Basından Seçmeler |
Yargıdan TSK’ya...
Türk Silahlı Kuvvetleri ile ‘Yüksek Yargı’nın saygınlığına halel geliyorsa, bunun sorumlularını bulmak için ‘cadı avı’ başlatmaya gerek yok. Yazılı basına yaygın biçimde yerleştirilmiş ‘karakter idam müfrezeleri’ne talimatla bazı isimlere yönelik ‘yaylım ateşi’ açtırmak da şart değil. Adı geçen kurumların mensupları, üstelik hayli kabarık unvanlar taşıyan mühim şahsiyetleri, kurumlarının saygınlığının kemirilmesinde kimseye ihtiyaç bırakmayacak kadar mahirler. Düşünebiliyor musunuz, haftalar öncesinden Star gazetesinde Şamil Tayyar isim ve tarih veriyor ve bir ağır ceza yargıcının nöbetçi olduğu tarihler içinde Balyoz tutuklamalarına itirazda bulunulması halinde tahliyelerin gerçekleşeceğini öne sürüyor. O tarihler geldiğinde ve—ve evet o yargıç nöbetçi iken—Balyoz’dan tutuklu muvazzaf ve emekli tek bir asker kişi kalmıyor içerde. Bu, geçen hafta oluyor. İçerde tek bir tutuklu bırakmayan ‘nöbetçi’ yargıcın geçen yıl HSYK tarafından tartışmalı atama kararnamelerinden süzülüp İstanbul’a kaydırıldığını öğreniyoruz. Hani 1982 askeri darbe Anayasası’ndaki yapısı değiştirilmesin diye kıyametler kopartılan HSYK. Şemdinli Savcısı dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın gazabını çekti diye 2005 yılında onu meslekten ihraç eden HSYK. Erzincan-Erzurum hattındaki bir 2009 tarihli bir ‘darbe planı’ ile adli soruşturmaya dalan, soruşturmayı yürüten savcıları görevden alan HSYK. Balyoz tahliyelerine savcılardan bir itiraz geldi, tahliye edilenlerin hepsi için tekrar tutuklama kararı çıktı. Üç kişilik mahkemenin tutuklama kararını, bir nöbetçi yargıç kaldırıyor. O tek kişinin kaldırdığı tutuklama kararını üç kişilik bir mahkeme iade ediyor. Bu arada, savcılar Balyoz operasyonunun ‘üçüncü dalgası’nın düğmesine basıyorlar. 95 kişinin gözaltına alınması gerekiyor. Bunların 78’i muvazzaf subay. Bu 78 muvazzaf subayın 25’i ise general ve amiral. İstanbul Başsavcısı, soruşturmayı yürüten savcıların, delillerin yok edilmesi riskini göze alarak yani bir başsavcı için asla yapılmaması gereken bir şeyi yaparak , görevlerini değiştiriyor ve ‘operasyon’u durduruyor. Bu işleminin gerekçesi korkunç; soruşturmaya konu olan subayların sayısını, rütbelerini ve mevkilerini Şamil Tayyar’a anlattıktan sonra, ‘Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir.’ Başsavcı, hukuki bir süreçte ‘siyasi tahlil’ yaparak, idari bir karar veriyor; sonra da yüksek yargı organlarının yetkilileri, ‘yargının bağımsızlığı’ndan ve ‘tarafsızlığı’ndan söz ediyorlar. ‘Yargının siyasallaşması’na sözde karşı çıkıyorlar. Yargının ‘siyasallaşması’ tam da bu. Yargının TSK’dan ‘bağımsız’ olmadığını, ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin işlemediğini, çünkü Yüksek Yargı’nın TSK’ya ilişkin olarak ‘tarafsız olmadığını’ aylardır yazmıyor muyuz? ««« ‘Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçlar’ın ‘iyi değerlendirilmesi gerekir’ imiş. Değerlendirelim. Kuzey ve Deniz Saha Komutanları, 6. Kolordu Komutanı, Hakkari’deki komutan vs. vs. bütün bunlar gözaltına alınırsa, Türk Silahlı Kuvvetleri mi çöker? Ülkenin güvenliği bakımından büyük bir boşluk mu doğar? Bunu İstanbul Başsavcısı mı böyle değerlendiriyor? Bütün bunlar İstanbul Başsavcısı’nın ‘görev tanımı’nda var mı? Hem 25 general ve amiralin gözaltına alınacağı ve tutuklanacağını nereden biliyor, İstanbul Başsavcısı? Belli ki, savcıların ve yargıçların büyük bölümüne güvenmiyor. Savcılar, Balyoz Darbe Planı’nın 5 bin sayfayı aşan belgelerini incelemişler, mahkemeye başvuruyorlar. Mahkeme, savcıların daha önceki ‘yakalama ve gözaltı’ taleplerini yerinde bulmuş olduğuna göre, savcıların ellerindeki ‘dosya’ konusunda ‘ehil’ olmadıkları da söylenemez. Bu durumda, İstanbul Başsavcısı’nın ne emrindeki savcılara, ne mahkemeye yani yargıçlara güvenmediği gibi bir sonuç çıkmaz mı? Peki, ‘yakalanması ve gözaltına alınması’ söz konusu 25 kişi, general ve amiral olmayıp, daha alt rütbede olsalardı veya üniforma taşımasalardı, İstanbul Başsavcısı yine ‘böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir’ diyecek miydi? Demeyecekti tabii ki. Bu nasıl ‘selektif’ bir hukuk böyle? Adamına göre, rütbesine, makamına, sıfatına göre hukuk olur mu? Olursa, bu rejimin adı ‘hukuk devleti’ bir başka deyimle ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinin geçerli olduğu bir rejim olur mu? Bu arada Başsavcı’nın sözlerini ‘tersten’ okuyalım ve soralım: Hukuken yakalanmaları ve gözaltına alınmaları ihtimali bulunan kişilerin Kuzey Deniz Saha Komutanı, Güney Deniz Saha Komutanı, 6. Kolordu Komutanı vs. vs. gibi sıfatlar taşıyor olmaları ülkemiz güvenliği ve savunmasının ‘emin ellerde’ olduğu duygusu yaratıyor mu? ««« Balyoz planının bir numaralı sanığı gibi gözüken eski 1. Ordu Komutanı (emekli) Orgeneral Çetin Doğan, döneminin Genelkurmay Başkanı Orgeneral (emekli) Hilmi Özkök’le polemiğe girişti. Yakın çevreleri ve TSK’nın üst komuta heyetinin mutlaka anlayacağı şekilde ama ‘kod’lu’ konuşuyorlar. (...) Ne, nasıl oldu bilemeyiz—gerçi galiba yakında işin gizlisi saklısı kalmayacak—ama bu polemik, belgelerin ‘otantik’ olduğu ve dolayısıyla ‘içeriği’nin de ‘vahim’ olduğu gerçeğinin üzerini örtmüyor; tam tersine ortaya koyuyor. ‘Balyoz Darbe Planı’ diye ifade edilen bir çalışmanın yapılmış olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla, ‘yüksek yargı’ gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de esaslı biçimde tepeden tırnağa yenilenmesinin gereği anlaşılıyor...
Cengiz Çandar, Radikal, 9 Nisan 2010 |
10.04.2010 |
Ordumuzu kim kurtaracak?
(...) Ordumuz zor durumda. Ordumuzu yıpratan darbe soruşturmaları, ordu içinde bir hesaplaşmaya dönüştü. Paşalar birbirini suçluyor. Soruşturmalar ve tutuklamalar, geniş bir komutan kadrosunun ülke güvenliği ile değil, iktidarı ele geçirmek için entrikalar peşinde koştuğunu anlatıyor. Darbeciler, adaletin pençesinden paçayı kurtarmak için, her yolu deniyor ve yargıya olan güveni zedeliyorlar. Öbür taraftan ordunun iç bünyesinde skandal niteliğinde zaaflar ve insan hayatına mal olan görev kusurları ortaya çıkıyor. Aktütün’deki, Dağlıca’daki profesyonel zaafları unutmadık. Şimdi Van Savcılığı, geçen sene 7 askerimizi şehit eden mayının, TSK tarafından döşendiğini açıklıyor. Sevk ve idare kusurları ile birlikte demokratik-hukuk devletine ve halkın temel haklarına kasteden darbe planlarının yol açtığı meşruiyet kaybı, kuvvetle muhtemeldir ki dış güvenliğimizi de zaafa uğratıyor. Bu durum sadece üzerinde üniforma bulunan askerlerin sorunu değil; başta hükümet ve Parlamento olmak üzere hepimizin sorunu. Öyleyse bu sorunu birlikte çözmeli; ordumuzu bu bataklıktan birlikte çıkartmalı ve işini adam gibi yapar hale getirmeliyiz. İlk olarak ordunun hukuk ve halk nezdindeki meşruiyet problemlerini çözmeliyiz. İlk görev yüksek komuta kademesine düşüyor. Genelkurmay Başkanı, darbe soruşturmalarında ordunun her kademesini yargı denetimine açacaklarını açıklamalı. Bu kapsamda, hükümetin anayasa paketinde yer alan ve askere sivil yargı yolunu açan 145. madde değişikliğine TSK’nın vereceği destek, önemli bir meşruiyet delili olarak kabul görecektir. Devam eden soruşturmaların sağlıklı yürümesini temin etmek için 1. ve 3. Ordu komutanları, Genelkurmay’ın önerisi ile hükümet tarafından resen emekliye sevk edilmeli. Meşruiyet problemi, ordunun, içindeki çürük elmaları ayıklaması ve bir daha elmaların çürümesine izin vermeyecek bir yapıya kavuşması ile mümkün. İkinci olarak Genelkurmay Başkanı dahil, askerlerin kamuoyuna beyanat vermeleri Milli Savunma Bakanı’nın iznine bağlanmalı. Askerî konularda açıklamalar, Millî Savunma Bakanı’nın da hazır bulunduğu toplantılarda yapılmalı. Asker, siyasî polemiklerin tarafı olmaktan ancak böyle kurtulabilir. Bütün askerî kurumlar ve askerî işlemler Parlamento’nun ve hükümetin denetimine açılmalı. Millî Askerî Strateji Belgesi, Bakanlar Kurulu tarafından yeniden yazılmalı. Türkiye’nin savunma önceliklerinin sivil otorite tarafından belirlendiği kamuoyuna açıklanmalı. Ordunun personel sayısı bu önceliklere göre hükümet tarafından belirlenmeli. Bütçe başta olmak üzere, askerî harcamaların tamamı Parlamento’nun ve Sayıştay’ın denetimine açılmalı. Büyük askerî ihaleler mutlaka Parlamento’nun onayından geçmeli. Askerî ihaleler sivil otorite tarafından yapılmalı. Türkiye’nin güvenliği sadece askerlerin işi değil. Etkin ve caydırıcı bir ordu ise ancak güçlü bir halk iradesinin ve desteğinin eseri olabilir. Ordu bünyesinde peş peşe patlak veren skandallar ve devam eden darbe soruşturmaları, ordunun kurumsal çarpıklıklarını ortaya çıkardı. Denetimsiz bir ordu, ülkenin kıt kaynaklarını tüketiyor ve silahlı gücün amacı dışında kullanılmasına fırsat veriyor. Bir bütün halinde orduyu düştüğü bu kötü durumdan kurtaracak olan güç, demokrasinin kurumlarında mevcut. Sadece Başbakan’ın orduya kefil olması bile, meşruiyet problemini esaslı bir şekilde çözmez mi? Peki kefil olunacak bir ordu mevcut mu?
Mümtaz’er Türköne, Zaman, 9 Nisan 2010 |
10.04.2010 |
Yaklaşıyor paşam!
Ben çok yazdım, dinlemediler, benden “yeterince” nefret etmiyorlar herhalde. Emre Aköz de yazdı, belki bu sefer üstünde dururlar, çünkü ona daha çok kin kusuyorlar. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” isimli eserini okumak istiyorsanız, kitapçıya gitmeyeceksiniz. Çünkü orada bulacağınız “Çankaya”, sansürlüdür! İlk baskısını, iki ciltlik küçük boy baskısını sahaflarda arayıp bulacaksınız ve İzmir yangını konusunu oradan okuyacaksınız. (Sonra belki, elinizdeki Cemal Granda’nın “Atatürk’ün Uşağı İdim” kitabını da çöpe atar, onun da sansürsüz ilk baskısını arayıp bulursunuz.) Türkiye’de böyle oluyor bu işler... “En büyük Kemalist” Falih Rıfkı’nın kitabı Kemalizm adına sansür ediliyor... Hani Cumhuriyet gazetesine bomba koyar, Danıştay üyesini öldürür gibi canım! Ve de İzmir yangını konusunda Nurettin Paşa savunulmaya çalışılıyor... Atatürkçülük adına... Hangi Nurettin Paşa? Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta yerden yere vurduğu, açıkça hakaret ettiği Nurettin Paşa! Nutuk’a “kutsal kitap” muamelesi yapan kaç ahmak oturmuş da Nutuk’u baştan sonra okumuştur acaba? Emre Aköz, “yangın sırasında Büyük Kurtarıcı neredeydi” diye sormuş. Yanıtını, “liberalizmden ulusalcılığa savrulan arkadaşlardan” bekliyor. Beklemesin. Hem konuyu bilmezler, hem de yanıt vermeye kalksalar Ergenekon örgütü çok kızar... Kızar da, elindeki “kasetleri masetleri” ortalığa döküverir maazallah... Ben anlatayım: İzmir’e gidin, Alsancak Meydanı’nda, heykelin tam önünde durun, denize doğru dönün. Yangından önce, o boşlukta İzmir’in en büyük, en fiyakalı oteli Kraemer Palace vardı. (Sonra dönüp Büyük Efes oteline bakın, aşağı yukarı onun yerinde de şehrin katedrali Aya Fotini kilisesi bulunuyordu.) Büyük Kurtarıcı, yangın başladığında Kraemer Palace’da kalmaktaydı. (Hani, eşiğe Yunan bayrağı sermişler de “kaldırın” demiş, “Yunan kralı burada bir kadeh rakı içti mi” diye sormuş, işte o mevki...) Süvari birliklerimiz şehre 9 Eylül günü girmişler, başkomutan ertesi gün ulaşmıştı. Yangın şehrin “istirdadından” (kurtarılışından) dört gün sonra, 13 Eylül günü başladı, 14 Eylül günü büyüdü ve yayıldı, 15 ve 16 Eylül günleri Birinci Kordon’a ulaştı. Yangın kıyıya doğru yaklaştıkça, Atatürk için endişeye düştüler. “Sizi buradan alalım paşam” dediler. Ve, yangının ulaşamayacağı uzak bir yere, tüccardan Uşşakizade Muammer Bey’in köşküne “naklettiler.”(...) Atatürk, Latife Hanım’la, yani Muammer Bey’in kızıyla o köşkte tanıştı.(...) Allah Allah, yangının Türk mahallesine erişmeyeceğini nereden bilmişlerdi acaba? Çünkü Nurettin Paşa’nın adamları bölgeyi kordon altına almışlardı. Ne yangını söndürmek için kıllarını kıpırdatıyorlar, ne de “bizim tarafa” bulaşmasına izin veriyorlardı... Ayıptır söylemesi, Sakallı Nurettin Paşa “az biraz” İslamcı’ydı.(...)
Engin Ardıç, Sabah, 9 Nisan 2010 |
10.04.2010 |