14 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Köleliği besleyen gaflettir

Sekiz yıl kadar Türkiye’de kalmış olan BBC muhabiri Chris Morris bir kitabında şöyle bir anekdot anlatır: 1Ankara’da işlek bir caddede ellerindeki Mustafa Kemal’in posterlerini ve onu anlatan broşürleri heyecanla dağıtan birkaç genç gördüm der. Yanlarına yaklaştım, ne yapıyorsunuz diye sordum, onlar da bana onun Kurtuluş Savaşı, öncesi ve sonrasında yaptıklarını anlattılar. Ona duydukları şükranı ve bağlılıklarını ifade ettiler.

Yazar sonra şu şekilde bir faraziye kurar, eğer ben Londra Oxford Street’te Churchill’in posterlerini ve onu anlatan broşürleri aynı heyecanla dağıtan bir genç grubunu görsem, etrafın ona ne cevap verebileceğini tahmin ediyorum. İnsanlar buna “so what, (ne olmuş yani?) tarihin bir zamanında yaşamış ve doğru yanlış bazı icraatlar yapmış bir adamı niye bu kadar yüceltiyorsunuz?” gibi ifadeler kullanacaklarından eminim der.

Yazarın bu dediklerini ben bir mesai arkadaşıma anlattım. O hemen itiraz etti. “O İngiliz büyüğü ile bizdeki zat nasıl kıyaslanır ki hocam?”

Belki, Teslise bile inanan, ona inandığı için de “sebepler” perdesini yırtması kolay olamayabilecek bir yabancının, kolaylıkla anlayabileceği, hatta dalgasını da geçebileceği bir konuda bizim “ehl-i tevhid” arkadaş farklı düşünüyordu.

Kökü derinlerde olan, malûm devrimlerin getirdikleri ile ivme kazanan, her biri birer atom bombası kadar tahribat yapan gece baskınları ve muhtıralar ile de iyice katmerleşen çağdaş bir köleliğin izleri vardı arkadaşımızın benliğinde.

Kölelik bir “tabiat deformasyonu” idi. Köle bağımsız düşünme, bağımsız iş yapabilme, alternatifler arasından en doğrusunu bulabilme, orijinal projeler üretebilme yeteneklerinden uzaktı. 2

“Normal” bir insan olabilmesi için uzun eğitimler, uğraşlar gerekiyordu bu yüzden.

Bizde uzayıp giden bu çağdaş köleliği besleyenin gaflet olduğu aşikârdır.

Neden mi?

Mü’min her şeyin dizgininin Allah’ın elinde olduğunu bilir. Sebepleri birer perde görür. Onlara perestiş etmez, tapınmaz. Sebepleri de sebeplerin sonucu olarak var edilenleri de Allah’ın yarattığını bilir.

İllet ile iktiranı karıştırmaz. İlletin Allah’ın iradesi, ilmi ve kudreti… olduğunu, ilk bakışta biri birinin sebebi veya sonucu imiş gibi görünen iki şeyin aslında ikisinin de Allah tarafından yaratıldığını bilir.

Üstadım, bunu izah sadedinde verdiği örnekte çevresindeki ihlâs ve samimiyet halkası içindekilere, onlara verilenin “nimet-i istifade”, kendine verilenin ise “nimet-i ifade” olduğunu; bu ikisini “beraber kılan”ın yani asıl sebebin (illet) “Rahmet-i İlâhiyye” olduğunu hatırlatır. 3

Günlük hayatımızda çok düştüğümüz yanlışlardan biridir: “Sen buraya gelmeseydin bu iş bitmezdi” deriz sıklıkla. Doğrusu, benim işimin bitmesini isteyen bana o şekilde nimet veren Allah seni de iyilik yapma nimetini bahşederek bizi bir araya getirdi.

Biz iyilik yapmak isteriz, Allah bir yolcuyu, dilenciyi, muhtacı ayağımıza getirir.

Bir ırmağın ortasında, küçük bir çöpün başında dönüp duran karıncayı Allah kurtarmak isterse ona hiç ummadığı yerden bir yolcu gönderir ve kurtulmasına vesile olur.

Büyüğümüzün bahçedeki cedvel örneğine bakarsak, Allah o bahçenin kurumamasını murad etmişse bir başkasını vesile eder ve bahçenin sulanmasını, ağaçların kurumamasını temin eder.

İllet ile iktiranın karıştırılma endişesinin tarihimizde, hemen herkesin bildiği şaheser bir örneği de vardır:

Hz. Halid b. Velid’in (ra) daha hidayete ermediği zamandan beri hiç yenilgisi yoktu. Buna rağmen Hz. Ömer (ra) onu komutanlık görevinden almış, alırken de şöyle demişti: “Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum.4

Önceki paragraflarda anlatılanları baştaki konuya uygularsak şöyle düşünmemiz gerekir: İlâhî rahmet İstiklâl Savaşında düşman çizmesinden kurtulmamızı dilemiştir. Bize bu kurtulma nimetini, birilerine de kurtarma nimetini vermiş, ikisini birbirine mukarin kılmıştır deriz. (O hareketin, sonucu itibariyle gerçek bir kurtulma getirip getirmediğini müzakere etmek ayrı bir yazı konusu). Hak ediyorlarsa teşekkürümüzü de ederiz.

Ama on yıllarca bir fetiş olarak da muhafaza etmeyiz.

Uzatmayalım; sözünü ettiğimiz çağdaş kölelik, uzun bir sürede içimizde kök salmıştır. Kaldırılması da bir iki mevzuat değişikliğine değil, uzun soluklu çalışmalara bağlıdır.

Yoksa durumumuz, ABD’de, Abraham Lincoln zamanında kölelik kaldırıldıktan yıllar sonra, bazı kölelerin eski sahiplerine tekrar gelmeleri ve "Biz sizsiz yapamıyoruz" demelerine benzeyecektir.

Kur’ân’ın buyurduğu üzere “fekkü rakabe (köle azat etme, köleliği bütün vesileleriyle birlikte bertaraf etme)” aşılması gereken önemli “akabe –sert yokuş” 5 olarak karşımızda duruyor.

Her kesimde, özellikle eğitimde, sözünü ettiğimiz köleliği tedricen kaldırıcı çalışmalara ihtiyaç var.

Dipnotlar:

1- Chris Morris, The New Turkey: The Quiet Revolution on the Edge of Europe (Londra: Granta Books; 2006).

2- http://www.cevaplar.org/index. php?khide=visible&sec=9&sec1=44&yazi-id=3372 3- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar (İstanbul, Yeni Asya Neşriyat 1994) ss. 137-8

4- http://www.hikmet.net/content/view/58544/10/

5- Bkz. Beled Sûresi, 11-18.

MEHMET BOYACIOĞLU

14.08.2010


‘Çocuk, bunlar jandarma, polis partisidir!’

Tam seksen yıl önce dün Ali Fethi Bey, Mustafa Kemal’in onayıyla, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. Bilindiği gibi parti, aynı yıl “emirle” kapandı. Bu hikâye artık biliniyor. Ama bu hikâyenin bugünü de anlatan çok önemli yanları var. Serbest Fırka’yı kapatan “emir” tam bugünlere kadar yargı ve asker vesayeti olarak iktidarda kaldı. Serbest Fırka’nın cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik dışında CHP’den ayrılan yanı, yabancı sermayenin ülkeye girmesini istemesi ve ekonomide sürekli devlet müdahalesine karşı duruşu “sessizce” öne çıkarmasıydı.

Türkiye, 1927’de tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşüşü ile 1929 kriziyle tanışmıştı. Anadolu köylüsü vergi ve tefeci kıskacında can çekişirken, dışarıdan mal talebi ve kredi akışı duran tüccar ve toprak egemenleri de homurdanmaya başlamıştı. M. Kemal, genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a... “Bunalıyorum çocuk, her taraf derin bir yokluk, maddi perişanlık içinde, her gittiğimiz yerde şikâyet dinliyoruz” derken yüzlerce yıl boynu bükük duran Anadolu köylüsünü pek dert edinmiyordu herhalde... M. Kemal’i asıl bunaltan şey, sermayeyi yeniden, yeni döneme göre, biçimlendirecek tüccar ve geleceğin sanayicisi olacak olan toprak egemenlerinin isyan etmesiydi. Bu kesim, İsmet Paşa’nın hükümetinden memnun değildi; iktidarda daha fazla yer isteyen ticaret sermayesi ve toprak egemenleri iktidarın devletçi ve bürokratik yönelimine karşı Anadolu’daki muhalefeti örgütlemeye hazırlanıyordu. M. Kemal’in en büyük endişesi, köylünün homurtusunun örgütlü bir güce, arkasına feodal beyleri ve ticaret sermayesini alarak dönüşmesiydi. İşte bundan dolayıdır ki Serbest Fıkra’nın M. Kemal’in emriyle kurulması, iktidarını bugüne değin sürdürecek oligarşinin ilk harcıdır. Yani M. Kemal, İsmet Paşa’nın aksine, askerin ve bürokrasinin, yerli sermaye güçleri ile uzlaşmasını ve “tarihsel bir blok” kurarak 1929 krizini öyle aşmayı düşüyordu. İsmet Paşa, hükümeti ise İtalya ve Almanya’daki faşist-devletçi egemenliği örnek alıyor ve devletin demir yumruğunun kendi sanayisini yaratacağını düşüyordu.

CHP’den ayrılıp SCF’ye katılan tüm mebusların ortak özelliği, M. Kemal’in yakın dostu olması ve İsmet Paşa yönetimine de karşı olmalarıydı. SCF, kısa sürede, ticaret burjuvazisi ve yerel eşraf içinde hükümetin uygulamalarına karşı olanları mıknatıs gibi çekti.

SCF, 1908 devrimine dayanan aydın-halk birlikteliğini ve yoksulluktan demokrasi ile kurtulma perspektifini, onu kuranların ummadıkları bir şekilde, toplumsal güce dönüştürmeye başladı.

SCF'nin üye sayısı, ilk haftada 10 bin ikinci haftada 13 bine ulaşmıştı. SCF, M. Kemal’in onayıyla aynı yıl belediye seçimlerine katıldı. Seçimlerde umulmadık bir başarı elde eden SCF, CHP’ye kök söktürmüştü. SCF yöneticileri seçimlere hile karıştırıldığını iddia ediyorlardı. Yine Hasan Soyak’ın hatıratında şu geçer: “M. Kemal, Soyak’a ‘hangi fırka kazanıyor’ diye sorar; Soyak ‘tabii bizim fırka Paşam’ cevabını verir; bunun üzerine M. Kemal: ‘Hayır öyle değil, kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani Jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler, bunu bilesin.’”

SCF aynı yıl kapandı; çünkü M. Kemal’in düşündüğü “milli blok” (oligarşi) harcı, SCF ile olmamıştı. Hatta tam aksine, bir ayrışma yaşanmıştı. Bunun dışında dünya konjöktürü de İnönü’den yanaydı.

Türkiye, Cumhuriyet’ten hemen sonra kendi dinamikleri ile kapitalizmi ve onun temel sınıflarını, kurumlarını yaratamadı. CHP bir devlet partisi olarak, M. Kemal’in Soyak’a dediği gibi, Jandarma’nın, polisin, bürokrasinin iktidarını ve buna bağlı yağmacı devlet sermayesini yarattı. Bu kesimin, zorunlu olarak, oligarşi çatısında ticaret sermayesi, eşraf ve feodal beylerle buluşması ancak 1945’ten sonra Amerikan “yeni sömürgeciliği” dönemiyle oldu. Ama 1945’e kadar olan süreçte, devlet bütün ideolojik çatısını oluşturmuştu. Oligarşi, bu ideolojik “Türkçü” çatıda kendini korudu ve var etti. 1960’ların başında ordunun ihsanıyla tekelci sanayi sermayesine dönüşen ticaret burjuvazisi, iç pazarı, ulusal sınırları ve faşizme varan baskıyı istiyordu ki, hem enflasyoncu finansla palazlansın hem de dünyaya satamayacağı her malı yüksek fiyattan iç pazarda satsın. Türkiye’nin en büyük grupları, (...) Amerika’nın ihsanı ve asker korumasında devleti ve iç pazarı yağmalayarak “en büyük” oldular. Tabii onların “koruması” da bu büyük gruplarla yarışacak bir sermaye gücü ile ödüllendirildi: OYAK.

Aslında M. Kemal’in Soyak’a dediği gibi, “çocuk, Jandarma, polis ve vali partisi kazandı”. İşte bu parti şimdilerde karşısına dikilen, emirle değil ama toplumun dinamikleriyle kurulmuş, yapı ve partileri kapattırsa bile iktidar olmalarını önleyemiyor. Bu partinin ve devletin yarattığı bütün ideolojik yapı ve kurumlar şimdi seksen yıllık iktidarlarını kaybetme telaşı içindeler. Bunun içinde sol parti ve sendikalarda var. Bu parti, baskının, faşizmin, yoksulluğun, geri kalmışlığın Türkiye’deki ifadesidir. Artık, kurucusunun bile bunlar, Jandarma, polis partisidir dediği bu partinin ve onun yandaşlarının dediği olmasın bu ülkede.

Cemil Ertem, Taraf, 13.08.2010

14.08.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.