Cevher İLHAN |
|
“Bayat isnad” üzerine (2) |
Bediüzzaman’ın, dinsiz zâlimlerin gaddarâne zulüm ve cinâyetleriyle zulmen katledilen ve perişan edilen mazlumların ve bilhassa Hıristiyan dindarların âyetin mânâsıyla “büyük mükâfatları olduğu” tefsiri, “fetret” hakikatine dayanır. Zira bu “fetret” hakikati, öncelikle “Peygamberler göndermedikçe de Biz kimseye azap edici değiliz” kaydının geçtiği İsra Sûresi 15. âyette açıkça belirtilir. Keza Mâide Sûresi 19. âyette “Ey ehl-i kitap! ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz diye, size peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada hakkı açıklayan Resûlümüz geldi” İlâhî buyruğu, “fetret”in Kur’ânî mesnedini oluşturur. Ayrıca “Kendilerine öğüt veren ve Allah’ın azâbından sakındıran peygamberler göndermedikçe, Biz hiçbir belde halkını helâk etmedik. Çünkü Biz haksızlık edici değiliz” meâlindeki Şuâra sûresi 208-209. âyetleri de aynı mânâya gelir. Ve bütün bunlar, Bediüzzaman’ın “fetret” ve “tebliğ” gerçeğini tavzih eden tesbitiyle, “ahirzamanda fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş” tefsirine esas teşkil eder. Ki İmam-ı Gazali, uzak memleketlerde yaşayan, kendilerine peygamber gelmemiş, İslâmın dâveti - Kur’ân’ın mesajı ulaşmamış insanların ehl-i necât (Cehennem azabından kurtulanlar) olarak kabul edilmesini bu “fetret”le “rahmet-i İlâhiye şümûlü” ile açıklar. Hazreti Peygamber’in ismini, sıfatlarını, dâvetini, mucizelerini doğru olarak duyanlar ya da İslâm memleketlerine yakın yerlerde yaşayanları tebliğ karşısında doğrudan mesul kılar. İman etmemeleri halinde “kâfir” ve “mülhid” olacaklarını bildirir. Ancak bunun hâricindeki insanları “fetret” tâbiri içinde mütalaa eder. Hz. Muhammed’in ismini hiç duymayanlarla, ismini ve dâvetini işittikleri halde vasıf ve hususiyetlerini yanlış hatta zıddıyla bilenleri ayırır; bir nevi mâzur bulur…
“ZAMAN-I FETRET” VE “EHL-İ NECÂT” Buna göre Gazali, iletişim araçları dezenformasyonuyla İslâm’ın imajının çirkin gösterildiği bir zamanda, Müslümanların âdeta “barbar” ve “terörist” olarak yaftalanmasıyla medyanın yoğun propaganda etkisi altında kalanların “mâzereti” ortaya çıkar. Doğru düşünmeye sevk ve araştırma irâdesini kaybetmiş, yanlış yönlendirmelerle, amansız sinsî saptırmalarla büyük ölçüde gerçeği bulmaları engellenen ve perdelenen insanların bir nevi “fetret ehli” sayıldığını ve ehl-i necât grubuna dahil olduklarını izâh eder. Bu izâh, Bediüzzaman’ın,“gaflet ve mürur-u zaman (zamanın geçmesi)” sebebiyle, geçmiş peygamberlerin dinlerinin üzerinin âdeta örtülmesi ve gizlenmesiyle, fetret dönemi insanları için “itaat etse sevap görür; etmezse azap görmez” hükmünü hatırlatır. Gerçek şu ki “Zaman-ı fetrette, ‘Biz bir kavme peygamber göndermedikçe azap etmeyiz’ (âyetinin) sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necâttırlar. Bilittifak, teferruattaki (Allah’a iman esası dışındaki) hatîatlarından (hatalarından) muâhazeleri (sorumlu tutulup hesâba çekilmeleri) yoktur” diyen Bediüzzaman’ın beyânıyla, “Hüccet’ül İslâm” vasfını öne çıkardığı Gazalî’nin beyânı aynıdır. (Mektûbat, 374) Bu beyân, Eş’âri’nin târifini temel alır. Kaldı ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in diğer itikad imamı Mâturîdî de, “küfre girmeyip aklıyla Allah’ın varlığını ve birliğini anlaması ve bulması halinde ehl-i fetret, ehl-i necâttır” fetvasını verir. Muhterem Mehmet Kırkıncı Hoca, Gazali’nin “Faysalü’t Tefrika” adlı eserinin 96. sahifesindeki mezkur tavzihinin yanısıra, Hicri1270’de vefat eden “hâtimet-ül-muhakkikîn” olarak tanınan ve “sihâbüddîn” lakabıyla anılan büyük müfessir-muhaddis El-Alûsî’nin “Rûh-ul-Meânî Tefsiri”nin 15. cildinin 42. sayfasında da bu hususu aynen dercettiğini belirtmesi, bu konuda kayda değer. Keza İbrahim El-Lekkani’nin “Cevheretü’t Tevhid” kitabının 29. sahifesinde aynı görüşe yer verildiğini yazar. (Hayatım-Hatıralarım, 212-213)
EHL-İ SÜNNET VE CEMAAT’İN GÖRÜŞÜYLE… Aslında Bediüzzaman’ın, “İmam-ı Şafii ve İmam-ı Eş’ârîce küfre de girse, usûl-ü imanîde bulunmazsa (imanın esaslarını ve şartlarını yerine getirmezse) yine ehl-i necâttır. Çünkü teklif-i İlâhî irsâl ile (Peygamberlerin gönderilmesiyle) olur ve irsâl dahi ıttılâ ile (haberdar ve bilgi sahibi olmakla) teklif (vazife ve mesuliyet) takarrür eder (sabit olur)” teyidi, İmam-ı Şâfiî ile İmam-ı Eş’ârî’ye istinadla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin esas ve ortak kanaatidir. Bunun dışında isnadların aksine Bediüzzaman, inkâr ve dalâletin kâinata büyük tahkir ve mevcudata büyük bir zulüm olup rahmetin kesilmesine ve âfetlerin inmesine sebep olduğunu, anlatır. Müslümanların ebedî hayatlarını mahveden, kötü akıbete ve müthiş günâhlara sevk edenlerin kurtulmalarına dua etmeyi mazlumlara dehşetli bir merhametsizlik olarak görür. Kâfir ve münâfıkların Cehennemde yanmalarıyla ilgili olarak te’vile sapmanın, Kur’ân-ı ve semâvî dinlerin hakikatini inkârla büyük bir zülüm ve merhametsizlik olduğuna dikkat çeker. “Mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himâyetkârâne şefkat” anlamına gelen “şiddetli bir gadr ve vahşi bir vicdansızlık” olarak niteler. Kâfirlere acıyıp azap çekmesine acıyanın şefkate lâyık olmadığını ve hadsiz mazlumlara acımayıp, şefkat etmeyip merhametsizlik ettiğini misalleriyle ortaya koyar. (Kastamonu Lâhikası. 48-49) Özetle Bediüzzaman’ın “bir nevi rahmet” ifâdesi, özellikle “müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibete mâruz kalan, felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar çeken ihtiyarlar, fakirler, zayıflar, çoluk-çocuk ve mâsum musîbetzedeler” içindir. “Dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların mazlumları” hakkındadır. İtirazcıların, evvela Bediüzzaman’ın Kur’ânî ve Peygamberî tesbitlerle Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadıyla yaptığı târifleri doğru okumaları gerekir… 20.02.2010 E-Posta: [email protected] |