te’lif etmeye başladı; Türkiye’de okuma çığırı açtı. Hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlâsı, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi.” Ö. Nasuhî Bilmen: “Bediüzzaman ilm-i kelâmda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemâl-i vuzuhla ortaya koydu. Cenâb-ı Hak bu millet-i İslâmiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehitler, mücedditler ve mürşitler göndermiştir. Bediüzzaman da o zâtlardan birisidir. O, cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hüküm ferma olduğu bu devirde gönderilmiştir.” Cemil Meriç: “Said Nursî’yi ve risâlelerini tanımadığım yıllar, ‘bedbahtlık’tır. 87 senelik ömründe eserlerine nasıl başlamışsa, öyle de bitirmiştir. Hiçbir dünya büyüğüne dalkavukluk yapmamıştır. Bu bizim memlekette büyük bir fazilettir. Cemiyette hemen herkes anadan doğma bir dalkavuk olmuş… Said Nursî bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç… Yakın tarihimiz tek bir mücahid tanımıştır, o da Said Nursî’dir… Ben Müslüman mütefekkir deyince, celâdetiyle, cihadetiyle, onu tanıdım, başka tanımadım. Hepsi pırt deyince kaçan, firar eden insanlar. Bir tane, başka görmedim ki… Her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâvâ adamı… “Said Nursî bir havaridir. Bir mücahiddir. Bir dünya görüşünün yayıcısıdır. Bu dünya görüşüne katılsın katılmasın, her namuslu insanın vazifesi; bu toprağın bağrından fışkıran, selabet, metanet, ciddiyet ve samimiyetini asırların imtihanından geçerek ispat etmiş bulunan İslâmî düşünceleri tamim ve neşr etmektir.”2
Dipnotlar: 1- Necmeddin Şahiner, Aydınlar Konuşuyor, s. 303. 2- Şefaattin Deniz/Yeni Asya / 24.02.2007. 13.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
İyi ki geldin ey dost |
Ayların sultanı ve bir mânâda barigâh-ı rahmet olan Ramazan-ı Şerif’in, başta Türkiye, âlem-i İslâm ve bütün dünyayı kuşatması ve her şekliyle kaplaması ve bilhassa şu yakıcı ve kavurucu yaz sıcağında gelmesi ve ülkemizde mevcut 20 milyon yüksek tansiyonlu vatandaşlara ilâveten, siyasî efkâr ve kasıtlı veya kasıtsız pompalanan âlem çarşısındaki yüksek tansiyon için, bütün zerratımla iyi ki geldin ey Şehr-i Ramazan diyorum. Çünkü bütün kurum ve kuruluşların ve 2 bini bulan STK’ların ve 10 bini aşkın vakfın ve 90 bini aşkın derneklerin kısm-ı azamı çeşitli faaliyetler ve isimler adı altında iftar yemekleri vermektedirler. Bu iftar yemeklerinde kırgınlar, dargınlar ve küsler bir araya gelmekte ve selâmlaşmakta ve tokalaşmaktadırlar. Herkes birbirini ağırlamanın ve iltifat etmenin ve barışa, huzura gitmenin yolunu bulmaktadırlar. Artık kavgalarla bir yere varılmayacağını en âmî insan dahi bilmektedir. Ayrıca Ramazan orucu insan bedeninde büyük inkişaflara vesile olmaktadır. İnsan kendini dinlemenin lezzetine ve şuuruna varmaktadır. Nitekim kâinatın serveri ve her şeyi Efendimiz (asm) “Biriniz birgün oruç tutacak olursa kötü söz sarf etmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız lâf edecek veya kavga edecek olursa ‘Ben oruçluyum!’ desin.” 1 Bir mânâda oruç ailelerin, milletlerin, kavimlerin ve ülkelerin barış simgesidir. Bu yaz sıcağındaki Ramazan gerçek kardeşliği bulmanın ve yaşamanın zamanıdır. Birçok gaye ve yeni yeni sistemlerin veya yeni açılımların peşinde ve fikriyâtında olan ve buralara ulaşmaya giden herkesin nazarına Hucurât Sûresi 10’ncu âyeti sunuyoruz: “Bütün mü’minler kardeştir.” Bu mânâ, Ramazan-ı şerifte bütün yönleriyle tahakkuk etmektedir. Bu itibarla hâsseten “Ben müslümanım” diyenin, nefisleri ve nefislerin tahrikçilerini kayıt altına alması lâzımdır. Başarının ve gönüllerde yer yapmanın yolu budur. İlâhî paket ve açılım budur. Bununla yaralar sarılır ve çatlatılan muhabbet duvarları tamir olunur. Yoksa tarihî veballerin ve çıkmazların altına girilir. Yani bir mânâda “Müsbet hareket” çıkış yoludur. Hz. Bediüzzaman’ın, divanı olarak kabul ettiğimiz Lemeât eserinde bir sözü var, çok yerlerde bizi kurtarmıştır: “İslâmiyet selm ve müsâlemettir; dahilde niza ve husûmet istemez.” 1980 öncesi özellikle şark vilâyetlerinde yaptığımız iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı 1980 askerî ihtilâlinin ilk günlerinde türlü türlü işkencelere maruz kaldım ve 2. Ordu Askerî Mahkemesinde ağır ithamlarla yargılandım. Askerî mahkemeye hep bu ifadeyi naklettim ve heyetin “Anlamadık bunu açıkla” sözü üzerine de 35 dakikayı içine alan bir açıklama yaparak ithamları reddettim. Neticede 2,5 yıl, devamında Askerî Mahkeme ve Askerî Yargıtay beraatime karar verdi. İnşâallah ömrüm vefa ederse, zaman seylinde bununla ilgili bir kitap yazmayı düşünüyorum. Anlatmak istediğim; bir çok cengâverin ve fikir bazında Türkiye’de hizmet edenlerin hakem hüviyetinde ve barış neferleri olarak, kaynatılmaya çalışılan her türlü fitnenin durdurulması için bu sözü hayata geçirmeleri lâzımdır. Yine Bediüzzaman bu mânâda 22. Mektub’unda der ki: “Evet tevhid-i imani elbette tevhid-i kulubu ister. Vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimâiyeyi iktiza eder.” Yaşamayanlar neyi yaşatacaklar? Yaşamak lâzım.. Maddî ilâçlar gibi, bu sözler de mânevî ilâçlardır, gönüllere ve akıllara zerk edilmesi vatanî bir borçtur. Ömrümüz böyle geçti ve geçenlere ne mutlu. Fakat kaderin cilvesi.. Buna rağmen gadre uğradık, darbeler gördük, işkencelere maruz kaldık. Şükürler olsun kimseden intikam almak gibi bir niyetimiz olmadı. Meşrû zeminler başta sandıklar olmak üzere konferanslar, seminerler ve sohbetler yeter ve artar. Başka yol yoktur… “Vatanperverim, vatanseverim” diyen her kişinin, tahrikkâr medyaya ve onların yanlış fikir babalarına kapılmadan, maziden gelen kopmaz ve koparılmaz İlâhî iplere sarılarak ve herkesi bu aziz ve mübarek Ramazan’da kucaklayarak halletmeyeceğimiz hiçbir mesele yoktur. Mazimiz de böyleydi, istikbalimiz de böyle olacaktır. Onun için hoş geldin Ramazan.
Dipnot: 1- Müslim, Sıyam 164, (1161). 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
İslâmiyeti doğru anlamak üzerine - 4‘ |
Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun!’
Bediüzzaman’ın sıralamasıyla “Herşeyden evvel bize lâzım olan”ın “sıdk, doğruluk”; sonra “yalan söylememek”, sonra “sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd” olduğu tesbitine göre; en başta “Hakka” karşı olmak üzere, kendimize ve insanlığa karşı doğru olmak, ihlâsı kazanmak, sadakat, hakta sebat, inananlarla tesanüd ve dayanışma içerisinde olmak hususları, şahsî ve sosyal hayat için oldukça manidar değil mi? “Küfrün mahiyetinin yalan, imanın mahiyetinin sıdk olduğu” kesin hükmü karşısında, bile bile günlük hayatta kullanılan bunca yalanın İslâm milletinin tesanüdüne indirdiği darbeyi nasıl bertaraf edeceğimize dair plânımız var mı? “Toplumun ileri gelenlerinden beklenen şeyin en başta ihlâs, manevî büyük cihad, nefsin tarafgirliğini ve şahsî menfaatleri terk etme, İslâmiyet’in özelliği ve mayası olan muhabbeti yaşayıp yaşatma” olduğu gerçeği karşısında bir kıpırdanmamız var mı? “Süphan Dağı kadar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle ortaya çıkan muhabbeti, çocukça bahanelerle, bazı meşrû olmayan hareketlerden ortaya çıkan düşmanlığa karşı hafif görme” tehlikesi karşısında mukabil bir hareket planımız var mıdır? “Muhabbeti gerektiren İslâmiyet ve insaniyetin, Uhud Dağı gibi olduğu; düşmanlığı netice veren sebeplerin bazı küçük çakıl taşları gibi olduğu” hakikatine rağmen, “muhabbeti düşmanlığa mağlûp ettiren adamın, hakikat nazarında Uhud Dağını bir çakıl taşından aşağı dereceye indirmek kadar ahmakane hareket ettiği” cinayetine karşı hâlâ küçük meselelerle vakit zayi etme ve birbirimizin ayıbını arama hunharlığına devam edecek miyiz? “Düşmanlıkla muhabbetin, ışık ve karanlık gibi, birleşemeyeceği gerçeği” karşısında muhabbeti yaygınlaştırmak için yaptığımız bir gayret ve faaliyetimiz var mı? “Muhabbet duygusuna karşı muhabbetin; düşmanlık duygusuna karşı düşmanlık etmenin büyük bir saadet kaynağı olduğunun” aşk ve şevkiyle hareket etme arzu ve meyilimiz var mı? “Esas gayesi İslâmın kalb ışığı ve fikir nuru; mesleği muhabbet; prensibi nefsin heveslerini gemlemek, manevî haz şekli mahviyet” olma hâletini yakalayıp devam ettirme yol ve metotlarını tatbik etme projemiz var mı? “Dünyevî maksat için dini kullanmanın, koyun postuna bürünen kurda benzemesi; din ile dünya avına gidenin, ya menhus bir lezzet veya bir yanlış hükümle onu aldatacağı” hakikati karşısında hâlâ dünyevî noktaları düşünmeye mi devam edeceğiz? “Her zaman ve her yerde sözümüzün, fiilimizi tasdik etmesi gerektiğini; başkasının kusurunu kendimize özür gösterme yanlışından vazgeçmemizi; işi birbirimize havale etmenin ne kadar yanlış olduğunu; üzerimize vâcip olan hizmetlerimizde tembellik etmememiz gerektiğini; kaybolan değerlerimizi telâfi etmek için dert ve hallerimizi karşılıklı dinleyerek, istişare ederek, bir parça şahsî keyflerimizi terk ederek başkalarının hâlini sormak lâzım geldiğini” insanlık için kararlı bir şekilde yapmayı düşünebiliyor muyuz? “İslâmiyetin gereği ve özelliğinin metanet, sebat, hakka taraftarlık, dini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmedeki ciddiyet ve sağlamlığı devam ettirmek olduğu”nu; “cehaletten, muhakemesizlikten doğan taassup olmadığı”nı; “taassubun en dehşetlisinin, bazı Avrupa taklitçileri ve dinsizlerinde bulunan yüzeysel şüphelerinde inatlaşarak ısrar göstermeleri” olduğunu, “delile yapışan âlimlerin bunlardan uzak olduğunu” biliyor muyuz? Bu meziyetlerin dertlerimizin dermanı olmasını kabullenerek uymaya hazır mıyız? “Hakikî imana sahip olan ve doğru yolda olanların, dünyâda dahi bir mânevî Cennet içinde İslâmiyet ve insâniyet mîdesiyle ve îmânın tecelliyâtiyle ve cilveleriyle mânevî Cennet lezzetlerini tadabilecekleri, îmân derecelerine göre istifâde edebilecekleri” müjdesini paylaşabileceğimiz dost ve potansiyel dostları arayıp birlikte olma plânlarımız var mı? “Avrupalıların teknolojik gelişmede geleceğe uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette orta çağda durduran altı hastalığın: “Ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi”, “Doğruluğun, sıdkın siyasî hayatta ölmesi”, “Düşmanlığa muhabbet”, “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek”, “Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yaygınlaşan eden baskı ve zorbalık”, “Enerjisini şahsî menfaatine harcamak” olduğu cihanşumul tesbiti karşısında, bu alanda ne kadar mesafe kat ettiğimizi sorgulayabiliyor muyuz? Herşeye rağmen: “İstikbalin, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacağı, hâkimiyetin, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacağına tam olarak inanmak” hükmü karşısında ne gibi bir hazırlığımız ve gayretimiz var? “Bir insan kalbinin özünde hak dinin cevheri bulunmazsa, o insanın ve insanlığın başında maddî, mânevî kıyametler kopacağını ve o insanın hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacağı” dehşetini yaşayan bunca ferde imanî hakikatleri götürme gayret ve himmetimiz var mı? Bir Kur’ân taraftarı ve Müslümanlar olarak delillere dayanmak, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye girmek; başka dinlerin bazı fertleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmamak; bundan dolayı da “akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân'ın hükmedeceğine” tam iman etmeyi tavsiye edebilme gayret ve şevkimiz var mı? Son olarak bir müjdeyle noktalamaya çalışalım: “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb (kınama, azarlama) ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya (hakka) tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.” Cenâb-ı Hak İslâm ve Kur’ân’a tam olarak uyan bir hayatı öğrenip yaşamayı ve yaşatmayı; cüz’i irademizi Kendi küllî iradesinin emrinde harcamayı nasip ve müyesser etsin İnşallah.
(SON) 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
YAŞ’tan sonra HSYK |
Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in “Kriz yoktu, sadece biraz fazla uzadı” dediği YAŞ atamaları bitti, devir-teslimler başladı, konuşmalardaki mesajlar mercek altına alındı. Org. Işık Koşaner’den sonraki Genelkurmay Başkanı gözüyle bakılan yeni Jandarma Genel Komutanı Org. Necdet Özel’in hukuk, insan hakları ve medya konusunda pozitif mesajlar veren bir konuşmayla görevini devrettiği yeni 2. Ordu Komutanı Org. Servet Yörük ise ayrı telden çaldı: “Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk ulusunu koruma görevini TSK’ya vermiştir. Bu görev onun bize vasiyetidir.” CHP’nin 35. madde için değişiklik teklifi verdiği bir ortamda, hükümetin onayı ile orgeneralliğe yükseltilen iki isimden biri böyle diyor. Yörük’ün, yakın zamanlarda polis tarafından durdurulan “TSK’ya ait mühimmat yüklü sivil kamyon”la ilgili sevk yazısında imzası bulunan komutan olduğuna dair haber de ayrı bir konu. Veto edilen Org. Hasan Iğsız’ın yerine Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilen Org. Erdal Ceylanoğlu için ise “yandaş” cenahta “Çevir kazı, yanmasın” meseline uygun şekilde, “Canım, 28 Şubat’ta tankları kendi başına yürütmedi ki, Çevik Bir’in emrini uyguladı, hattâ başlangıçta direndi, yazılı emir gelince başka çaresi kalmadı, şimdiyse pişman” yorumları yapılmaya başlandı. Peki, aynı Ceylanoğlu KKK Eğitim ve Okullar Daire Başkanı iken orta dereceli askerî okul komutanlıklarına gönderdiği ve İmam-ı Gazalî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, İbni Haldun, Ali Fuat Başgil, Şerif Mardin gibi isimlerin kitaplarını yasaklayan talimatı için de pişman mıdır acaba? Ve “tank yürütme” için onun adına pişmanlık tahminleri yapanlar, bu konuda ne düşünürler? Bir diğer nokta: Eğer tanklar Çevik Bir’in talimatı ile yürütüldü ise, Bir’den bunun hesabını sormak için bugüne kadar niye hiçbir şey yapılmadı? Darbelerle hesaplaşmaktan bahsedenlerin bu suale vereceği bir cevap olmalı değil mi? Sözü getirmek istediğimiz yer şurası: Demokrasimizi çifte vesayet altında tutan asker ve yargı ile ilgili tasarruflarda sadece kişiler üzerinden yapılan operasyonlar, temeldeki sisteme dokunulmadığı sürece bir işe yaramıyor. Şikâyet edilen vesayet, yeni kişilerle sürüyor. Bu, YAŞ’ta da böyle; onun ardından yeni bir kriz dalgasına daha sahne olduğu ifade edilen HSYK’da da. Gerçi Adalet Bakanı ve Kurulun Başkanvekili “Kriz yok” diyorlar, ama bazı ağır ceza mahkemesi başkanlarıyla başsavcı atamalarında anlaşamadıklarını da açıkça söylüyorlar. Böylece, geçen yıl da gündeme gelen ve bazı konuların dondurulup ertelenmesi suretiyle geçici olarak savuşturulan kriz tekrar nüksediyor. Bilhassa Ergenekon’a ve onunla bağlantılı dâvâlara bakan hakim ve savcıların değiştirilmesi, yıldırılması veya bugünkü HSYK’ya hakim zihniyetle uyumlu yeni üyelerin atanması suretiyle dâvâların seyrinin “istenen” şekilde yönlendirilmek istendiğine dair kuşkular yeniden depreşti. Tartışmaların, Ergenekon savcılarının en çok tanınanı, Sincan Hakimi ve Erzincan Başsavcısı gibi gündemdeki isimlerde odaklanması, meselenin yine kişiler üzerinden yürüdüğünü gösteriyor. İşin ilginç tarafı, evvelce de defaatle dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, kurulun hakimler kanadında etkin rol oynayan isimlerden birinin, bizzat bu hükümet tarafından ödüllendirilip önce Yargıtay, sonra HSYK üyesi yapılmış olması. Tek başına bu örnek bile, kişiye dayalı formüllerin çözüm getirmeyebileceğini, hattâ bu konuda yapılan yanlış tercihlerin sorunu daha da ağırlaştırdığını göstermek için yeterli, değil mi? Olmadığı söylenen son “kriz” için seslendirilen iddialardan biri de, atama kararnamesi kurulda yine kilitlenirse, hükümetin konuyu referandum sonrasına erteletme niyetinde olduğu. Paket kabul edilirse HSYK yeni yapısı ve artan üyeleriyle konuyu değerlendirecek. Sorunun çözülüp çözülmeyeceği ise o zaman belli olacak... 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Irak unutulmasın… |
Referandum sürecindeki günübirlik sathî siyasî polemikler, yalnız “anayasal değişiklikleri”nin mâhiyetinin etraflıca tartışılmasını engellemekle kalmıyor. Tırmanan terörün ardındaki provokasyonu ve ortaya atılan “özerklik” taleplerinin arka plânındaki kumpası karambole getiriyor. İç gündemi gürültüye getiriyor. Başta Irak, Afganistan ve Pakistan olmak üzere Türkiye’yi yakından ilgilendiren dış gündemi de sabote ediyor. Aslında Müslüman komşu Irak’ta olup bitenler, Türkiye’nin bigâne kalamayacağı vahâmette. Okyanuslar ötesinden gelen işgalcilerin kendi küresel hegemonya ve çıkarları hesabına işgal ve talânla kıskaca aldıkları Irak tam bir çıkmazda. Aslında üzerinden üç aydan fazla zaman geçtiği halde hâlâ hükûmetin kurulmadığı ülke, işgalden sonra etnik ve mezhebî farklılık üzerine yapılan ayırımlar üzerine yönetimin kotaya tabi tutulup taksimatıyla bugünkü karmaşa ve kavga meydana geldi. İşgalcilerin yerli işbirlikçilerle dayattığı ve Amerikan Büyükelçisi’nin Irak Millî Meclisi’ne giderek bunu kabul etmeyen milletvekillerini “Şimdi yukarıya çıkın ve bu anayasaya oy verin!” taziriyle azarladığı “yeni Irak anayasası”, etnik ve mezhebî tefrikayı açıkça tahrik ediyor… Başta petrol rezervleri olmak üzere bütün yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürüp en az 30 senelik ihâlelerle başta Amerikan ve İngiliz şirketlerine peşkeş çeken işgalciler, siyasî yönden de iç çatışmaya iten kargaşaya ortam hazırladılar. Ülkeyi önce, “Araplar”, “Kürtler”, “Türkmenler” olarak ırka göre böldüler; ardından “Sünnî Araplar”-“Şîi Araplar”, “Sünnî Türkmenler”-“Şîi Türkmenler” olarak dilimleyip iç savaşa sürüklediler…
BİR AYDA 535 SİVİLİN KATLİ İşgalden bu yana son yedi yıl içinde büyük bir yekûnu çocuk, kadın, yaşlı iki milyondan fazla insanın katledildiği, bunun birkaç katının yaralanıp sakatlandığı, milyonlarcasının evsiz kalarak perişan edildiği Irak’ın hal-i pürmelâli, başta “büyük Ortadoğu projesi” olmak üzere ecnebilerin egemenlik ve çıkarları adına dayatılan küresel projelerin akıbetinin açık örneği… Sadece son bir ay içinde 396’sı sivil 535 Iraklının öldüğü, yine 680’i sivil 1043 kişinin yaralandığı Irak’ta, AKP hükûmetinin ABD işgaline verdiği destek ortaya konuluyor. Ne var ki aylarca “Davos çıkışı”nı tartışan Türkiye, yanıbaşında büyük bir yekûnunu çocukların ve kadınların teşkil ettiği iki milyondan fazla sivilin katledildiği kaosla kıvranan bir Irak ortada. Türkiye’nin yanıbaşında, Ortadoğu’nun ve İslâm dünyasının ortasında, ABD ve İsrail’in kullandığı sözde “bağımsız” kukla bir devlet kuruluyor. Erbil, “özerklik” ve “otonomi”yi de aşan bir pervâsızlıkla Bağdat’ı by pass ederek üçüncü ülkelerde petrol ve enerji anlaşmaları imzalıyor. Türkiye’nin baştan beri “savaş sebebi” saydığı bütün “kırmızı çizgileri” tek tek çiğneniyor. 2004’te Amerikan askerlerinin Süleymaniye’de Mehmetçiğin başına çuval geçirilmesinin hesabı sorulmadığı gibi, Ankara “Kerkük oldubittisi”ni âdeta seyrediyor. Önce nüfus ve tapu dairelerinin yağmalandığı bu Türkmen şehrine yüzbinlerce peşmerge yığdırılarak demografik yapısı değiştirildi. Barzani’nin “Kerkük Kürdistan’ın kalbidir” projesiyle peşmerge valiler atandı, şehir konseyinin hemen hemen tamamı peşmergelerden oluşturuldu. İşgal güçlerinin desteğiyle Türkmenler ve Araplar, baskıyla göçe zorlandılar…
SİYASÎ STRATEJİ YOK… 5 Kasım 2007’de Erdoğan-Bush baş başa görüşmesinde ABD’nin PKK’yı “terör örgütü” ve “ortak düşman” ilânı da boş çıktı. Washington, söz vermesine rağmen Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşan yüzlerce terörist elebaşında bir tekini dahi teslim etmedi. Irak’ı kontrolünde tutan ABD ve güdümündeki Kuzey Irak yönetimi, terör örgütünün eğitim, para, sağlık, lojistik desteğini kesmedi. Finans kaynaklarını kurutmadı. Uyuşturucu ve silâh kaçakçılığını, nüfuz ticaretini engellemedi. Başta Kandil olmak üzere Kuzey Irak dağlarında ve terörist kamplarında yuvalanan teröristler, “açılım” sürecinde daha da azdılar, Türkiye’ye yönelik baskın ve saldırılarını daha da arttırdılar… Bu süreçte AKP hükûmeti, işgale giden Amerikan askerlerinin her türlü silâh, mühimmat, savaş malzemesi, personel ve ikmal maddesi nakil ve dağıtımı için Meclis’in devre dışı bırakılarak Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’nin liman ve havaalanlarını tahsis etti. Bu tahsisle, başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki üslerden havalanan Amerikan savaş uçakları, Irak kent ve köyleri üzerine binlerce sorti yapıyor. Kara gözlü Iraklı çocukları katletmeye devam ediyor… Kısacası, Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsâmettin Cindoruk’un ifâdesiyle, İsrail başbakanı gibi ABD’ye—7 kez—çok giden “BOP eşbaşkanı” bir Başbakanımız var. Türkiye ABD ile NATO’da müttefik, ama Orta Doğu’da ve Orta Asya’da millî ve bölgesel politikaları ve menfaatleri çatışıyor. Ve ne yazık ki Ankara, AKP iktidarında yedi yıldır ABD’nin politik öncelikleriyle Irak’a bakıyor! Erdoğan, YAŞ karmaşasında Obama ile Irak’ı konuşuyor! Ve bütün bu olup bitenler, iktidarla muhalefet arasındaki atışmada savsaklanıyor. Bir türlü siyasî stratejiye, kalıcı gündeme ve ortak tartışma konusuna dönüştürülmüyor… Bizden ırak olmayan Irak’ı unutuluyor ya da unutturuluyor… 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kendimizi tanıyabilsek |
Malûm olduğu üzere ‘doğru’lar insanlığın ortak malıdır. İslâmın ortaya koyduğu temel prensipler, hem insan fıtratına uygun hem de gerçek ‘doğru’ları anlatır. Bazı ilim adamlarının yıllar süren araştırmalar sonrası ortaya koyduğu ‘tesbit’ler ise, gerçekte çok daha önce âyet-i kerime ya da hadis-i şeriflerle anlatılmış olabiliyor. Ama pek çok ‘aydın’ımız bunu bilemediği için Avrupalı ilim adamlarının çok sonra yaptıkları ‘tesbit’leri ‘örnek’ olarak aktarıyorlar. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, hukuk alanında yaptığı çarpıcı değerlendirmelerle hatırlanan bir isim. Yargıtay Başkanlığı sırasında yaptığı konuşmalar, kamuoyunda ciddî değerlendirme ve tartışmalara sebep olmuştu. Vatan gazetesine verdiği röportajda da yine dikkat çekici tesbitlerde bulunmuş. Konuşmanın bir yerinde yaptığı şu tesbit, ‘aydın’larımızın umumî zaafını akla getirdi. Selçuk bir soru üzerine şöyle demiş: “(...) Bütün bunlar beni hep üzmüştür. Hep bir şey söylüyorum, diyorum ki Kant’ın ahlâk anlayışı Türkiye’de yerleştirilmeli. Yani her yerde geçerli evrensel ilkeye göre davranma. Sözgelimi, kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmamak gibi. Yani ahlâkî davranışınızı dünyanın her tarafında geçerli olan bir ilkeye dayandıracaksınız. Aksi takdirde ahlâkla ters düşersiniz. Bütün bunlar çok önemli. Türkiye’nin belki de en önemli dertlerinden bir tanesi bu. Bakın, ben 50 yıldır Ceza Hukuku ile uğraşan birisiyim. Türkiye, bugüne kadar Ceza Hukuku’nun özüne inememiştir. Ne bilim yaşamında inmiştir, ne uygulamada inmiştir. Çünkü felsefesini tam algılayıp yerleştirememişizdir. Son yıllarımı bunun nedenlerini araştırmaya adadım. Neden, nerede yanlış yapıyoruz? Vardığım sonuç bu. Aydınlanmanın ürünü olan ceza yasalarını biz, Batı’daki aydınlanmanın o kavramlara vermiş olduğu içerik doğrultusunda yorumlayamadık.” (Vatan, 3 Ağustos 2010) Selçuk’un aktardığı tesbitin sahibi Immanuel Kant, 1724-1804 tarihleri arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Kant, Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini etkilemiş bir isim. Kant’ın bu tesbiti elbette ‘doğru’ bir tesbit, ama Kant’dan çok önce, o tesbit, insanlığa hediye edilmiş. Selçuk’un aktarımıyla Alman filozofu Kant’ın tesbiti şöyle: “Sözgelimi, kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmamak gibi.” Şimdi de Hadis-i Şerif’i hatırlayalım: “Biriniz kendisi için istediği şeyi din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.” (Camiü’s-Sağir, 3880. [6: 442, Hadîs No: 9940]) Benzer mahiyette başka Hadis-i Şerifler de vardır. Peki, bizim ‘aydın’ımız niçin bu gerçekleri hatırlamaz? Elbette, bu konudaki hata eğitim sistemimizdedir. İlkokuldan başlayarak üniversite eğitimine kadar ‘kaynak’ olarak batılı ilim adamlarının eserleri dikte edilmeye çalışılır. Oysa oradaki ‘doğru’lar çok daha ikna edici bir üslûpla Kur’ân’da, Hadis-i Şeriflerde ve Kur’ân tefsirlerinde vardır. Tamam Batılı ilim adamlarını da hatırlayalım, ama bu hatırlama bize İslâm âlimlerini unutturmalı mı? Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, mevcut anayasanın değişmesi gerektiğini de hatırlatıp bu konuda da şöyle demiş: “Dileğim şudur: iktidar partisi muhalefetle oturup yepyeni bir Anayasa yapmanın yolunu araştırsın. En kolayı bütün Türkiye’yi temsil edecek bir Kurucu Kurultayın yasa ile oluşturulup, anayasa yapmasını sağlamaktır. AB’ye girmeyi bekleyen Türkiye’ye yaraşan budur. AB’ye giren, hatta girme umudu veren bir Türkiye, kanımca Kürt sorununu da kökten çözecektir. (agg.) Evet, ‘akıl’ için yol birdir. Bütün ‘dünya’dan istifade edelim, ama ‘köklerimiz’den kopmadan! 13.08.2010 E-Posta: [email protected] |