Ekrem KILIÇ |
|
Yemekteyiz |
Modern cemiyetlerde, sanki televizyonlar toplumun aynası gibi... Her dizi, her program gittikçe daha bayağılaşarak toplumun aynısı mı oluyor, ne? Yapımcı ve yönetmenler bu konuda elbette kusurlu. Ama, reytinglere bakarak iş gördüklerini farz edersek, kabahatin hepsini onlara yüklemek de insafsızlık olur. Nasreddin Hoca’ya mal edilen: “Hırsızın hiç mi suçu yok?” ve “Sen kokladın, ben topladım” fıkralarını hatırladınız mı? İnsanların ufak bir çıkar karşılığı, ahlâkın bütün temel kurallarını hiçe sayarak yönetmenlerin elinde kukla olmalarını anlayamayanlar bulunabilir. Onların her söylediklerini düşünmeden uygulayanlar, kendilerince para ve şöhret gibi maddî ve mânevî bir takım gayeler uğruna böyle davranabilirler. Ama, saatlerce televizyon karşısında bu çirkin ve gerçekten pespâye programları seyredenlere ne demeli? Katılmak için yapılan gayretleri tasavvur edebiliyorum. Kim bilir, kimlere nasıl yaltaklanmalar, araya adam koymalar, insanlığa yakışmayan davranışlar neticesinde bir rol kapmaya muvaffak olanların sonları, başlangıçlarından daha fecî… Yemek hazırlıkları için gösterilen üstün çabalar, incir çekirdeği doldurmayan bahânelerle nasıl da kötü bir düş kırıklığına dönüşüyor. Dâvetliler, daha baştan armudun sapı, üzümün çöpü nev’înden kusûrları sıralamaya, birbirinin ardından bin bir çeşit dedikodu yapmaya, nezâketsizliğin daniskasını icrâ ederek, misâfir oldukları şahsı alenen tahkîr etmeye başlamıyorlar mı? Öte yandan, ev sâhibi de, sesi duyulan, kendisi görünmeyen– tâbiri hoş görün–şeytânî bir kışkırtıcının, bayağı işportacı edâsıyla sevk ettiği vâdide misâfirleri hakkında aklına geleni söylemiyor mu? Aman Allâh’ım, bir programı bütünüyle seyredebilmek için insanın, çelikten sinirleri olması ve âdetâ insanlığından uzaklaşması gerekiyor. Adı ile müsemmâ: Yemekteyiz! Yâni, birbirimizi yemekteyiz! Bütün müsâbıklar birbirini canlı canlı yemekle meşgul; ikrâm ettiklerini değil! Bu iş seyirci celbediyor ya, haydi bakalım; ona benzer nice program hokkabaz torbasından çıkar gibi, birbirinden beter, birbirinden müptezel, ardı ardına türeyiveriyor: sözüm ona diyet yemeği ikramları, gençlerin yuvalarının yapılması, gelinlik kızlara çeyiz hazırlıkları, kayıp yakınların kavuşturulması, küslerin barıştırılması, insanların mahremiyetlerinin karıştırılması, âile mahkemeleri, garip ve çok kurmaca kerâmetler, âhiret âlemlerine açılan kapılar, hortlaklar, zırtlaklar, cırtlaklar… Amerikan toplumunu şizofren yapan, manyaklaştıran vahşî Batı, mafya, uzaylı filmleri ve felâket senaryoları değil mi? Sözde müsbet ilimlerden başka bir şeye inanmayan Avrupa toplumunu da sihirbazlar, cadılar, ruhlar, şeytanlar, cinler, periler dünyâsına çekerek büyüleyen filmler… Bizde de onlardan aldığımız ilhamla, millî kılıklı, Ergenekon kılıflı, vatan-millet-Sakarya dublajlı diziler televizyonlarımızı istîlâ etti. San’atının şâhikasına çıkmak isterken esfel-i sâfilîne düşen Yeşilçam filmlerinin “nevet”, “nayır”lı aşk ve mâcerâ mevzûlarına alışan; salon sosyetesinin gıbta ile seyredilen hayâtlarını taklîde çalışan milletimiz, bin bir gece masalları gibi, yetmişinci bölümü çekilen “hababam, debabam” şâheserlerinden sonra böyle ciddî, toplumsal, yönetsel, sanatsal, uydursal eserleri vücûdunun bütün zerreleri ile izleyip öyle bir terakkî etti ki; dünyâya bu sâhada örnek ve önder olsak sezâdır… Bu evlerde büyüyen, bu mânevî âlemde inkişâf eden çocuklar, daha şimdiden, ana-babalarını geçti bile… İnternetlerde cinsini, cibilliyetini bilemediğimiz nice süflî programlarla hemhâl olarak; şeytanların aklına gelmeyen mel’anetleri işlemeye başladılar. Uzak muhabbeti yakına çevirmek için evinden, memleketinden kaçanlar, ne kötü tuzağa düştüler. Hayâlî oyunların intikamını almak, rakîblerini ortadan kaldırmak için kaçıranlar, öldürenler ne kötü bir yol seçtiler. Etkisinde kaldıkları filmlerin, dizilerin kahramanlarına benzemek için her kötülüğü yapanlar, ne berbat bir rehber buldular. Milleti korumak, kollamakla görevli olanlar bütün bunları görmezden geldiler. Onlar yalnızca koltukları, yonttukları, yollukları, biriktirmeye doymadıkları dünyâlıklarını muhâfaza etmek niyetindeydiler. Onların nazarında millet, kendilerine hizmet edilecek değil, hizmet ettirilecek kişiler demekti. Millet onlar için çalışmalı, onlar için yaşamalı, onlar için ölmeliydi. Devlet, millete hükmetmek için elde tutulması gerekli sopa idi. Öyle de yaptılar. Yapıyorlar. Yapacaklar. Yâni o niyetteler. Eğer dünyâda ilel-ebed kalmak mümkün olsa, ilel-ebed pâyidâr olacaklar. Cehennemî bir yaşayıştan sonra, cehennemî bir kabir hayâtı var. Bunu hâtırlatmak bile çirkin görülüyor. Ölümü, hesap vermeyi, hakların ödeneceğini, sonsuz bir cezâ veyâ mükâfât bulunduğunu hâtırlatmak suç oluyor. Herkesin hem kendi hesâbını, hem de sorumlu olduklarının hesâbını vermek zorunda kalacağı günün çok yakın olduğunu söylemek vicdanlara müdâhale kabul ediliyor. “Yangın var!” diye bağırmak, tehlikeyi haber vermek, insanların râhatını kaçırmak addediliyor. Kötülüğe, şerre, belâya dur demek kötü, şer, belâ sayılıyor. Ben, sen, o, biz, siz, onlar; âilelerimiz, milletimiz, insanlar, beşeriyet ömrümüzü, mukaddeslerimizi; dünyâmızı, âhiretimizi; sâadetimizi, râhatımızı yemekteyiz! 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları |