Yasemin YAŞAR |
|
“Bunu herkes yapıyor” aldatmacası |
İnsan hayat standartlarını hayran olduğu insanlara göre ayarlamaya yatkındır. Fakat bu hayran olunan modellerin standartları önemlidir. Özellikle gençlerin ve çocukların dünyalarına sunulan modellerin nasıllığı, onları örnek alacak olan çocuk ve gençlerin manevî gelişimleri açısından son derece dikkat çekicidir. İnsanoğlunun mahiyeti acz, zaaf, noksan ve kusurdan oluşmaktadır. Fakat kusurlu olmak, düşük standartlarda yaşamak için bahane olamaz. ‘Bizden bir şey olmaz, bu bize göre değil, ben zaten günahkârım, böyle yaşamayan insan yok ki, bu zamanda böyle olunur’ gibi yaklaşımlar ve başarıya, mutluluğa, hayırlı işlere, sıkıntı çekmeden, başarısızlık yaşamadan, hiç mutsuz olmadan ulaşma isteğindeki yanlışlık, insanların standartlarını düşürmeyi netice vermiştir. İnsanlık standartları bir kez aşağı indiği zaman, artık herkes bu düşük standartları normal kabul etmeye başlar. İnsan arzu ve heveslerini kontrol altına almakta zorlandığı durumlarda, bunun imkânsız olduğuna karar verip, bu davranışları normalleştirmeye başlıyor. Toplumun genelinde de bu problem olduğu için beklentilerin seviyesi düşer ve türlü kılıflarla yapılan hatalar, günahlar meşrûlaştırılmaya çalışılır. Çocuklarıyla hakikî anlamda ilgi ve şefkatle ilgilenmeyen, onları terbiye etmeyen ve bunu da gereksiz gören anne babalar, okulda çocuğun yaşadığı bir disiplin problemini normal görmeye başlıyor. Çocuktaki şiddeti, gençlerdeki özellikle erkek çocuklarındaki ahlâksızlığı, devletin elektriğinden kaçak kullanmayı, hak arayışında şiddete başvurmayı, iktidar olan siyasî partilerin hortumlamaları gibi onlarca yanlışlığı kabul ediyor. Çünkü insan bu düşük standartları kendi içinde kabullenmiş gözüküyor. Bugün, gerek tv ekranlarında gerekse radyo programlarında insanların aptal yerine konulduğu, kendisine olan özsaygısını kaybettirecek, haysiyet duygusunu yok edecek, hakaretlere maruz bırakılarak yapılan yarışma ve şov programları insanlık standartlarından haber vermektedir. Tv ekranında, katıldıkları şov programında, salak yerine konan anne ve babaları, hakaret edilmesine rağmen gülen, kahkahalar atan ağabey ve ablaları seyreden bir çocuğun, büyüdüğü zaman insanlık kalitesi adına ne kendi dünyasına, ne de çevresine katacağı bir şey olmayacaktır. Hakikî insan beklentisi de ümitsizliğe düşecektir. Çünkü büyük dediği ve örnek aldığı kocaman insanların bu basit halleri onun kendisiyle ilgili değerlerini, kendi özsaygısını ve insanlık standardını düşürecektir. Tv dizilerindeki kahraman erkek tiplemeleri, vahşet ve zalimliğin, tahribatçılığın failleri olarak sunulmaktadır. Kadın tiplemeleri ise, ucuz bir meta haline getirilmiş, sûretiyle insan olmaya çalışan zavallı pozisyonuna düşürülmüş modellemelerden oluşmaktadır. Bu şekilde çocukların ve gençlerin dünyasına sinsice ve kurnazca sızılmakta, onların maneviyatlarına adeta bombalar konmaktadır. Toplumun bu hale gelmesine izin verenler elbette bu gidişata seyirci kalanlardır. Küresel ısınma, caretta caretta, pasifikteki balinalar, sokak köpekleri, dizilerin sonları, dizi kahramanlarının halleri, yarışmacıların kazancı vs. gibi, kendisini doğrudan ilgilendirmeyen hadiselere ilgi gösterip, yanı başındaki çocuğunu, yalnızlığa terk etmiş vaziyette davranan anne ve babalar, bu duruma daha ne kadar seyirci kalacak, ne kadar tepkisiz olacaklardır. Hatta ne zaman bu gidişi fark edip, yürekleri sızlayacaktır? Devletin kanunlar çıkarması, tv ekranlarına gelen uyarı işaretleri bu konuda çözüm değildir. Bu medya çöplüğünü ortadan kaldırmak veya bu sinsice tahribat yayınlarını yapanlara hadlerini bildirmek, herkesin sorumluluğundadır. Yani, bu ahlâksızlığı üretenlerin ürünlerini talep etmeyecek şekilde disipline olmak gerekir. Çünkü bu biraz da arz talep meselesidir.
Ben izin vermeseydim, ahlâksızlık bu kadar yaygınlaşmazdı “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez” hakikati gereğince, zarar dokunuyorsa, ki bu âhir zamanda pek kimse mahfuz kalamıyor. O zaman doğru yolda olup olmadığımızı sorgulamak gerekiyor. Genelde insan nefsinin bir özelliği, bir hata işlediği zaman başkasını suçlu görmek ve göstermektir. Yapılan davranışlardan başkalarını sorumlu tutmak, sorumluluk duygusunu bitirip, bahane bulma ve kurban psikolojini doğurmaktadır. Yani hata işleyen kişi, sorumluluklarını kendine ait görmeyip, kendi dışındaki çevreye, aileye, devlete, ona buna ait mantığı geliştirmektedir. Kişinin kendisi bu mantığı geliştirirken, bu süreci izleyen diğer insanlarda, bu davranış kabul görüp, ‘Ne yapsın ailesinin suçu, annesinin yanlışı, devletin hatası’ diyerek, yanlışlar mazur gösterilmeye çalışılıyor.
Bunu herkes yapıyor aldatmacası Kötülüklerin kabul edilebilir, hatta iyi olarak algılanabildiği bir zamanı yaşıyoruz. İnsanlar davranışlarının kriterlerini Kur’ân, sünnet, değer, fazilet, kültür gibi ölçüler yerine, bu işi kaç tane insanın yaptığına göre belirliyor. Eğer bir davranış, çok kişi tarafından yapılıyorsa, kabul edilebilir bir hâle geliyor. Eğer sayı çok kabarık ise, bu davranışın çok iyi olduğu anlamına bile gelebiliyor. Bugün insanlar kötü yaptıkları şeyleri, iyi şeyler yapıyormuş gibi göstermektedir. Çoğu zaman bunun adını, ikili ilişkilerde ‘Senin iyiliğin için, şunun faydası için’ söylemleri ile milletler bazında da güvenliği koruma, cumhuriyetin temel ilkelerini muhafaza, demokrasinin gelişmesi vs. gibi bir dizi kılıflarla kötü emeller gerçekleştiriliyor. Yapılan yanlış üzerindeki dikkati, bunu iyi bir sonuç almak için yaptıklarını iddia ederek, başka yöne çekmektedirler. Böylece bu kurnazca taktik, çok fark edilmez ve eleştirilmez. İyi şeyler adına yapılan yıkımlar, verilen zararlar başka herhangi bir sebepten dolayı verilen zarardan daha fazladır. Şöyle ki, din adına yapılan siyaset, ülke adına yapılan kıyımlar, hak ve hürriyet ihlâlleri, fail-i meçhuller, ‘Ben onun iyiliği için konuşuyorum’ adına yapılan gıybetler, bütün bunlar hak sûretine girmiş zulümlerdir. İşin başka bir tuhaflığı da, bu yanlış fark edildiğinde, bunu yapan kişiler yerine, sebep olarak öne sürülen iyi ve güzel şeyleri, bu hatanın gerçek sebepleri zannetmeleridir. Meselâ, din, savaşların ve başka kötülüklerin sebebi olarak gösterilir. Bunun üzerine toplum, savaşlara sebep olan kişiler yerine, dini savaşı sebebi görürler ve dine düşman olurlar. Yani kötü bir şeyin iyilik adına yapılması en aldatıcı ve zararlı hataların başında gelir. Ve genellikle sadece kötü ve zararlı olanın, iyi ve faydalı olarak kabul edilmesiyle kalmaz, aynı zamanda yanlış kullanılan iyinin reddedilmesiyle sonuçlanır. Genelde sahip olunmayan şey, insanlara yanlışlarını söyleyebilme cesaretidir. Birilerinin ortaya döktüğü pisliklerini hayat standardı, yaşama stili diyerek, iyi bir şeymiş gibi sunarken, sessiz kalmak, belâların celbine sebep olur. Bununla ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle söyler: “Nasıl olacak haliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı, sere serpe açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terk edildiği gün?” Sahabe bu sözler karşısında dehşete düştü. Sahabe, “Bunlar olacak mı ya Resûlallah?” Ve Allah Resûlü (asm); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki daha şiddetlisi de olacak.” “Bundan daha şiddetlisi nedir ya Resûlallah?” “Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün haliniz nice olacak bir bilseniz!” “Bu da mı olacak ya Resûlallah?” “Daha şiddetlisi bile olacak?” “Bundan daha şiddetlisi nedir, ey Allah’ın Resûlü?” “Münkerât karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize.” “Bu da mı olacak ya Resûlallah?” “Evet.” Bu esnada Allah Resûlü, Allah’a kasem ederek, O’ndan şu sözü nakletti: “Celâlime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine, çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim.”
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bursa’da sükûnet, Haliç’te coşku |
Sabahın erken saatinde, yeni bir günün ışıklarıyla yeryüzü bütün ihtişamıyla, karanlıkla örtülü gece perdesinin sıyrılması ile yavaş yavaş aydınlanıyor, üstündeki nakışlar, süsler, güzellikler görünerek san'atkârını gösterip tarif ediyordu. Bütün âlem bolluk, bereket, zenginlik, hayır ve güzellikleriyle gece uykusundan uyanır gibi, gözlere ve gönüllere heyecan veriyordu. Serin bir sabah rüzgârının dokunuşu ile kıpırdayan ağaçların çiçekli dalları, raks eden yapraklar ve uzayıp giden yeşillikler ilkbaharı tarif ediyordu. Ağaçlarda erken saatlerde cıvıldayan, uçuşan, savrulan kuşlar hazırlandığımız bir yolculuğun heyecanına heyecan, neşe ve tefekkür katıyordu. Bursa’daki Bediüzzaman Mevlidine gitmek için bir araya gelmiş inanmış, iman ve Kur’ân dâvâsına gönül vermiş insanların şevk ve heyecanları sabahın aydınlığı, çiçeklerin berraklığı kadar yüzlerinde, gözlerinde, gönüllerinde yansıyor, yankılanıyordu. Bursa’ya doğru salınarak yol alan otobüste yolculuğa Kur’ân-ı Kerim tilâveti ile başladık. Cenâb-ı Hakkın kelâmını dinlerken; O’nun Elçisi, sevgili Peygamberimizi (asm) hatırlıyoruz. İlk zaman Mekke’de, etrafında sadece bu otobüsteki insanlar kadar sahabe ile nurlu yoluna devam ediyordu. Sonrası malûm… Otobüste okunan risâleler, cevşenler, dualar ve yapılan tatlı, lahuti sohbetlerle huzurlu, neşeli ve sürurlu yolculuğumuz devam ederken, yol kenarındaki ağaçlardaki bembeyaz çiçeklerini seyrederken, uzaktan Uludağ’ın zirvelerindeki beyaz karlar görünmeye başladı. Sonsuzluğu ifade eden ufukların üstündeki uçuşan bulutların ihtişamı, baharın renkli sayfaları ve bütün bu güzellikleri yeni bir tefekkürlü bakışla, anlamlı ve taze bir nazarla kalbimizin derinliklerine akıtarak güzelliklerin Sahibini, Malikini, Rabbini ve O’nun Cemil isminin tecellilerini Maşallah, Sübhanallah ve Allahuekber terennümleri ile yad ederek, dua ve niyazda bulunuyoruz. Bursa Ulu Cami’de 21 Mart Pazar günü öğle namazından sonra Bediüzzaman Mevlidi’ne Türkiye’nin her tarafından gelen bahtiyar insanlarla bir bayram havası içerisinde buluştuk, kavuştuk, hasret giderdik. Coşkun kalabalıkla Ulu Cami dolup taşmıştı. Her tebessümlü çehreden sevgi, saygı, hürmet, muhabbet dökülüyordu. Herkesin ağzından kelâmlar, selâmlar, sevinçler, neşeyle muhatabına gönderiliyordu. Her insan gördüğü kardeşine hizmetleri sorup, söyleyip konuşuyordu. Altı asırlık tarihi Ulu Cami'nin yirmi tane kubbesinden yankılanan vaaz ve mevlidin ilâhî terennümleri ile çınlayıp dalga dalga, huşu ile, huzur ile, sükûnet ile dinleyen hizmet erlerinin gönüllerine yansıyordu. Bursa Ulu Cami’de, o atmosferle insan eli yüzü nurlu, ihlâslı, samimî, mütevazi insanların Sevgili Peygamberimizin (asm) sünnetini, tavrını, tarzını, yolunu rehber etmelerindeki içtenliğe bakarak ister istemez, zaman içinde zamana girip, hayalen Ceziret-ül Arab’a, Asr-ı Saadete gitmek; ya da “Kim bir kavme benzerse o ondandır” sırrınca onları hayalen zaman-ı hazıra getirip, her bir Nur Talebesinin şahsında bir Sahabe-i Kiramın vasıflarını müşahede etmek istiyor insan. Tarihi Ulu Cami'nin avlusunda mahşeri kalabalık içinde o güzide, fedakâr, kahraman sahabe topluluğu olsaydı farklı olarak ne yaparlardı, nasıl davranırlardı, diye düşünüyor insan. İsmi anıldığında ve hatırladığımda gözlerimin yaşardığı, hayranı olup şefaatını umduğum kahraman sahabe Musab bin Umeyr’ı arardı gözlerim. Koşup aşkla, heyecanla ve meczupcasına elini ve ayaklarını öpüp, bütün kalbimdeki sevgi ile sarılmak isterdim ona. Ve bütün sahabelere… Bediüzzaman Mevlidine uzak yakın demeden gelen insanların her biri Peygamberimizin (asm) yolunda, sahabelerin yolunda yürümeyi hayatlarına prensip edinmiş inançlı ve imanlı gönül dostları, hizmet erleri... Her birinin yüzünde imanın ve İslâmın saflığı, nezihliğini ve derinliğini görebilirsiniz. Bu temenniler ve duygu yoğunluğu içerisinde zaman hızlıca akıp geçti. İkindi namazını Ulu Cami’de eda edip dua ederken, asırlarca insanların ibadet ettiği, secdeye baş koyduğu, dualar, niyazlar ettiği bu kutsal mekânda, Cenâb-ı Hakkın dualarını reddetmeyeceğini umduğumuz ahir zamanda gelmiş olan Kur’ân talebelerinin dualarına, yalvarmalarına, amin demelerine karışan şadırvandaki su sesleri ve zerreleri adedince aminleri Rabbimiz’in katına gönderdikten sonra veda zamanı geldi. İnsanlar kendi öz kardeşinden daha samimî, içten ve ünsiyetle bağlandığı hizmet ve dâvâ arkadaşlarıyla konuşuyor, helâlleşiyor, vedalaşıyorlar. Ve bir hafta sonra 28 Mart 2010 tarihinde İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde Bediüzzaman Haftası dolayısıyla, vefatının 50. yılında “Said Nursî ve Demokratik Açılım” isimli yapılacak olan Panel’de buluşmak üzere gruplar ayrılıyor, memleketlerine doğru yol alıyorlardı… Bir hafta hızlı bir şekilde geçti. Haliç’te buluşan yaklaşık dört bin kişilik nezih, kültürlü, şuurlu insanın Bursa Ulu Cami'deki sükûneti, sessizliği ve içtenliği ile mahviyet ve tevazuları; Haliç’teki kongrede de yerinde ve zamanında konuşmacılara gösterdikleri ilgi ve iradenin tezahürü ile alkış tufanının salonları çınlatması ile de coşku ile çarpan yüreklerindeki cesaret ve heyecanları, “Şahlanan bir ata benzer; kırarım kanlı gemi” ve “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım” mısralarındaki kükremişliği, vakarlı ve dik duruşu tecessüm etmiş tek ses, tek söz, tek yürek olarak “Hep birden Allahın ipine sımsıkı sarılın...” âyetindeki mânâlardan ilham almış bir topluluğu, o gün dost-düşman herkes gördü. Rabbim nice Bedüzzaman Haftalarını sevgiyle, sevinçle, mutluluk ve huzurla kutlamak nasip etsin…
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Lise mektebinin avlusunda raks eden taşlaşmış kızlar! |
Eskişehir, bu milletin imanının kurtulup selâmette olması için canla-başla uğraşan, ama buna muhalif olan hainler tarafından dünyada ve öldükten sonra da mezarında rahat bırakılmayan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin haince, alçakça ve haksız bir şekilde hapishane hayatının başladığı ilk mekân ve bir müddet de menzili olmuş bir yerdir. Üstadımızın 50. vefat yılı münasebetiyle yurdumuzun çeşitli yerlerinde yapılan onu yâd etme merasimine iştirak etmek için geldik Eskişehir’e. Eskişehir’in hizmet erlerinden Kâmil Tuncay kardeşimizin mihmandarlığı ile, Üstadımız’la alâkalı menzillerden Eskişehir Hapishanesi, onun karşısındaki lise mektebi, hapishanede mahkûm iken enteresan bir şekilde gelip Cuma namazını kıldığı Ak Camii ve bir müddet ikamet ettiği evi vb. yerleri gezip, görme imkânı bulduk. Gezdiğimiz bu mekânlardan her birinin kendine has bir özelliği var. Üstadın kaldığı hapishane yıkılmış, onun yerine binalar yapılmıştı. Ama, onun karşısındaki lise mektebi hâlâ yerinde duruyordu. Sanki ismiyle müsemmâ, sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevînin silueti gibi… Hapishane tarafından lise mektebine, onun avlusuna, Üstad’ın geçmişte gözyaşlarıyla şahit olduğu ‘lise mektebinin büyük kızlarının gülerek raks ettikleri’ avlusuna doğru bakarken, dikkat ve nazarlarımızdan kaçan bir şeye işaret etti Kâmil kardeşimiz. Lisenin bahçesi ve avlusu şehrin büyük caddelerinden biri olarak kullanılıyordu şimdi. Belki de, o lisenin kızlarından, eğer 90 yaşlarına kadar yaşayabilen beş on tanesi varsa, belki onların da üzerinden geçtiği, o acınacak hallerini tahattur ve tahassür ettikleri yer, bir cadde olmuştu şimdi. İşte Kâmil kardeşin orada işaret ettiği şey bize çok mühim gelmişti. O caddenin ortasında bir havuz yapmışlar, üzerine de birkaç tane müstehcen vaziyette kız heykelleri koymuşlar. Şaşırdık, çok enteresan geldi bize. Avluyu ararken, avludaki Üstadımızın müşahede ettiği halleri tahattur ederken, adeta o kızların taşlaşmış bir sûretini yaptıklarını gördük şimdi o avluya. Ama tabiî, müstehcen bir vaziyette, milletin tasvib etmediği bir sûrette. (Aynı zamanda, oranın, Hasan Polatkan’ın ismini taşıyan bir bulvarının ismini de değiştiren büyük şehir belediye başkanının bir icraâtı bu.) O hâle muttalî olunca, şaşırmakla birlikte, Üstadımızı hatırladık yeniden. Denizli hapsinin bir meyvesi olan; Asa-yı Musa, Meyve Risâlesi, Gençlik Rehberi gibi birkaç yerde bulunan ve kaç defa okuduğumuzu hatırlamadığımız, okurken düşündüğümüz “Üçüncü Mesele” geldi aklımıza. “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’ “Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisâtı sinema ile hâl-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbâl hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahatin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşrû keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı. Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:….” diye devam eden o şahs-ı mânevî ile olan muhaveresini anlattığı şahane bir ders olan Üçüncü Mesele. Şefkat timsâli Üstadımız, hapishane penceresinden, deccalin yalancı bir cehennemi olan hapishanenin penceresinden, karşıdaki lise mektebinin, deccalın yalancı bir cenneti olan lise mektebinin avlusuna baktığı zaman gördüğü manzaraya üzülüyor ve kendisine dert ediyor, ağlıyordu. Yoksa dert etmeyip, “Bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar gitsin, cehenneme zümera, bana ne?“ diye yüzünü öbür tarafa çevirebilirdi. Ama çevirmedi, çeviremezdi. Çünkü o bu asrın vekiliydi. Bu asır insanının (sadece Müslümanlar değil) saadetiyle selâmetiyle alâkadardı. Onların cehenneme gitmesine, kötü vaziyette bulunmasına vicdanı müsaade etmiyordu. Bilerek ve severek o fiili işlediklerinden (“gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden” diyor, “edemediğinden” demiyor. Yani bir zorlamadan ziyade, kendi istekleri ile o hâli irtikap ettiklerinden), o zehirli bal hükmündeki lezzetlerinin içindeki elemi gösterip, onları imana dâvet ederken, birden karşısına sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî dikilerek, süfyan komitesi adına konuşarak, muhavereye giriyor ve sonunda teslim olmuyor, imana girmiyor, cehenneme gidiyor. Tabiî, avanelerini de peşinde sürükleyerek… Hapishane ve lise mektebinden sonra, hapishanedeyken Cuma namazı kıldığı Ak Cami’ye gittik, fakat cami namaz vakitlerinin dışında kapalı olduğundan içine giremedik. Oradan, Üstadın Eskişehir’de bulunduğu zaman kaldığı Abdulvahid Tabakçı’ya ait evin önüne gelerek orada resim çektirdik. Ertesi gün, programın konuşmacısı olan İslâm (Selahaddin) Yaşar ile buluşup, Ankara’dan gelecek olan Ömer Tuncay Ağabey ve diğer arkadaşlarla öğle namazında Ak Cami’de buluşmak üzere sözleştiğimizden, hep beraber oraya gittik. 35 senedir hukukumuz bulunan Selahaddin Yaşar kardeşimizle çok şeyleri tahattur edip teâtide bulunduk. Namaz kılmak için girdiğimiz camide sanki Üstadı yanımızdaki safta otururken hissettik. O meseleyi tahattur ettik. O mesele de şuydu: “…Bediüzzaman, Eskişehir hapishanesinde iken; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtib ile otururken bir ses duyuyor: ‘-Müdür bey! Müdür bey!’ Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: ‘-Benim mutlaka bugün Ak Cami’de bulunmam lâzım.’ “Müdür: ‘Peki Efendi Hazretleri’ diye cevab veriyor. Kendi kendine: ‘Her halde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor’ diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstad’ın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, ‘İçeride idi, hem kapı kilitli’ cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın ‘Allahü ekber’ diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)” (Tarihçe i Hayat, s. 338) Bu enteresan hadiseyi hatırladığımızda, “Acaba niye mutlaka o gün Ak Cami’de bulunmam lâzım” dediğini düşünürken, sanki yanımızdaki safta oturan Üstadımız bize, “Kardaşım, ben çeyrek asır önce de Şam’daki ak minareli camiye gitmiştim” der gibiydi. Zamanın sahibinin tasarrufunu, ancak onu sevkeden bilir işte. Bütün bu halleri yaşadığımız Eskişehir’deki Üstadımızı yâd etme programına İstanbul’dan hususî olarak, üstelik de geçirdiği bir müessif kaza neticesinde iki koltuk değneğiyle gelen, oranın hizmet erlerinden Kadir Tuncay Ağabeyin o manidar hâlini de unutmayarak, programdan sonra, gece Bursa’ya vâsıl olduk.
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ergenlik çağı sorunları |
Gençler; doğru-yanlış, iyi-kötü, hayır-şer kavramlarını ayırt etmeye başladıkları andan itibaren meraklarını tahrik eden soru yumaklarıyla çepeçevre kuşatılırlar. Bunlardan ilk üçü, “Ben kimim? Ne yapmalıyım? Neden yapmalıyım?” şeklindedir. Ardından, “Ben kimim, nereden geliyorum, kim gönderdi, niye gönderdi, nereye gidiyorum; sonunda ne olacağım?” benzeri sorular gelir. Gayet tabiî, mesele burada bitmemektedir: “Bu evren, bu dünya nedir, bu evrende ben neyim, hayatın, ölümün anlamı nedir; sonsuzluk nedir?’ gibi sorular, kapıdan kovsanız bacadan girercesine insan beynini sürekli olarak kurcalamaktadır. Bir kademe sonra, “Yaratma nedir, kim yaratabilir, bu âlem nasıl yaratılmıştır?” gibi merak yüklü soruların sırlarını araştırmak zorunda kalırız.1 Hiç kimse; “Ben ne iç, ne dış dünyamda böyle sorular ve meselelerle karşılaşmıyorum; dolayısıyla ilgilenmiyorum!” diyememektedir. İnsan kafasını kuma da soksa; sık sık meydana gelen enteresan hâdiseler, felâketler, ayrılıklar, ölümler gibi kırılma noktaları ister istemez merakımızı tahrik eder ve çareler üretmeye yöneltir. Zaman zaman duymazlıktan gelsek de; bir kurt gibi içten içe beynimizi kemirirler! Bizzat şuûruna varmazsak bile derinden derine akıl, kalb, vicdan gibi duygularımızın kulağına fısıldanırlar. Kimi zaman merakımızı çatlatırcasına! Zekî, akıllı, hareketli gençler, sorularına doyurucu cevaplar isterler. Eğer, tatmin edici cevaplar bulamazlarsa; aşırı korku, heyecan, endişe ve ümitsizliğe düşerler. Bu ve benzeri negatif duygular da onları uyuşturucu, fuhuş, sefahet gibi olumsuzlukların kucağına atar. Bu arada devreye, “zaman yutan canavar veya ahlâk ve duygu katili” televizyon, özellikle magazin programları girer. Gençleri; nefsî arzular, sefahet ve sefalet girdabına çeker. Onların pozitif duygularını, moral değerlerini öldürür. İnternet de bir yönüyle tamamen bataklık olabilmektedir. Zamanla alışkanlık/bağımlılık yaparak onları içine çeker. Ergenlik döneminin kendisine has psikolojik güçlüklerini aşmak kolay değildir. Bu durum, gençlerdeki aidiyet duygusuyla ilgilidir. Bir gruba ait olma ve paylaşma, gençliğin psikolojik tabiatında vardır. Gencin önünde olumlu, tatmin edici grup seçenekleri yoksa, sadece hoşuna giden gruba katılacaktır.2 Bediüzzaman bu husustaki ikazlarını nerede ise bir asır önce yapmış; meselenin vehametine dikkat çekmiştir: Eğer gençlik sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, isrâfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini belirtmiş, “Bîçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar” demiştir.3 “Acaba, idarece ve asayişi muhafazaca, bin îmanlı adam mı, yoksa on dinsiz serseri mi daha kolaydır? Evet, îman, güzel seciyeler vermekle hem merhamet hissini, hem zarar vermekten sakınmak meylini verir”4 sözleriyle de çarenin imanlı nesiller yetiştirmek olduğunu vurgular.
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 22; 2- Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Yeni Ümit, Ocak-Şubat-Mart, 2003, s. 47; 3- Sözler, s. 136; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 205.
10.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bir hava zerresindeki mu'cize - 1 |
Ahmet Bey: “Hüve Nüktesinde geçen ‘tırnak kadar olan hüve lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkilelerinin bulunması’ meselesini açıklar mısınız?”
Kur’ân, “Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd edip, O’nu tesbih ediyor olmasın”1 buyuruyor. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu âyetten, “Lâ İlâhe illâ hû” ve “Kul hüve’llahü ehad” kelimelerinde geçen “Hüve” zamirine bir köprü kurar. Hüve Nüktesi, “Hüve” ile “hava” arasındaki kopmaz bağı bizim anlayışımız çerçevesinde keşfeden ve nazarlara sunan bir görgü şahidi notudur. Bu mukaddes kelimelerde geçen “Hu” veya “Hüve” lâfızları zamirdir, “O” demektir; Allah’a râcidir, yani “Allah” lâfzı yerine oraya gelmişlerdir, yani “Hû” veya “Hüve” Allah demektir. (“Hû”, “Hüve”nin kısa okunuşlu hâlidir.) Bedîüzzaman Hazretleri, havanın hakikatini yukarıdaki âyetin dürbünüyle müşahede ediyor. Görüyor ki, her bir hava zerresi Allah diyor. Yani “Hüve!” diyor. Yani her bir hava, “Hüve!” diyor. Her bir hava zerresi Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gösteriyor, Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini, hikmetini, işitmesini, görmesini bildiriyor. Yalnız hava sayfası okunduğunda bile görülecektir ki, Allah’a iman etmek hadsiz derece kolay, şirk ve dalâlette kalmak hadsiz derece zordur, hatta imkânsızdır. Nasıl ki bir avuç toprak nöbetle yüzlerce çiçeğe saksılık ediyor. Bunu tabiata veya sebeplere havale etmek için, ya o saksıda küçücük ölçülerde yüzlerce manevî makineler ve fabrikalar bulunması lâzım gelecektir. Ya o bir parça topraktaki her bir zerre, bütün o yüzlerce çiçeği muhtelif özellikleriyle, karakterleriyle, hayatî farklılıklarıyla, dalıyla, budağıyla, rengiyle, kokusuyla, yaşama ve büyüme şartlarıyla tanıması ve bilmesi lâzım gelecektir. Âdeta her bir toprak zerresinin bir ilâh gibi ilim ve iktidar sahibi olması gerekecektir. Bu ise imkânsızdır. Buna ihtimal vereni en akılsız adam bile akılsız, deli ve ebleh ilân eder. Oysa toprak ile saksıdaki çiçekler arasında veya toprak ile bitkiler arasındaki bu sıkı bağı ve birliği, bu hayatî alış verişi, Allah’ın ilmine, iktidarına, emrine ve iradesine verdiğimizde, her şeyin kolayca ve mükemmel bir biçimde olup bitişindeki sırrı görmekte gecikmeyeceğiz. Aynen bunun gibi, Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir Arş’ı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lâfzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, harika alıcı ve verici is-tasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü her bir hava zerresinde bütün bu hadsiz işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da, “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı zamanda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz! Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, ilim ve iktidar bulunduğunu söyleyeceğiz! Nitekim havanın bütün cüzlerinde aynı derecede ses ve görüntü nakil kabiliyeti ve eksiksiz görev yapma terbiyesi vardır. İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde değil bir imkânsızlık, hava zerreleri adedince imkân-sızlıklar, olumsuzluklar, mantıksızlıklar, zorluklar, müşkülâtlar ve çıkmaz sokaklar vardır! Bu ince ve benzersiz işler Allah’a verilse, havanın bütün zerreleri derhal Allah’ın emrini dinleyen ve Allah’ın emrine kâmilen itaat eden birer asker hüviyetine girecektir. Hadsiz ve kapsamlı vazifeler, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvetiyle, kudretiyle, Allah’a intisap ederek ve dayanarak, bir tek zerrenin, bir tek vazifesi kadar kolayca, muntazaman, bir anda, şimşek sür'atinde ve “Hüve” telâffuzu ve havanın dalgalanması kolaylığında yapılacaktır! Hava böylece kudret kaleminin hadsiz, harika ve muntazam yazılarına birer sayfa olacak; zerreleri o kalemin uçları, zerrelerin vazifeleri de kader kaleminin noktaları hüviyetinde olacaktır. Çünkü bir tek emirle, bütün hadsiz hava zerreleri, bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışmaktadır. Havanın her bir zerresinde bir birlik mührü vardır. Her bir hava zerresi bu eşsiz mühürle Allah’ın bir olduğunu herkese haykırmaktadır. Hava zerreleri böyle orijinal sıfatlarıyla “Hüve” zamirinin “Allah’a” baktığını göstermektedirler. Demek, Tevhid makamında “Hû” dediğimizde, ağzımızdan çıkan hava zerreleri de “Hüve!” yani “Allah” zikrini söylemektedirler.2 Yarın İnşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi: 44. 2- Sözler, s. 146, 147.
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Değişikliğin akıbeti |
Salonda 30-35 kişilik oturma yeri ya var ya yok. Ancak öyle bir kalabalık toplandı ki, salonda bırakın oturacak yer bulmak, ayakta duracak yer bile bulmak neredeyse imkânsızdı. Bahsettiğimiz salon Meclis Anayasa Komisyonu toplantı salonu. Salonda hükümet adına Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, siyasî partilerin grup başkanvekilleri, bazı ihtisas komisyonlarının başkanları ile Anayasa Komisyonu üyesi olmayan çok sayıda milletvekili vardı. Çok sayıda basın mensubu da toplantıyı takip etti. Sadece milletvekillerinin sayısı 60’ı aşıyordu. Bir de CHP tam kadro komisyona gelmekten vazgeçmeseydi tam bir kargaşa yaşanacaktı. Peki, bu kalabalık anayasa değişikliğinden duyulan memnuniyetten mi, yoksa “bu paket yeterli değil, daha demokratik hale getirmek için çalışalım” diye düşündükleri için miydi? Ne yazık ki değildi. Herkesin komisyonda bulunuş amacı farklıydı. AKP’nin hazırladığı ve başbakan ve bakanların da imzaladığı 265 imzayla Meclis’e gönderdiği teklifin komisyondan kısa zamanda geçip genel kurula gelmesi, muhalefet partileri paketi engellemek, basın mensupları da günlerdir süren tartışmaların ilk raundunda bir şey kaçırmak istemedikleri için bulunuyorlardı. Toplantı, Adalet Bakanı Kuzu ile Kamer Genç arasında “yer tartışması” ile başlarken, CHP ve MHP paketin anayasaya aykırı olduğunu söyledi. CHP paketten üç maddenin ayrılmasında ısrarcı olurken, MHP’li Faruk Bal, “Bu teklif külliyen anayasaya aykırıdır. Teklif kargaşa, kaos ve kavgaya gebedir” demesi, paketin gerek komisyonda gerekse de genel kuruldaki görüşmelerinin normal seyrinde gitmeyeceğini göstermiş oldu. Neticede tamamı üzerinde gece geç saatlere kadar süren ve 10 buçuk saatlik bir maratonun ardından paketin maddelerine geçilmesi kabul edildi. Üçü geçici olmak üzere toplam 30 maddeden oluşan paketin maddeleri dün itibariyle Adalet Komisyonunda görüşülmeye başlandı. Bu aşamaya gelinceye kadar AKP’nin 265 imzayla verdiği anayasa değişikliği paketinin başına gelmeyen kalmadı. Acemilik ya da oldu-bittiye getirildiği iddialarını doğrularcasına 7.5 yıldır üzerinde konuşulan paketin komisyona gönderilmesinde sıkıntılar yaşandı. Meclis’te geçen hafta patlak veren “imza krizi” hafta başında anayasa paketinin geri çekilmesi ve değiştirilmesiyle sonuçlandı. CHP’nin anayasa mahkemesine gitme gerekçesi olarak gösterdiği imzalar yenilendi ve teklif Başbakan Erdoğan ve bakanlar dahil 265 imzayla Meclis Başkanlığına gönderildi. Bu kez vekiller isimlerini kendileri yazıp tek tek imzaladı. AKP paketi sundu, ama CHP yeni bir iddia ortaya attı. İlk teklifin hâlâ geçerli olduğunu iddia ediyor. CHP ayrıca paketten 3 madde çıkarılırsa geri kalan maddelere destek vereceğini ortaya attı. “Cumhurbaşkanı yargıyla ilgili üç maddeyi referanduma sunacağını açıklasın diğer maddelerde uzlaşma ararız” dedi. AKP bunu “sulandırma, karıştırma, ortada bırakma ve ciddiyetten uzak” olarak değerlendirdi. MHP, kapılarını tamamen kapattı. Paketi samimî bulmadıklarını, bu yüzden de maddeleri tartışılır görmediklerini söylüyor. BDP, önerge vereceklerini önergeler kabul edilmezse pakete destek vermeyeceklerini açıkladı. Bu aşamadan sonra da artık paketin 330’un üzerinde bir oyla geçip geçmemesini, AKP’nin fire verip vermemesini, diğer partilerin tavırlarının bundan sonra nasıl olacağını konuşmaya başlayacağız. Peki, anayasa değişikliğinin muhtevası ne zaman tartışılmaya başlanacak? Oysa içeriğine bakılırsa HSYK’da Meclis’in devre dışı kaldığı, Anayasa Mahkemesi’nin üye seçiminde 17 üyeden sadece üçünün Meclis tarafından seçilmesinin tam da demokratikleşmeyi karşılamadığını göreceğiz. YAŞ kararları yargı denetime açılacak fakat HSYK’nın bütün kararlarının yargı denetimine açılmadığı görülecek. Ümit ediyoruz ki, gerek komisyonda gerekse de genel kurulda hiç değilse bu ve benzerî eksiklikler giderilir. Neticede paket bu haliyle, (belki üzerinde birkaç değişiklikle) genel kurula gelecek. Bu haliyle geçse 1982 ihtilâl anayasasının ruhu değişmeyecek. Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, “bundan önce yapılan ve şimdi yapılacak değişiklikle anayasanın saf ruh yapısını kaybettiğini” iddia etse de; bu, gerçeği değiştirmeyecek. Sadece, demokratikleşme yolunda bir adım daha atılmış olacak. Yazımızı Adalet Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun şu cümlesiyle bitirelim: “Bu anayasa değişikliği 17. değişiklik olacak. Bugüne kadar 90’a yakın maddesi değişti. Önümüze gelen metin, en azından, devam etmeye çalıştığımız o parçalı şekildeki anayasa değişikliği yönteminin devam ettirilmesi usûlünün sürdürülmesidir. Bu metot, anayasayı biraz daha yamalı bohçaya çeviriyor. Zaten dili çok kötü olan anayasayı, çok daha sıkıntıya sokabiliyor, ama birtakım ilerlemelere de sebep oluyor.” Bizim de dediğimiz bu… Sivil anayasa yapmak varken bir yama daha atmak çözüm olmadı, olmayacak. Ancak bir adım olacak…
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
İsrail’le politik polemik! (2) |
Aslında AKP iktidarında Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri, söz düellosu ile hep garip bir biçimde devam ediyor. Ve İsrail’in emr-i vakilerine karşı “kınamalar” hep sözde kalıyor. Son yedi buçuk senede Ankara, her defasında sözünden cayan Telaviv’le işbirliğini arttırdı. Oysa daha önceki dönemlerde İsrail’in mülteci kampları baskınlarında, Gazze ve Batı Şeria saldırılarında, Kudüs’ü işgalinde ve Mescid-i Aksa tecâvüzlerinde Türkiye İsrail’i kınamakla kalmadı, defalarca ciddî yaptırımlarda bulundu... Özetle AKP iktidarı öncesinde, özellikle Menderes ve Demirel’in başında bulunduğu Demokrat Parti ve Adalet Partisi hükûmetlerinde, Ankara onlarca kez İsrail’i kınadı, elçisini geri çekti, diplomatik tavır sergiledi. İsrail’e karşı açıkça Filistin’in yanında resmen yer aldı. 1947’deki sınırlarına çekilme talebini tekrarladı. BM’de İsrail’i kınayan grubun başını çekti, “Siyonizmin ırkçılıkla eşdeğer olduğu” kararını destekledi. Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdı, İsrail’in itirazına rağmen Ankara’da büro açmasına müsaade etti. ABD’nin İncirlik’i ve Türkiye’deki üsleri kullanma iznini reddetti. Türkiye üzerinden İsrail’e silâh götürme isteğini geri çevirdi. Bir NATO ülkesi olarak Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerinden Mısır ve Suriye ordularına askerî yardım ulaştırmasını sağladı. İsrail’in işgal ettiği topraklardan, Sina Yarımadası ile Golan Tepeleri’nden çekilmesini istedi. Kudüs’ün statüsünü değiştirebilecek her türlü oldubittiden sakınmasını ikaz eden kararda önayak oldu. Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını istedi. İsrail’in işgal politikalarına karşı çıktı, “soykırım” olarak niteledi…
ANKARA HEP ALTTAN ALIYOR… Ne var ki AKP iktidarında Ankara İsrail’e karşı hep tâvizkâr davrandı ve alttan aldı. AKP hükûmeti, Annapolis öncesinde İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i dâvet edip resmî törenle karşılayarak ilk kez bir Müslüman bir ülkenin parlamentosunda TBMM’de konuşturup alkışladı. Buna mukabil İsrail, Annapolis’e dâvet etmediği gibi bir “teşekkür”ü dahi esirgedi. Suriye ile arabuluculuğunu reddetti. Ankara buna sessiz kaldı. Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçakları, boş yakıt tanklarını Türkiye topraklarına attılar. Ankara’nın “izâhat” istemesini Telaviv kale almadı, özür dilemedi. Ankara bunu da “mesele” yapmadı. Keza Başbakan’ın “ricâsı” üzerine Kudüs’e giden Türk araştırma heyetinin, İsrail’in Harem’üş Şerif civarındaki kazılarının İslâm eselerlerini tahrip ettiği tesbitini nazara almadı, yıkıma devam etti. Türkiye bu pervâsızlığı da alttan aldı. Davos’taki “one minute” çıkışı da kuru bir çıkıştan ibâret kaldı. Peşinden İsrail’in sert tepkisi üzerine, hükûmet sözcüleri İsrail’le ilişkilerin tam gaz sürdüğünü açıkladılar. Başbakan Erdoğan, “İsrail’le resmen ve hukuken ilişkilerin kopması sözkonusu değil” teminatını verdi. Yahudi cemaatinin her ayinde Sinagog’da kendisine ismen dua ettiğini sevinerek anlatan Cumhurbaşkanı Gül, “İsrail’le herşeye rağmen işin özü sağlam duruyor” diye konuştu. İsrail Millî Savunma Bakanı Ehud Barak’ın ziyaretinde Millî Savunma Bakanı Gönül, Heron ihâlesi ve İsrail devlet şirketi IMI ile Aselsan arasında Amerikan tanklarının modernizasyonu işbirliğinin yanı sıra İsrail’le 60’a varan anlaşma yapıldığını duyurdu…
IRAK VE AFGANİSTAN KATLİÂMI KINANMIYOR! Yine bu süreçte Başbakan’ın her defasında dikkat çektiği, Gazze’de fosfor bombalarıyla çoğu çocuk ve kadın bin beş yüz kişiyi öldürülmesini ve beş bin sivili yaralamasını hatırlatan “Ayrılık” filmi, İsrail’in itirazı üzerine derhal sansürlendi. En son bütün Filistinlilerin imhasında ve Kudüs’teki yerleşimler konusunda meydan okuyan provokatör İsrail Dışişleri Bakanı’nın Türkiye Başbakanı’na hakaretler savurmasına ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “jet cevabı”na kayıtsız kalındı, Dışişleri bir tek “kınamak”la yetindi. Erdoğan, “Medya üzerinden değerlendirmesi yapılmaz” deyip geçiştirdi. Başbakan, “Ortadoğu’da baş sorun İsrail’dir, işgalci tutumundan ve provokatör politikalarından vazgeçmiyor” diyor. Lâkin İsrail’le siyasî, ekonomik-ticarî, askerî savunma sanayii ve silâh alımı anlaşmaları ve ihâlelerinin hiçbiri iptal edilmediği gibi yenileri ekleniyor. Her “kriz”de İsrail âdeta ödüllendiriliyor! “Türkiye ile yeni çatışmalar veya yeni sorunlar istemiyoruz“ diyen Liberman’ın saldırısı belli ki bir maksada mâtuf. Ancak “Gazze’de çocukların hakkını savunuyormuş gibi görünen Erdoğan, Pakistan ve Irak’ta ölen çocukları hiç konuşmuyor” cümlesi, oldukça çarpıcı. Gerçekten, Başbakan Erdoğan neden hergün yüzlerce sivilin öldürüldüğü, yaralandığı Irak ve Afganistan’daki vahşetten bahsetmez; Pakistan’daki bombalamalardan söz etmez? Niçin Amerikan işgali altındaki Irak’ta çocukların, kadınların, yaşlıların ekseriyetini teşkil ettiği iki milyona yakın insanın katledilmesi hakkında tek kelime konuşmaz? Her fırsatta AB’ye rest çekerken, bir defa olsun Amerikan katliâmını kınamaz; neden? İsrail’in hâmisi ve ağababası işgalci ABD’nin işgaline, hegemonya ve çıkarları hesabına bölgeyi tahribine bir şey demez, en ufak bir târizde bile bulunmaz! Niçin? AKP’nin Amerikan eksenli politikalarının ve “kuru kınamalar”la kalan garip İsrail ilişkilerinin ve işbirliğinin perde arkası, bu soruların cevabında…
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
“Anne, büyüyünce beyaz olacak mıyım?” |
Hayatta aralar vermek zorunda kalırız bazen. Uzun ya da kısa. Bazıları sebepsizdir, bazıları ise sağlam sebeplere dayanır. Ara veririz, ama bazen ara verdiğimiz şeyi her gün o kadar çok özleriz ki, geri dönmeyi hem heyecanla, hem de korkuyla bekleriz. Tıpkı benim bugünü beklediğim gibi. Sınav dönemi, diğer işler, seyahatler derken, bu kadar uzun bir yazma molası verdiğimin farkına bile varamadım. Farkına vardığımda ise garip bir erteleme süreci başladı. Telefonumda, not defterimde, masaüstümde kayıtlı onlarca yazı başlığı, gözlemler, temalar, her gece yattığımda aklıma gelen giriş cümleleri derken, ertelemeye devam ettim. Ta ki, Kahire’me geri döndüğüm ve beni etkileyebilecek hiçbir dış etkenin olmadığı şu ana kadar. Yapılanlar, yaşananlar, gezilenler, görülenler, anlatılacaklar… Çok şey birikti. Uzun bir ayrılıktan sonra olsa da, tekrar sizlerle beraber olmaktan mutluydum. İnsan, ister istemez hafızasında en çok yer edenden başlıyor bilinçsizce. Benimki de, siyahî bir çocuğun annesine sorduğu sorunun içimde açtığı dalgalardan esinlenerek başlayıverdi. Bir hafta kadar önce, görevli olarak, azınlık konulu bir seminere katılmak üzere Finlandiya’daydım. Alıştığımız Avrupa ülkelerinin yanı sıra; Arjantin, Brezilya ve Uruguay gibi Latin Amerika ülkeleri ile oldukça renkli ve zengin bir toplulukla farklı paylaşım süreçleri yaşadım. Fakat, kendimi biraz daha tanıyacağım, bazı soruları daha iyi cevaplayabileceğim, “öteki”ni bu kadar kolay yok etmiş insanların mevcudiyetiyle bir hafta boyunca tebessüm edebileceğim aklıma gelmezdi. Seminer süresinde katıldığım bir konuşmada, Finlandiya’nın ünlü tiyatrocularından biri olan ve Kenyalı bir baba ve Finlandiyalı bir annenin oğlu olan Jani Toivola’yı dinlerken, hayatımda yaşadığım birçok an gözlerimin önünden geçti, adeta onları yeniden yaşadım. Geçmişte lokantalara alınmayan siyahîlerin hikâyesinde; dışlanan, farklı gözle bakılan siyahîlerin hikâyesinde; bulunduğu ortamda farklı olan siyahîlerin hikâyesinde, türlü zorlamaya ve ayrımcılığa maruz kalmış siyahîlerin hikâyesinde, her noktada, virgülde, ünlemde, kendime dair bir şeyler gördüm, bir şeyler duydum. Azınlık olmanın sadece sayıca az değil, sayıca çok olsa bile farklı ve istenmeyen, korkulan, “öteki”leştirilen demek olduğunu gördüm. Kendilerine yolda bir soru sormak isteyen siyah insanlardan utanıp kaçan diğer siyah insanlarda azınlık psikolojisinin farklı bir yansımasını gördüm. Yılmayan, vazgeçmeyen ve cesaretini yitirmeyen siyah insanların arasında, ülkemi temsil eden bir azınlık olduğumu gördüm. İnsanlar kimsenin inanamadığı hikâyelerini paylaşmaya devam ederken, küçükken annesine “anne büyüyünce beyaz olacak mıyım?” diye sorup duran küçük çocuğun hayali gözlerimden gitmedi. Bir seans esnasında siyah ve beyaz tenli oyuncak bebekler verilen siyahî çocukların hepsinin beyaz olan bebeği seçmesini ve siyah olanı neden seçmediği sorulduğunda “çünkü o kötü, o siyah” demesini hayretle ve dehşetle izledim. Yılmayan, gün geçtikçe daha da cesur olan ve “hak bildiği yoldan ayrılmayanların” haklı zaferi önünde şapka çıkardım. Önyargısız, ayrımcı ve ırkçı davranmayan ve dâhil edici koskoca bir aile oluveren “biz” ile gurur duydum. Bizi ötekileştirmek isteyenlere izin vermemeye o zaman karar verdim işte. Bavulumu toplayıp, ülkeme doğru yola koyulduğumda ise güçlenmiş, dinlenmiş, zenginleşmiş bir dimağa sahip olduğuma inanamıyordum. Kalbim de en az zihnim kadar diri ve güçlüydü. Hava alanında bana “senin alanda ne işin var” dercesine bakanlara, ben de baktım. Farklı ülkelerden gelen katılımcı topluluğunun yazdığı onlarca notu uçakta okurken, “Ne olursa olsun sakın değişme” diyen koyu Katolik dostumun notuyla gülümsedim. Ben siyahım, ben beyazım, ben Çin’li, ben Alman, ben Uruguay’lı, ben Arabım dedim. Büyüsem de…
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Rahat, hazırol! |
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen ay çıktığı Afrika gezisinin Kongo durağında, oradaki bir Türk okulunu da ziyaret etmiş. Ve ziyaret esnasında, okul yöneticilerinin öğrencileri Türkiye’de olduğu gibi “Rahat, hazırol!” komutlarıyla hizaya sokması, gezi heyetindeki gazetecilerden Ece Temelkuran’ı rahatsız etmiş. Ve bunu ilettiği Gül’den şu cevabı almış: “(Okul idaresine) Telefon edip söyledim. ‘Bunlar hoş şeyler değil, takdir ettiğimiz şeyler değil’ dedim. Çocuklara bir daha böyle şeyler yaptırmamalarını söyledim...” (Habertürk, 19.3.10) Bu konuşma sonrasında, gezinin müteakip durağında gidilen okulda o komutlar verilmemiş. Böylece, Afrikalı çocuklar, Türkiye’deki eğitim sisteminde 80 yılı aşkın süredir uygulanagelen kışla düzenini oralara da taşıyan merasim ve ritüellerin hiç değilse bir kısmından kurtulmuşlar. Darısı “Türkiye’den ithal” diğer garipliklere. Peki, Afrikalı çocuklara yapılan uygulama için “hoş değil” tepkisi veren ve idarecilerden bir daha böyle şeyler yapmamalarını isteyen Cumhurbaşkanı, aynı şeyin Türkiye’de 15 milyonu aşkın ilk ve ortaokul öğrencisine senelerdir her gün reva görülüyor olması bahsinde ne düşünüyor? Gül, Millî Eğitim Bakanıyla Müsteşarı ve Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve üyeleri başta olmak üzere, bakanlık bürokrasisine de telefon ederek veya onları Çankaya Köşküne çağırarak, benzer uyarı ve telkinlerde bulunmayı gündemine aldı mı? Almadıysa alması gerekmez mi? Afrikalı çocuklara yapılmasını haklı olarak uygun görmediği bir uygulamadan bizim çocuklarımızın da bir an önce kurtarılması icab etmiyor mu? Gerçek şu, 21. yüzyılın ilk on yılını geride bırakmış, AB üyeliği yolunda epeyce mesafe almış bir Türkiye’nin okullarında kışlayı andıran görüntülerin hâlâ devam ediyor olması, kesinlikle kabul edilemez, hiçbir gerekçeyle savunulamaz. Onun için, Gül’ün Afrika’da gösterdiği doğru ve haklı hassasiyeti Türkiye’de de görmek isteriz. Bu konuyla çok yakından ilgili bir başka mesele, çocukları askerî komutlarla hizaya sokmayı öngören zihniyetin eseri olan ve her sabah okullarda tekrarlatılan o mâlûm “Andımız” metni. “Türküm, doğruyum” diye başlayıp, “Ne mutlu Türküm diyene” diye biten tartışmalı metin. Hem içeriği, hem de söyleniş ve söyletiliş biçimi ile, bizdeki dayatmacı zihniyetin tipik marifetlerinden biri olan “Andımız”ın demokratik bir ülkeye asla yakışmadığı, şimdiye kadar devam ettirilip halen de sürdürülüyor olmasının büyük bir demokrasi ayıbı oluşturduğu ve bir an önce kaldırılması gerektiği çoktandır söyleniyor. Hattâ bunun için Danıştay’a dâvâ bile açıldı. (Tabiî, Danıştay’ın bu tür konulardaki yaklaşımı ortada iken, meselenin oraya intikal ettirilmesinin ne ölçüde isabetli olduğu ayrı bir bahis.) Ama burada çok enteresan bir nokta var. Andımızla ilgili tartışma gündeme geldiğinde Bakan Nimet Çubukçu “Tartışılabilir, değiştirilebilir” gibi ifadeler kullanmışken, metnin iptali için Danıştay’da açılan dâvâda bakanlık adına verilen mütalâa ve savunma tümüyle aksi yönde. Andımızın “ırkçı” bir metin olmadığının belirtildiği bakanlık savunmasında, Türk ve Türklük vurgularının yalnızca bir ırka özgü ırkçı söylemler olmadığı şeklinde, klasik devlet yorumunu tekrarlayan ifadeler varmış. (Habertürk, 10.2.10) İçeriğiyle ilgili ciddî sorunlar bir tarafa, böyle bir metnin öğrencilere her sabah toplu halde söylettirilmesinin eğitim psikolojisi ve pedagoji açısından bakanlıkça nasıl savunulabildiğine de aklımız ermiyor. Ve ortaya çıkan tablo, “Siyasî sorumlu ile ‘emrindeki bürokrasi ayrı telden çalıyor” vâkıasına yeni bir örnek daha oluşturuyor. Bir diğer örnek, bir dönem “Kaldırmak namus borcumuz” dediği başörtüsü yasağını kaldırmayı bir türlü başaramayan hükümetin, AİHM’de görülen başörtüsü dâvâlarında yasağı savunması. Bunun izahı ne? Siyasetin bürokrasiye boyun eğmesi mi, samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük mü?
10.04.2010 E-Posta: [email protected] |