Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
TSK ve güven |
A&G araştırma şirketinin, bizzat sahibi Adil Gür tarafından açıklanan araştırma sonuçlarına göre yıllardan beri yüzde 80-90’larda seyreden “orduya güven” oranının ilk defa 60’lar seviyesine gerilemesinde, Ergenekon sürecindeki gelişmelerin ve darbe planı tartışmalarının çok büyük payı olduğu muhakkak. Gerçi o yüzde 80-90’ların ne ölçüde gerçeği yansıttığı konusunda da ihtirazî kayıt hep vardı. Çünkü üç kez açık darbe, bir defa da sürece yayılan bir müdahale ile milletin seçtiği insanları devredışı bırakan; siyasetten elini çekmeyip toplum hayatına sürekli müdahale eden bir kuruma bu kadar yüksek oranda güven duyulması, izahı kolay birşey değil. Ya anket tekniğinde bir sorun var, ya da suali cevaplayan insanlar kendilerini güvende hissetmedikleri için takiyye yapıyorlar. Ama o anketlerde bile TSK’ya güven yüzde 60’lara gerilediyse—ki Adil Gür, o sonucun balyoz darbe planı gündeme gelmeden önce yapılan ankette ortaya çıktığını söylüyor—o zaman bunun çok ciddî tahlillere ihtiyacı var demektir. Genelkurmay Başkanları her fırsatta TSK’yı “milletin özü” olarak niteleyip, ordu içinde toplumun her kesiminden insanların görev yaptığını hatırlatarak “Milletiyle en fazla bütünleşmiş ordu TSK’dır” sözünü yeri geldikçe tekrar ederler. Ama öteden beri en çok eleştiri konusu olan hususlardan biri, askerî okullarda uygulanan eğitim programları ve yapılan telkinlerle, çocukları okula girdikleri anda kuşatıp mezun olarak ordu saflarına katılmalarından sonra rütbeleri yükseldikçe toplumdan uzaklaştıran bir sürecin varlığı. Kışla, lojman, orduevi gibi mekânlara hapsolan ve halkla iç içe olmaya izin vermeyen kapalı devre sistem, subayları toplumdan koparıyor. Yanlış bir laiklik ve çağdaşlık anlayışının hem emir-komuta zinciriyle dayatılması, hem de ağır bir psikolojik baskı oluşturacak şekilde hakim kılınması, rütbeli subayları camiye gidip cemaatle birlikte namaz kılmaktan dahi men ediyor. Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök döneminde birlik komutanlarına gönderilen talimatnamelerde “Halkla bir araya gelme fırsatlarını değerlendirin, taziye ziyaretlerinde bulunun, cenaze ve bayram namazlarına iştirak edin, düğün davetlerine katılın” gibi maddelerin yer alması, bu kopukluğu gidermeyi amaçlıyor olmalı. Gerçek anlamda bir ordu-millet kaynaşması için, bu adımların çok daha geliştirilmesi lâzım. TSK ne kadar halkla bütünleşirse, o derece eskinin getirdiği vahim yanlışlardan kurtulup, üzerine vazife olmayan işlerden elini çeker; halkı kendi gerçekleriyle doğru tanır ve bu gerçeklerle çelişen “iç tehdit” konseptlerine takılıp kalmaz. Özellikle “irtica” kalıbı içinde görülen hassas konularda halkı tanımadan ve ülke gerçeklerini bilmeden yapılan değerlendirmelerin ne kadar ciddî hatalar içerebildiğinin tipik örneklerinden biri, Demirel’in bize de anlattığı şu anekdotta: “Genelkurmay’a gittim. Bana brifing verdiler. Laik cumhuriyete yönelik tehditlerle ilgili 55 olay anlattılar. Tek tek incelettim. 25’inde rivayet var. Dedim-dedi. Demiş-etmiş. Dedikodu. Somut birşey değil.” (Yavuz Donat, Sabah, 1.4.05) Genelkurmay gibi bir kurumun, son derece iddialı olduğu çok duyarlı bir konuda gündeme getirdiği ve başkomutan sıfatını da taşıyan Devlet Başkanına sunduğu 55 maddeden yarısının “rivayet” olmaktan öteye geçmeyen şeyler olması ve bunun bizzat Cumhurbaşkanı tarafından ifade edilmesi, durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Demirel’in “Önemli ve ciddî” deyip gereği için hükümete intikal ettirdiği 30 maddenin de ne kadarının hangi ölçüde bu niteliğe haiz olduğu ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu. Netice itibarıyla, orduya güvenin yeniden tesis edilmesi için, masaya vurulan yumruklar eşliğindeki “Allah Allah” söylemleri yetmez. Bütün bu yanlışların terki, demokrasi ve hukuka tam bağlılık, millet iradesine kayıtsız şartsız saygı gerekir. Türkiye’nin yıllardır beklediği tavır bu... 20.02.2010 E-Posta: [email protected] |