Basından Seçmeler |
Hükmetmeyen, ama yöneten ordular
VOLTAİRE’İN 18. yüzyıl Almanya İmparatorluğu Prusya için yaptığı tanımlama çok bilinir; “Bazı devletlerin ordusu varken, Prusya Ordusu’nun bir devleti var”. Yakın zamana kadar Türkiye’de de durum bundan farksızdı. Ancak bu aralar biraz Ankara tozu yutmuş, ortama bir “yabancı göz” olarak açıkçası, Türkiye’de son Yüksek Askerî Şûra çekişmelerinin büyük bir kırılmaya işaret ettiğini hiç de düşünmüyorum. Daha ziyade, zaten, “iktidardaki muhalefetten”, gerçekten iktidar olmaya doğru evrilen AKP ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında, dengeleri sürekli yeniden tanımlanan satranç oyununda, siyasetin askerî nizama karşı biraz daha cesur biraz daha ağırlığını koyan bir hamle yapması söz konusu. Ancak 27 Nisan 2007 Muhtırası’nın siyaseti şah mat edemediği günden bu yana, devam eden politikanın sivilleşme sürecinde zaten artık CHP bile, kendince, askerî vesayeti eleştirir bir çizgiye ulaşabildi. Fakat bu durum, Türkiye’de ordunun, 28 Şubat’tan bu yana, “hükmeden ama yönetmeyen” tavrından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu tanımlama, Amerika’da Dış İlişkiler Konseyi’nde (Council on Foreign Relations- CFR) Ortadoğu uzmanı olan Steven A. Cook’a ait. Cook’un 2007’de yayınladığı Rulingbut Not Governing: The Military and Political Development in Egypt, Algeria, and Turkey (Yönetmeden Hükmeden Ordular: Mısır, Cezayir ve Türkiye’de Askerî ve Siyasi Gelişme) kitabı, “Ortadoğu” ordularının darbe yapmak gibi “sert” tavırlar benimsemek yerine, arka perdeden siyasetin kalbini elinde tutmayı sürdürdükleri tezini ileri sürüyordu. Cook’un, Mısır, Türkiye ve Cezayir orduları üzerine yaptığı araştırma, bu ülkelerin silahlı kuvvetlerinin, birtakım hukuki düzenlemeler ve geri planda kurumsallaşan bazı devlet birimleri aracılığıyla, son kertede sivil hükümetlerin iplerini elinde tuttuğunu ortaya koyuyordu. Ekonomi gibi “baş ağrısı” alanları, sivil iktidarın idaresine bırakan bu ordular, askerî vesayet düzenini, daha incelikli, daha az hissedilir biçimde sürdürüyordu. Cook, Türkiye’nin diğer örneklerden farklı olarak, Avrupa Birliği sürecinin etkisiyle, bir sivilleşme sürecine girdiğini ve ilerleyen dönemlerde, bu sürecin hızlanmasının da “AB etkisine” bağlı olduğundan da bahsediyordu. Maalesef, AB etkisinin fena halde sekteye uğradığı bu dönemde, sivilleşme sürecinde tabandan gelen bir talep dalgası dışında etkili bir unsur kalmıyor. Dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta ise, sivilleşmenin önündeki yegâne kördüğüm çözülemedikçe, tabandan gelen talebin etkisinin hep zayıf kalacağı gerçeği. Yani, Kürt sorunu çözülme yoluna girmedikçe, hep sivilleşme süreci bir yerde takılıp kalacak. YAŞ kararlarıyla kopan bunca tantana sonucu, gene son derece katı isimler, komutanın üst seviyesine yerleşmedi mi? Olması gereken aslında, 28 Şubat’ta tankları yürüten, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü resmî törende karşılamayan isimlerin toptan emekli olması değil mi? Türkiye’nin durumuna ayna tutmak için, daha uç bir örneğe, Pakistan’ın ordusuna bakmakta fayda var belki. Pakistan’ın, dünyanın dikkatlerini odakladığı bir savaşın sahnesi olması, ordusunun da kilit bir rol üstlenmesine yol açıyor. Geleneksel olarak da, Pakistan ordusunun, kendini ülkenin kaotik siyasi kültüründen, çağrış çığrış politikasından ayıran bir “düzen vahası” olması, en “başarılı” devlet kurumu haline gelmesine neden oluyor. Elbette, Pakistan ordusu da, ülkeyi saran yolsuzluk ağının tam orta noktasında yer alıyor. Ama ordunun yolsuzlukları, sıradan vatandaşın ruhu bile duymadan gerçekleştiği için, Pakistan silahlı kuvvetlerinin en güvenilir, en lekesiz devlet kurumu olarak kalmasını sağlıyor. Siyasetin zafiyetlerine ve uğradığı yoğun ahlaki erozyona karşılık, Pakistan ordusu, hem kendi mensuplarına, orduya katıldıkları ilk günden, sivil dünyadan disiplin ve “takım ruhuyla” daha üstün bir özel tür, bir aile oldukları bilincini veriyor. Pakistan askerlerinin, toplum genelinden çok daha iyi eğitim olanaklarına sahip olması, halkın ortalamasından çok daha iyi sosyal ve ekonomik olanaklara sahip olarak, ülkenin sıcak ve tozlu kaosundan yalıtılmış bir serin bir fanus içinde yaşamaları, çalışmaları, bu “seçkinlik” duygusunu arttırıyor. Tabii, maddi varlığı, şirketleri vesaire ile de, Pakistan ordusu aynı zamanda bir ekonomik imparatorluk ve “hissedarları” da, bu zenginlikten az veya çok yararlanıyor. Ülke içindeki dengesizlikler, zengin ve güçlünün “alttakileri” ezdiği düzen, ordu mensuplarının sivilleri ve özellikle de siyasetçileri küçümsemesine, hor görmesine sebep oluyor. Pakistan’da askerî vesayetin köklenip kurumsallaşmasının en büyük sebeplerinden biri de, “elit” sivillerin de, kendi çıkar, nüfuz alanlarını genişletmek için orduya destek vermeleri. Medya ve yargının desteği olmasa, bugün Pakistan ordusu gücünü bu denli kurumsallaştıramazdı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.
Sezin Öney Taraf, 12.8.2010 |
13.08.2010 |