Osman ZENGİN |
|
Lise mektebinin avlusunda raks eden taşlaşmış kızlar! |
Eskişehir, bu milletin imanının kurtulup selâmette olması için canla-başla uğraşan, ama buna muhalif olan hainler tarafından dünyada ve öldükten sonra da mezarında rahat bırakılmayan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin haince, alçakça ve haksız bir şekilde hapishane hayatının başladığı ilk mekân ve bir müddet de menzili olmuş bir yerdir. Üstadımızın 50. vefat yılı münasebetiyle yurdumuzun çeşitli yerlerinde yapılan onu yâd etme merasimine iştirak etmek için geldik Eskişehir’e. Eskişehir’in hizmet erlerinden Kâmil Tuncay kardeşimizin mihmandarlığı ile, Üstadımız’la alâkalı menzillerden Eskişehir Hapishanesi, onun karşısındaki lise mektebi, hapishanede mahkûm iken enteresan bir şekilde gelip Cuma namazını kıldığı Ak Camii ve bir müddet ikamet ettiği evi vb. yerleri gezip, görme imkânı bulduk. Gezdiğimiz bu mekânlardan her birinin kendine has bir özelliği var. Üstadın kaldığı hapishane yıkılmış, onun yerine binalar yapılmıştı. Ama, onun karşısındaki lise mektebi hâlâ yerinde duruyordu. Sanki ismiyle müsemmâ, sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevînin silueti gibi… Hapishane tarafından lise mektebine, onun avlusuna, Üstad’ın geçmişte gözyaşlarıyla şahit olduğu ‘lise mektebinin büyük kızlarının gülerek raks ettikleri’ avlusuna doğru bakarken, dikkat ve nazarlarımızdan kaçan bir şeye işaret etti Kâmil kardeşimiz. Lisenin bahçesi ve avlusu şehrin büyük caddelerinden biri olarak kullanılıyordu şimdi. Belki de, o lisenin kızlarından, eğer 90 yaşlarına kadar yaşayabilen beş on tanesi varsa, belki onların da üzerinden geçtiği, o acınacak hallerini tahattur ve tahassür ettikleri yer, bir cadde olmuştu şimdi. İşte Kâmil kardeşin orada işaret ettiği şey bize çok mühim gelmişti. O caddenin ortasında bir havuz yapmışlar, üzerine de birkaç tane müstehcen vaziyette kız heykelleri koymuşlar. Şaşırdık, çok enteresan geldi bize. Avluyu ararken, avludaki Üstadımızın müşahede ettiği halleri tahattur ederken, adeta o kızların taşlaşmış bir sûretini yaptıklarını gördük şimdi o avluya. Ama tabiî, müstehcen bir vaziyette, milletin tasvib etmediği bir sûrette. (Aynı zamanda, oranın, Hasan Polatkan’ın ismini taşıyan bir bulvarının ismini de değiştiren büyük şehir belediye başkanının bir icraâtı bu.) O hâle muttalî olunca, şaşırmakla birlikte, Üstadımızı hatırladık yeniden. Denizli hapsinin bir meyvesi olan; Asa-yı Musa, Meyve Risâlesi, Gençlik Rehberi gibi birkaç yerde bulunan ve kaç defa okuduğumuzu hatırlamadığımız, okurken düşündüğümüz “Üçüncü Mesele” geldi aklımıza. “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’ “Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisâtı sinema ile hâl-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbâl hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahatin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşrû keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı. Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:….” diye devam eden o şahs-ı mânevî ile olan muhaveresini anlattığı şahane bir ders olan Üçüncü Mesele. Şefkat timsâli Üstadımız, hapishane penceresinden, deccalin yalancı bir cehennemi olan hapishanenin penceresinden, karşıdaki lise mektebinin, deccalın yalancı bir cenneti olan lise mektebinin avlusuna baktığı zaman gördüğü manzaraya üzülüyor ve kendisine dert ediyor, ağlıyordu. Yoksa dert etmeyip, “Bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar gitsin, cehenneme zümera, bana ne?“ diye yüzünü öbür tarafa çevirebilirdi. Ama çevirmedi, çeviremezdi. Çünkü o bu asrın vekiliydi. Bu asır insanının (sadece Müslümanlar değil) saadetiyle selâmetiyle alâkadardı. Onların cehenneme gitmesine, kötü vaziyette bulunmasına vicdanı müsaade etmiyordu. Bilerek ve severek o fiili işlediklerinden (“gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden” diyor, “edemediğinden” demiyor. Yani bir zorlamadan ziyade, kendi istekleri ile o hâli irtikap ettiklerinden), o zehirli bal hükmündeki lezzetlerinin içindeki elemi gösterip, onları imana dâvet ederken, birden karşısına sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî dikilerek, süfyan komitesi adına konuşarak, muhavereye giriyor ve sonunda teslim olmuyor, imana girmiyor, cehenneme gidiyor. Tabiî, avanelerini de peşinde sürükleyerek… Hapishane ve lise mektebinden sonra, hapishanedeyken Cuma namazı kıldığı Ak Cami’ye gittik, fakat cami namaz vakitlerinin dışında kapalı olduğundan içine giremedik. Oradan, Üstadın Eskişehir’de bulunduğu zaman kaldığı Abdulvahid Tabakçı’ya ait evin önüne gelerek orada resim çektirdik. Ertesi gün, programın konuşmacısı olan İslâm (Selahaddin) Yaşar ile buluşup, Ankara’dan gelecek olan Ömer Tuncay Ağabey ve diğer arkadaşlarla öğle namazında Ak Cami’de buluşmak üzere sözleştiğimizden, hep beraber oraya gittik. 35 senedir hukukumuz bulunan Selahaddin Yaşar kardeşimizle çok şeyleri tahattur edip teâtide bulunduk. Namaz kılmak için girdiğimiz camide sanki Üstadı yanımızdaki safta otururken hissettik. O meseleyi tahattur ettik. O mesele de şuydu: “…Bediüzzaman, Eskişehir hapishanesinde iken; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtib ile otururken bir ses duyuyor: ‘-Müdür bey! Müdür bey!’ Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: ‘-Benim mutlaka bugün Ak Cami’de bulunmam lâzım.’ “Müdür: ‘Peki Efendi Hazretleri’ diye cevab veriyor. Kendi kendine: ‘Her halde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor’ diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstad’ın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, ‘İçeride idi, hem kapı kilitli’ cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın ‘Allahü ekber’ diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)” (Tarihçe i Hayat, s. 338) Bu enteresan hadiseyi hatırladığımızda, “Acaba niye mutlaka o gün Ak Cami’de bulunmam lâzım” dediğini düşünürken, sanki yanımızdaki safta oturan Üstadımız bize, “Kardaşım, ben çeyrek asır önce de Şam’daki ak minareli camiye gitmiştim” der gibiydi. Zamanın sahibinin tasarrufunu, ancak onu sevkeden bilir işte. Bütün bu halleri yaşadığımız Eskişehir’deki Üstadımızı yâd etme programına İstanbul’dan hususî olarak, üstelik de geçirdiği bir müessif kaza neticesinde iki koltuk değneğiyle gelen, oranın hizmet erlerinden Kadir Tuncay Ağabeyin o manidar hâlini de unutmayarak, programdan sonra, gece Bursa’ya vâsıl olduk.
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |