Faruk ÇAKIR |
|
Açık konuşmakta fayda var |
Yargıda yaşanan ‘yetki krizi’yle ilgili olarak yapılan yorumlarda ortak bir kanaat dile getiriliyor: “Bundan sonra benzer krizlerin yaşanmaması ve Türkiye’nin önünün açılması için yargı reformu şarttır.” Gerek uzmanların ve gerekse siyasetçilerin birleştiği bu tesbite karşı, “Hayır yargı reformu olmasın” diyen de pek çıkmıyor. Her halde asıl tartışma, bu reformun nasıl olacağı noktasında düğümlenecek. Çünkü bundan önce de çeşitli defalarda yargı da dahil olmak üzere çeşitli reformlar yapıldı. Hatta, farklı tarihlerde 9 ayrı ‘reform paketi’ hazırlandı ve açıklandı. Buna rağmen hâlâ sıkıntılar sona ermediyse, ciddî ciddî düşünmeliyiz. Açık konuşmakta şunun için fayda var: ‘Reform yapılsın’ demekle işi halledemeyiz. Nasıl ve hangi konuda reformlar yapılması gerektiğinin de açıklanması lâzım. Elbette bunu yapacak kişiler de, milletten yetki almış olan Türkiye’nin idarecileridir. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere hükümet mensupları da acil bir yargı reformuna ihtiyaç olduğunu haklı olarak ifade ediyorlar. Reformun ‘sözde’ değil de ‘özde’ olması için başlangıçta atılan ‘yanlış temel’lerin düzeltilmesi gerekir. Bu noktada ister istemez “AB kriterleri” gündeme gelir. Bu tarihten sonra bunu açık seçik ifade etmekten kaçarak, “Bize Ankara kriterleri yeter” deme yanlışına düşülmesin. Bu kısır döngüyü değiştirmek için sebepler tahtında başka bir yol görünmüyor. Su çıkarmak niyetiyle kazısına başlanan bir ‘kuyu’nun kazılması için yardım eden ‘yabancı’lara, “Sen uzak dur!” demek bir fayda sağlar mı? Kazılan kuyudan su çıkmayacak mı? ‘Yabancı’ların niyeti ‘kötü’ bile olsa, kazılan kuyudan su çıkacağına göre kötü niyetlerini icra safhasına koyamazlar, bunu da bilelim. Çok örnekleri var, ama bir ‘yabancı’nın yıllar önce yaptığı şu tesbite bakalım: Türkiye’de Kemalist bir devlet anlayışı bulunduğunu söyleyen (dönemin) AB Türkiye Temsilcisi Michael Lake, “Bu anlayış ile Türkiye AB içinde nasıl yer alacak?” diye sormuş ve öncelikle bu anlayışın berraklık kazanması gerektiğini kaydetmiş. (Yeni Asya, sayı: 9929, Aralık 1997) Bu tesbitlerin benzerlerini yerli ve yabancı aydınların yanı sıra, siyasetçiler de dile getirdi. 13 yıl önce yapılan bu tesbit, dönemin ve sonraki yılların yöneticileri tarafından dikkate alınıp gereği yapılmış olsaydı bugün böyle bir krizle karşı karşıya kalır mıydık? Milleti dışlayan, onun arzu ve isteklerini dikkate almayan ‘tek parti’ anlayışı devam ettiği sürece Türkiye’nin sıkıntılardan, krizlerden, badirelerden kurtulması mümkün değil. Tabiî ki bahsettiğimiz krizler sadece sosyal hayatı ilgilendiren krizler değil. Yaşadığımız ekonomik krizin sorumlusu ve tetikleyicisi de aslında ‘tek parti’ anlayışıdır. “Yargı reformu” başta olmak üzere yapılacak bütün reformlara bu pencereden bakmak ve ona göre adım atmak gerekir. “Kopenhag Kriterleri olmasa da biz Ankara kriterleri der yolumuza devam ederiz” demekle yola devam edilemediği görüldü. O halde açık konuşup, asıl engelin ne olduğu ve bunun nasıl aşılacağının millete ilan ve izah edilmesi gerekir. ‘Ankara rejimi’ni muhafaza ederek ne AB’ye üye olunabilir, ne de gerçek anlamda hür ve demokrat bir ülke olunabilir. İbret alalım ki tarih tekerrür etmesin... 20.02.2010 E-Posta: [email protected] |