M. Latif SALİHOĞLU |
|
Anadolu, hayat dolu |
Hafta sonlarını mümkün mertebe İstanbul dışında geçiriyoruz. Anadolu'nun muhtelif merkezlerinden dâvetler geliyor. Bizler de, şartlar ve imkânlar elverdiği ölçüde bu dâvetlere icabet etmeye çalışıyoruz. Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini, çoğu kez Anadolu seyahatleri şeklinde değerlendirmeye gayret ediyoruz. Dâvetlerin çoğu üniversite camiasından geliyor. Yurdun muhtelif üniversitelerinde okuyan kardeşlerimizden gelen bu dâvetler, bizleri ziyadesiyle sevindiriyor, memnun ediyor. Yani, talebelerden talep gelmesi... Ne kadar mânidar değil mi? Bu seneki taleplerini karşılamaya çalıştığımız, yani yakın zamanda dâvetlerine icabet ederek gidip görüşebildiğimiz talebe kardeşlerimizin tahsil gördükleri üniversitelerin isimleri şöyle: Kocaeli, Kırıkkale, Balıkesir ve Sütçü İmam. Tabiî, seyahatlerimiz sadece ismi yazılan merkezlerden ibaret değildir. Mümkün olduğunca, gittiğimiz merkezin çevresini de ziyaret etmeye çalışıyoruz. Bu meyanda, gittiğimiz şu hizmet mahallerinin isimlerini zikretmeden geçemeyiz: İzmit, Lalahan (Kırıkkale üniv.), Balıkesir, Bandırma, Sındırgı, Kahramanmaraş, Elbistan... Bu seyahatler esnasında, kadim dostlarla görüşme imkânını bulduğumuz gibi, ayrıca yıllardır hiç görüşemediğimiz candan kardeş ve arkadaşlarla da görüşüp hasret giderme fırsatını bulduk. Gittiğimiz hemen her yerde, talebelere olduğu kadar, ayrıca umuma yönelik sohbet ve seminerlerimiz oldu. Bu programların bir kısmı, soru–cevap faslının da eklenmesiyle saatler boyu sürdü. Gece yarılarına, hatta sabah namazına kadar devam eden tatlı sohbet fasılları da yaşadık. Okuyucularımızın ve bilhassa genç kardeşlerimizin meraklı ve tam yerindeki suâlleri, iştiyaklı zekice alâkadarlıkları, ciddi ve samimî paylaşımları, mevzulara mütevazı ölçüdeki katkıları, hürmetli ve muhabbetli muameleleri, hizmete âmade tavırları ve temel konulara muazzam açılımlar kazandıran ferasetleri, üstümüzdeki bütün yorgunluğu, hatta uykusuzluğu alıp götürüyordu. Şunu kat'î bir kanaatle ifade edelim ki, ara ara yaptığımız bu Anadolu seyahatleri, üstümüze abanan, ruh ve bedenimize yapışan bütün toz ve gubarları söküp atıyor, silip temizliyor. Büyük şehirlerin ağır ve kasvetli atmosferinin yol açtığı kirleri, pasları temizliyor, duygu ve düşüncelerimize tazelik, zindelik kazandırıyor. Seyahat dönüşlerinde, harikulâde bir hiffet, bir rahatlama hali hissediyoruz. Duygularımız adeta yıkanmış, yağlanmış, cilalanmış gibi, ruh ve kalbimiz tertemiz bir havada teneffüs etmiş, ciğerlerimiz oksijenle dolmuş ve adeta havada tayeran eden kuşlar kadar hafiflemiş gibi bir ruh haleti içinde görüyoruz kendimizi. İşte, bütün bunlar, bize Anadolu'nun nasıl da temiz, coşkun ve dinamik bir hayat menbaı olduğunu gösteriyor. Öylesine hasbi ve kalbî, öylesine ciddi ve samimi bir alâkadarlığa mazhar oluyorsunuz ki, onlara hizmet sunmaktan, onlara lâyık bir neşriyatta hizmette bulunmaktan dolayı, kendinizi cidden mutlu ve bahtiyar hissediyorsunuz. Onlarla paylaştığınız dâvânın nasıl bir değer ve kudsiyet arz ettiğini, gidip o isimsiz kahramanları yerinde gördükten, yerinde ziyaret edip hemhal olduktan sonra çok daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Yerinde ziyaret edip görüştüğümüz o insanların, hakikaten rıza–i İlâhî'den başka bir arzuları, bir talepleri yoktur. Makam–mevki hırsları, menfaat beklentileri yoktur. İnandıkları dâvâ uğrunda severek ve isteyerek masrafa girerler. Helâl bütçelerinden harcama yaparlar. Hizmet ünitelerini imar ve inşa ederler. Yaptıkları fedâkârlıkları da, mümkün olduğunca gizlemeye, perdelemeye çalışırlar. Gösterişten, riyâkârlıktan şiddetle kaçınırlar. Yapılan her türlü hizmetin, "şahs–ı mânevi"ye mal olmasını tercih ederler. Siz, böylesine halis, muhlis, fedâkâr, vefâkâr dâvâ arkadaşlarınız için neler yapmazsınız? Onlar için hangi fedâkârlıktan kaçınabilirsiniz? Birlikte yaşadığınız ve yaşatmaya çalıştığınız aynı dâvâya siz de baş koymaz mısınız? Hayatınızı ve herşeyinizi bu uğurda fedâ etmez misiniz? Paylaştıkça anlıyorsunuz ki, onlarla aynı meydanda bulunmaktan, aynı kulvarda yürümekten, aynı baraja su taşımaktan, aynı yolda ter dökmekten, hatta aynı çileleri çekmekten daha zevkli, daha sevindirici, daha tatmin edici dünyada başka hiçbir hizmet yok, hiçbir faaliyet yoktur. Ne mutlu, bu kudsî kervana dahil olanlara ve aynı istikamette yol yürüyenlere...
Tarihin yorumu - 29 Aralık 1975
İskenderun Demir Çelik (İSDEMİR)
Temeli 3 Ekim 1970'te atılan ve Türkiye–Rusya teknik işbirliğiyle inşaatı tamamlanan İskenderun Demir–Çelik Tesisleri (İSDEMİR), Başbakan Süleyman Demirel ve Sovyet Rusya Başbakanı Aleksey Kosigin'in katıldığı törenle resmî açılışı yapıldı. Açılışla birlikte İSDEMİR'deki demir ve çelik üretimine de başlanmış oldu. (29 Aralık 1975) İSDEMİR, Türkiye'de en uzun metrajlı mamül üreten ve aynı zamanda ülkenin en büyük entegre tesisi olma özelliğine sahip bulunan bir fabrikadır. Bu fabrikanın, o tarihte Rus teknolojisinin yardımıyla yapılmış olması, birtakım tenkitlere yol açmıştı. Meselâ, Başbakan'a sıklıkla sorulan sorulardan biri şuydu: Siz, ant–i komünist olduğunuzu her defasında söylediğiniz halde, nasıl olur da komünist Rusya ile işbirliği cihetine gidiyorsunuz? Başbakan ise, bu tür soruları üç ayrı madde halinde ele alıyor ve aşağıdaki başlıklar halinde kısa cevaplar veriyordu: 1) Bir fabrikanın komünisti, ya da faşisti olmaz. Fabrika fabrikadır. 2) Batı dünyası (Avrupa–Amerika), kendi teknolojisini bize hem minnetli, hem de pahalı satıyor. Bizim bir alternatif şansımızın olması gerekiyor. 3) Teknoloji yolunda kimsenin mecburu ve mahkûmu olmadığımızı gerek halkımıza ve gerekse dünyaya göstermemiz lâzım. 29.12.2009 E-Posta: [email protected] |