Mikail YAPRAK |
|
Unutulmaz hac hatıraları |
Nihayet 2009 hac dönemi de geride kaldı. Ama asıl vazife ileride, önümüzdedir. Geride kalan sadece, hacılarımızın büyük bir dikkat ve itina ile ifa ettikleri hac menasıkıdır. Haccın farzlarını, vaciplerini ve sünnetlerini yerine getirmeleridir. Haccın yasaklarından uzak durmalarıdır. İleride ve önümüzde olan, her an bizimle olan ve olması gereken de, hacda ulaşılan manevî doyumsuzluğu, manevî temizliği, tevbe ve istiğfarı, teslim-i ruha kadar muhafaza etmektir. Arafat’ta, vakfede Rabbimizle yaptığımız sözleşmemizi asla unutmamaktır. Basit ve geçici dünya meseleleri için bile bazen ölümüne sözler verilir, vaadler yapılır. Sözünü yerine getirmek, yalancı durumuna düşmemek uğruna ölüme atılanlar bile olur. Bir de “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” diyerek ahkâm kesenler olur ki, biz de buna nazire olsun diye, “Haccından dönenin adımı kırılsın” diyoruz. Ağır bedduâ olmasın diye, “Ayağı kırılsın” yerine “Adımı kırılsın” diyoruz. Böylece bedduâ değil, duâ etmiş oluyoruz. Yani yanlışa, bid’aya, bâtıla ve günaha attığı adımı kırılsın, yani o yöne adımını atamasın, hemen hacda verdiği sözü hatırlasın. İşte asıl hatıra da bu olsun. Unutulmaz hac hatıraları içinde yer alan en büyük hatıra, hacı olduğu an olsun. Şairin, “Hayali cihan değer” dediği her ne ise, bizim hacınınki de bu olsun, hacı sayıldığı an olsun. ««« Her zaman anılmaya değer asıl hatıra, asıl saadet ve asıl müjde budur ki, öbür hatıralara bir türlü giremedik. Evet, hac notlarını ihtiva eden kara kaplı defterimizi üç yıldır açamadık. Geçen yazımızda “Bir hacının not defterinden” dedik, ama etrafında dolanıp durduk. Yani defterin etrafında değil, o defterin değinmek niyetinde olduğu mânânın etrafında, o mânâyı ruha bahşeden mukaddes mekânların etrafında.. Defter ki, ne defter.. Bu notlara lâyık olsun diye seçilmiş bir defter. Başka hiçbir şeye yer vermeyen defter. Niyetten, kalbî yönelişten, fiilî ilk hareketten başlayıp eve dönünceye kadar, mukaddes yolculuğu gergef gergef işleyen defter. O yolda her şeye hikmetle bakan, hikmetle karşılayan; o yola hizmet eden her şeyi ve herkesi kıymetli ve bahtiyar bilen, Avusturya kafilesini ve uğurlayanlarını Grünburg’dan Viyana’ya kadar taşıyan otobüsü ve Avusturyalı şoförünü nasipli bilen, o yolda duyulan sesi, esen yeli, yoldan kalkan tozu, göze çarpan her şeyi, yaşı ve kuruyu, taşı ve toprağı bir başka gözle gören bir defter. O yolda çekilen sıkıntıyı, göze kaçan tozu, ayağa çarpan taşı, açlığı ve hastalığı tebessümle karşılayan bir defter. Cidde Hava Alanı'nda bavullarımızı mı alamadık? 23 Aralık Cumartesi gününden, 28 Aralık Perşembe gününe, yani terviye gününe kadar, beş gün boyunca iki bavul dolusu ihtiyaç eşyamız olmaksızın mı idare ettik? Kara kaplı defterimize göre, çok âlâ, çok mübarek bir hadise! Zira Mekke’nin mübarek ve ucuz ihtiyaç eşyaları ve giysileriyle pek âlâ geçinip gittik. Hattâ bavullarımızın elimize geçmeden, Avusturya’daki adreslerimize iade edilmesini bile diledik. ««« MP3 ses kayıt cihazı, digital kamera ve cep telefonu da, kara kaplı defterin teknolojik neferleri olarak hizmette idiler. Farklı alanlardaki farklı tesbit ve kayıtlar “ve” bağlacı sayesinde omuz omuza verdiler. Meselâ, “Ve Mekke...” Belde-i Emin... Müthiş bir ruh coşkusu... Otele yerleştikten sonra, ihramlı ve telbiyelerle Kâbe’ye doğru yürüyüş... Mescid-i Haram’ın minarereleri gözükünce heyecan dorukta... Hele hele Kâbe-i Muazzama’nın görünmesi, kelimelerle anlatılamaz. Aman Allah’ım, bu lütuf bize mi şimdi? Günde beş vakit yöneldiğimiz Kâbe bu mu? Yani Beytullah... Şimdi beytini bize gösteren Allah, Cennette Cemalini de mi gösterecek? Ne büyük saadet! Ve... Arafat! Avrupa Nur Organizasyonu ile haccetmeye niyet eden kırk kişilik grup aynı çadırda. Hac kafilelerinin farklı sadaları biribirine karışmış.. Kur’ân, salâvatlar, vaazlar, ilâhiler, Cevşen okumaları, zikirler... Ve vakfe... Sessiz ve içten ağlamalar... Ve Cuma günü... Ve Hacc-ül Ekber! Hazret-i Ömer (ra) der ki: “Maide Sûresinin 3. âyeti, Hicrî onuncu yılda veda haccında Arefe Günü olan Cuma günü ikindiden sonra indi. Peygamber Efendimiz (asm) Arafat’ta, Adba adındaki devesinin üzerinde vakfede iken nâzil oldu. Deve vahyin ağırlığına dayanamayarak yere çöktü. Biz o günü ve o gün bu âyetin indiği yeri biliriz. O gün Zilhicce’nin dokuzuncu günüdür; hem Arefe Günü, hem Cuma günüdür. Biz, her iki günü de bayram biliriz.” Âyetin meali şöyledir: "Bugün size dininizi kemale erdirdim. Ve size nimetimi tamamladım.” ««« Ve grubumuz.. Elbette ki bütün mü’minler kardeştir. Bilhasa hac esnasında bu çok bariz yaşanır. Burada herkes birbirini incitmemeye âzamî gayret gösterir. Sabır, iyiniyet ve hoşgörünün test edilmesi de, hiç şüphesiz bazı imkânların ortak veya yakın mesafede kullanımı ile olur. Otelde, yolculukta, yemede, içmede vesaire... Grubumuzda safvet ve vefa timsali arkadaşlarımız vardı. Sahabenin îsar hasletini kendilerinde bihakkın taşıyanlar vardı. Ayrıca bazı hatırlatmalar bile, çok tatlı ve nükteli yapılırdı. Meselâ, Müzdelife’de kısa bir istirahatten sonra, genç bir kardeşimiz, heyecana gelip, bir elinde çay ve iki parmak arasına sıkıştırılmış sigara ve öbür eliyle koca hoparlörü kavrayıp, grubun ünvanını anarak, hareket talimatı vermek isteyince, kendisine, "Kardeşim, ya sigarayı at, ya da grubun ünvanını anma“ dendiğinde, hemen sigarayı ayaklar altına alması görülmeye değerdi.. Ve yine meselâ, Kurban Bayramının birinci günü, öğleden sonra otelde et dağıtımı gündeme oturunca, "Aman ha, kardeşler! İbadet ve et, şeklen kafiyeli, uyumlu, ama mânen hiç uyuşmuyorlar“ dendiğinde, et mevzuu bıçak gibi kesilip, müezzinin öğle için "Allahüekber“ sadası oteli çınlattı. Ve Hacer-ül Esved... O gece, Kâbe’de yatsı namazı, nafile bir tavaf ve ardından Hacer-ül Esved’e ulaşıp el sürmek, mümkünse öpmek, grubumuzdan dört kişinin hedefiydi. Pehlivan yapılı ve boylu poslu Şemsî Beyimiz, daha birinci şavtta bizi çeke çeke Hacer-ül Esved’e yaklaştırdı. Ama hızlı ve yoğun bir dalga gelip bizi ondan kopardı. Tavafın dördüncü şavtında, biz onu uzaktan seyrediyorduk. Cennetten indirilen mübarek taşa yakın bir yerde Kâbe’ye yapışmış bekliyordu. Biz tavafı tamamlayıp otele döndük. İmsak vaktinde, yatak komşumuz Şemsî’nin gür sesine uyandık. Yatağına oturmuş, telefona sarılmış, derdini ve neş’esini yukarı kattaki hanımına sunuyordu: “Hacer-ül Esved’i öptüm, hanım! Bu arada kaybettiğim dört şeyden birisi bana döndü. Evet, o esnada terliklerim gitti, boynumda asılı kimliğim kopup gözden kayboldu, meşin kaplı duâ kitabım da elimden uçtu. Birini kurtarmaya çalışırken gözlüğüm gözümden fırladı. Lisan-ı ıztırar ile duâ ettim. Zira ihtiyaç şeditti. Kalın camlı gözlüğüm olmadan, yapamazdım. ‘Allah’ım, gözlüğüm bana geri gelsin’ diye içten bir niyaz ettim. Gözlük başlar ve omuzlar üstünde dolanıp duruyordu, bir türlü yere düşmüyordu. Ve nihayet bana yaklaşan bir omuz üstünden onu aldığım zaman, diğer kaybettiklerimi unutmuştum bile...“ ««« Ve işte, kara kaplı hac defterimizden birkaç hatıra.. Hurma, zemzem ve güzel koku babından ikramımız olsun size. Selâm ve duâlarımızla. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Kerbelâ İlâhileri |
Hicrî yeni yıla gireli henüz bir hafta oldu. Bu yeni yılın ilk ayı olan Muharrem ise aynı zamanda İslâm tarihinin en acı olaylarından birinin yaşandığı Kerbelâ vak'asının acısının yürekleri dağladığı bir ay. Bu nasıl bir hırstır ki mensubu olduğu dinin aziz Peygamberinin torununu, akrabalarını, yakınlarını, hem de işkenceyle ve bir damla suyu dahi çok görerek katletmek. İzahı mümkün mü? Şimdi ne Yezid kaldı, ne de uğruna katil olmayı göze aldığı mevkii, makamı. Baki kalan ise mü’minlerin yüreğinde o aziz şehidlere duyulan ve hiç azalmayan muhabbet ve hüzün. Aradan geçen asırlara rağmen ne zaman o hadiseleri anlatsalar mü’minlerin gözleri yaşarır, içleri burkulur. Geçen Ramazanda da hatırlarsanız bir çok televizyon programında hocaefendiler o acı hatıraları anlatmış ve bizi hüzünlendirmişlerdi. Çocukluğumdan beri hep bu hatıraların anlatıldığı bir ortamdaydım. Özellikle her 10 Muharrem günü Caferi Mezhebine mensup şia inancını taşıyan pek çok kişi bu matemi yaşar. Bazen kendilerine acı vererek, bazen de hüzünlü mersiyeleri seslendirerek. Ancak bu acı sadece elbette Caferi kardeşlerimizin acısı değil. Bütün Sünnî Müslümanların da acısı, kederi. Bu hadiselerin hikmet boyutunu elbette Cenâb-ı Hak bilir. Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur’da muhtelif yerlerde temas ve izah ettiği üzere zahiren bize acı veren, izahta zorlandığımız bu hadiselerin elbette bir de manevî ve hikmet yönü var. İşte bu ciğer yakan hadise geçmişten bu yana pek çok şairin kalemine mısra bir çok bestekârın gönlüne nağme olarak dökülmüştür. İşte onlardan bir kaçını paylaşalım yeri gelmişken: Güftesini, sözlerini Dr. Türkan Alvan’ın, bestesini neyzen M. Hakan Alvan’ın yaptığı hicazkâr ilâhî “Hatîce Sultan’dan doğan nur-sîma/ Adı Fâtıma nâmı Betül Zehrâ” diye başlarken, “Dün gece seyrim içinde ben dedem Ali’yi gördüm” der, Kul Himmet Hüseyni Nefes’de. Aşık Yunus’un “Seyyidlerin serçeşmesi Hasen ile Hüseyn’dir” şiiri segâh beste olmuştur Albay Selahaddin Güler’in gönlünde. “Yâ Rab bizi dûr eyleme evlâdı Âli’den” diye duâ ederken Kâhyazâde Arif Bey, Tanburi Mehmed Bey Hüzzam makamında bestelemiştir bunu. Yazıcızâde Mehmet Efendi’nin “Rivayette gelir birgün Resulullah olup dilşâd/ Ki dizinde oturmuştu Hüseyn ile Hasan şehzâd” diye terennüm ettiği duygular Hatip Zakiri Hasan Efendi (Halveti) tarafından nühüft mersiye olmuştur. Çok bilinen ve benim de severek icra ettiğim Hüseyin Baba’nın neveser nefes bestesinde Seyyid Nesimi;
“Âlem yüzüne saldı ziyâ Âl-i MUHAMMED Seyfin çâk edip geldi yine Âl-i MUHAMMED
HASEN başımın tâcı HÜSEYN gözümde nemdir İMÂM-I ZEYNEL ABÂ BÂKIR mihri haremdir
İMÂM-I CÂFER SÂDIK gibi bir dahi irfan İMÂM-I MÛSA KÂZIM gibi olmaya sultan
İMÂM-I TAKİ gözlerime ayn-i cilâdır İMÂM-I NAKİ sâyesi bol mürg-i hümâdır
İMÂM ASKERİ derdimize ayn-ı devâdır Çün MEHDİ zuhur ede nihân kalmaya perde” der.
Mustafa Dülgünman’ın segâh makamında bestelediği “Vak'ayı şâhı şehidi Kerbelâ’yı gûşedip/ Ah edip yandı gönül ehli dilan ağlar bugün” şiirini yazan kişi ise Rıfai şeyhi Hayrullah Taceddin Efendi’dir. Şarkıları besteleri ile müziğimizin zirve isimlerinden biri olan Hacı Arif Bey de Hüzzam İlâhisi ile bu acıya ortak olmuş ve Kâhyazade Arif Bey”in “Kurretül aynı Habibi Kibriyasın Ya Huseyn” şiirini bestelemiştir. “Habibi Kibriya ağlar bugün eyyamı matemdir” diye başlayan Nakşibendi Şeyhi Alvarlı Efe Hazretlerinin şiiri Neyzen M. Hakan Alvan tarafından Uşşak ilâhî olmuştur. Hasan Sezai Gülşeni Hazretlerinin “Ey şehidi Kerbelâya ağlayan/ Ağla matemdir Muharremdir bugün” sözleri Bestekâr Kemani Arslan Hepgür’e Hüseyni ilâhî olarak ilham vermiştir. “Geçeriz dünyada canu canandan/ Geçmeyiz Kerbelâ'da akan kandan” diyen Hacı Hafız Muzaffer Özak’ın bu şiiri de yine Neyzen M. Hakan Alvan tarafından Hicaz makamında bestelenmiştir. Suzinak makamında Cüneyt Kosal (Derviş Kanunî) tarafından bestelenen şu şiir ise Aşık Yunus’undur. “Ali almış sancağını eline/ Çekilip gider mahşer yerine.”
NURDAN DAMLALAR
“...Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mânevîyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var.” “...Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âli Beyt’in muhabbetini meslek edinen Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakîkatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birbirinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı râbıta-ı kudsiye mâbeyninizde varken iftirâkı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir. ‘’
Lem’alar. 4. Lem’a nın 4. nüktesi
Mersiye
Güfte: Kâzım Paşa
Cûşeyleyip belâya mânend-i mevc-i tufan Keşti-i ehl-i beyti kıldı şikest ü viran
Maktul olup serâser ashâb-ı âli zîşan Yektârev oldu ol meh çün âfitâb-ı rahşan
Her yandan etti savlet hınzır-veş Yezidan Sertâbepâ vücudun zahm eyleyüp kızıl kan
Düştü Hüseyn altından sahra-i Kerbelâ’ya Cibril var haber ver Sultan’ı Enbiyâ’ya 24.12.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ekrem KILIÇ |
|
Yemekteyiz |
Modern cemiyetlerde, sanki televizyonlar toplumun aynası gibi... Her dizi, her program gittikçe daha bayağılaşarak toplumun aynısı mı oluyor, ne? Yapımcı ve yönetmenler bu konuda elbette kusurlu. Ama, reytinglere bakarak iş gördüklerini farz edersek, kabahatin hepsini onlara yüklemek de insafsızlık olur. Nasreddin Hoca’ya mal edilen: “Hırsızın hiç mi suçu yok?” ve “Sen kokladın, ben topladım” fıkralarını hatırladınız mı? İnsanların ufak bir çıkar karşılığı, ahlâkın bütün temel kurallarını hiçe sayarak yönetmenlerin elinde kukla olmalarını anlayamayanlar bulunabilir. Onların her söylediklerini düşünmeden uygulayanlar, kendilerince para ve şöhret gibi maddî ve mânevî bir takım gayeler uğruna böyle davranabilirler. Ama, saatlerce televizyon karşısında bu çirkin ve gerçekten pespâye programları seyredenlere ne demeli? Katılmak için yapılan gayretleri tasavvur edebiliyorum. Kim bilir, kimlere nasıl yaltaklanmalar, araya adam koymalar, insanlığa yakışmayan davranışlar neticesinde bir rol kapmaya muvaffak olanların sonları, başlangıçlarından daha fecî… Yemek hazırlıkları için gösterilen üstün çabalar, incir çekirdeği doldurmayan bahânelerle nasıl da kötü bir düş kırıklığına dönüşüyor. Dâvetliler, daha baştan armudun sapı, üzümün çöpü nev’înden kusûrları sıralamaya, birbirinin ardından bin bir çeşit dedikodu yapmaya, nezâketsizliğin daniskasını icrâ ederek, misâfir oldukları şahsı alenen tahkîr etmeye başlamıyorlar mı? Öte yandan, ev sâhibi de, sesi duyulan, kendisi görünmeyen– tâbiri hoş görün–şeytânî bir kışkırtıcının, bayağı işportacı edâsıyla sevk ettiği vâdide misâfirleri hakkında aklına geleni söylemiyor mu? Aman Allâh’ım, bir programı bütünüyle seyredebilmek için insanın, çelikten sinirleri olması ve âdetâ insanlığından uzaklaşması gerekiyor. Adı ile müsemmâ: Yemekteyiz! Yâni, birbirimizi yemekteyiz! Bütün müsâbıklar birbirini canlı canlı yemekle meşgul; ikrâm ettiklerini değil! Bu iş seyirci celbediyor ya, haydi bakalım; ona benzer nice program hokkabaz torbasından çıkar gibi, birbirinden beter, birbirinden müptezel, ardı ardına türeyiveriyor: sözüm ona diyet yemeği ikramları, gençlerin yuvalarının yapılması, gelinlik kızlara çeyiz hazırlıkları, kayıp yakınların kavuşturulması, küslerin barıştırılması, insanların mahremiyetlerinin karıştırılması, âile mahkemeleri, garip ve çok kurmaca kerâmetler, âhiret âlemlerine açılan kapılar, hortlaklar, zırtlaklar, cırtlaklar… Amerikan toplumunu şizofren yapan, manyaklaştıran vahşî Batı, mafya, uzaylı filmleri ve felâket senaryoları değil mi? Sözde müsbet ilimlerden başka bir şeye inanmayan Avrupa toplumunu da sihirbazlar, cadılar, ruhlar, şeytanlar, cinler, periler dünyâsına çekerek büyüleyen filmler… Bizde de onlardan aldığımız ilhamla, millî kılıklı, Ergenekon kılıflı, vatan-millet-Sakarya dublajlı diziler televizyonlarımızı istîlâ etti. San’atının şâhikasına çıkmak isterken esfel-i sâfilîne düşen Yeşilçam filmlerinin “nevet”, “nayır”lı aşk ve mâcerâ mevzûlarına alışan; salon sosyetesinin gıbta ile seyredilen hayâtlarını taklîde çalışan milletimiz, bin bir gece masalları gibi, yetmişinci bölümü çekilen “hababam, debabam” şâheserlerinden sonra böyle ciddî, toplumsal, yönetsel, sanatsal, uydursal eserleri vücûdunun bütün zerreleri ile izleyip öyle bir terakkî etti ki; dünyâya bu sâhada örnek ve önder olsak sezâdır… Bu evlerde büyüyen, bu mânevî âlemde inkişâf eden çocuklar, daha şimdiden, ana-babalarını geçti bile… İnternetlerde cinsini, cibilliyetini bilemediğimiz nice süflî programlarla hemhâl olarak; şeytanların aklına gelmeyen mel’anetleri işlemeye başladılar. Uzak muhabbeti yakına çevirmek için evinden, memleketinden kaçanlar, ne kötü tuzağa düştüler. Hayâlî oyunların intikamını almak, rakîblerini ortadan kaldırmak için kaçıranlar, öldürenler ne kötü bir yol seçtiler. Etkisinde kaldıkları filmlerin, dizilerin kahramanlarına benzemek için her kötülüğü yapanlar, ne berbat bir rehber buldular. Milleti korumak, kollamakla görevli olanlar bütün bunları görmezden geldiler. Onlar yalnızca koltukları, yonttukları, yollukları, biriktirmeye doymadıkları dünyâlıklarını muhâfaza etmek niyetindeydiler. Onların nazarında millet, kendilerine hizmet edilecek değil, hizmet ettirilecek kişiler demekti. Millet onlar için çalışmalı, onlar için yaşamalı, onlar için ölmeliydi. Devlet, millete hükmetmek için elde tutulması gerekli sopa idi. Öyle de yaptılar. Yapıyorlar. Yapacaklar. Yâni o niyetteler. Eğer dünyâda ilel-ebed kalmak mümkün olsa, ilel-ebed pâyidâr olacaklar. Cehennemî bir yaşayıştan sonra, cehennemî bir kabir hayâtı var. Bunu hâtırlatmak bile çirkin görülüyor. Ölümü, hesap vermeyi, hakların ödeneceğini, sonsuz bir cezâ veyâ mükâfât bulunduğunu hâtırlatmak suç oluyor. Herkesin hem kendi hesâbını, hem de sorumlu olduklarının hesâbını vermek zorunda kalacağı günün çok yakın olduğunu söylemek vicdanlara müdâhale kabul ediliyor. “Yangın var!” diye bağırmak, tehlikeyi haber vermek, insanların râhatını kaçırmak addediliyor. Kötülüğe, şerre, belâya dur demek kötü, şer, belâ sayılıyor. Ben, sen, o, biz, siz, onlar; âilelerimiz, milletimiz, insanlar, beşeriyet ömrümüzü, mukaddeslerimizi; dünyâmızı, âhiretimizi; sâadetimizi, râhatımızı yemekteyiz! 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Üç gün değil, iki gün! |
Hasılât mevsimlerinin biri gidiyor, biri geliyor. Receb, Şaban, Ramazan derken, Şevval, Zilkade ve Zilhicce de gelip geçiverdi. Ve yeni bir hicrî yıla, Hz. Peygamber’in (asm) hicretini hatırlatan yıla, Muharrem ayı ile başlayıverdik Elhamdülillah. Bunların hepsi de içerisinde nurlu gün ve geceleri barındıran aylardır. Şuurlu ve sevabını Allah’tan bekleyen Müslümanlar, bu gün ve geceleri, ellerinden geldiği kadar en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Geceleri; başta teheccüd namazı olmak üzere, çeşitli ibadetlerle geçirirken, gündüzleri de emr-i Peygamberî’ye (asm) iktidâ ederek, onun sünnet-i seniyyesine uyarak, oruçlu geçiriyorlar. Ramazan ayındaki farz oruçtan sonra en faziletli oruçlardan biri de, içerisine yeni girdiğimiz Muharrem’de tutulan oruçlardır. Başka zamanlarda sadece Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak tenzihen mekruhken, Muharrem ayının da içinde olduğu dört haram ayda (Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce) Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutmanın faziletine dair hadis-i şerifte çok terviç ve rağbet var. Bu mübarek Muharrem ayının en mühim ve çok Müslüman tarafından bilinen orucu da “Aşure Günü orucu”dur. (Aslında aşure, Arapça on sayısı demek olan “aşere”den gelen bir kelimedir. Hem Muharrem ayının 10. gününü ifade eder, hem de geçmiş Peygamberlerin on hadisesinin vuku bulduğu gün olması hasebiyle öyle ifade edilmiş.) İşte, bizim yazıya başlık olarak koyduğumuz mesele de budur. Bununla alâkalı olarak kaynağından bir kısmı buraya alarak, bu konudaki düşüncemizi sonrasında ifade edelim: “..Hadiste dikkat çekilen bir diğer husus da, Aşure Günü orucudur. Aşure Günü, Hicrî senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Aşure Gününün de diğer günler içerisinde ayrı bir yeri vardır. Aşure Gününe fazilet kazandıran pek çok hâdise bulunmaktadır. Meselâ Hz. Musa ve İsrâiloğulları bugünde Firavun’un zulmünden kurtulmuşlar, Hz. Nuh’un gemisi Cûdi Dağına bugün demirlemiştir. Hz. Yunus, balığın karnından bugün kurtulmuş, Hz. Âdem’in tevbesi Aşure Günü kabul edilmiştir. Daha pek çok güzel hâdise bugün gerçekleşmiştir. “Bunun içindir ki, Muharrem ayı ve Aşure Günü, Yahudilerce ve Hıristiyanlarca da mukaddes sayılmıştır. Nitekim Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret buyurduğunda, Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrenmişti. ‘Bu ne orucudur?’ diye sordu. Yahudiler, ‘Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı ve Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (as) şükür olarak bugün oruç tutmuştur’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm), ‘Biz Musa’nın sünnetini yaşatmaya sizden daha yakın ve hak sahibiyiz’ buyurdu ve Aşure Gününde oruç tutmaya başladı ve ashabına da tutmalarını emretti. O tarihte henüz Ramazan orucu farz kılınmamıştı. “Peygamberimiz ve sahabîler vacip olarak o gün oruç tutmaya başladılar. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra ise Peygamberimiz (asm), ‘İsteyen tutar, isteyen terk edebilir’ buyurarak herkesi serbest bıraktı. “Aşure Günü tutulan orucun faziletiyle ilgili pek çok hadis vardır. (...) Peygamberimiz bu hadislerinde Aşure Günü oruç tutmanın bir senelik geçmiş günahları affedebileceğini bildirmektedir. Ancak Yahudilere benzememek için, Aşure Gününden bir gün öncesini veya sonrasını da oruçlu geçirmek tavsiye edilmiştir. İbn-i Abbas bununla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet eder: ‘Aşure Günü oruç tutun, fakat Yahudilere muhalefet edin. Ondan bir gün önce veya sonrayı da oruçlu geçirin.’” Gazetemiz Yeni Asya’nın 2002 yılında okuyucularına hediye ettiği Câmiü’s-Sağir isimli hadis kitabından aldığımız bu bilgiye göre, Aşure Gününde tutulacak orucun şeklini Peygamberimiz (asm) çok güzel ifade etmişlerdir. Yani, o günde birçok peygamberle alâkalı güzellikler olduğundan, Yahudiler ve Hıristiyanlar da oruç tuttuğundan, onlara muhalefet eder tarzdaki ince bir ölçüyle, bir gün önce veya bir gün sonrasını da ilâve ederek oruç tutulmasını tenbih etmiştir. Buradaki incelik, ya 9-10. veya 10-11. günlerde olmak üzere iki gün oruç tutmaktır. İşte, bu özelliğe dikkat etmeyen bazı hocalar, vaazlarda ve hutbelerde; 9-10-11. günlerde üç gün oruç tutulmasını cemaate söylüyorlar. Hadisin mânâsı kaybolduğu gibi, çoğu ehl-i tahkik olmayan Müslümana da o şekilde oruç tutturuyorlar. Ha, denebilir ki, ”Yahu ne var bunda, bu kadar abartmaya ne lüzum var? Ha iki olmuş, ha üç, ne fark eder? Fazla olsa daha sevaplı olur vs” Ama, işte o zaman tesbihin 33 adet olmasındaki hikmet de kaybolur. 50 defa, 100 defa çekelim o zaman. Veya canımızın istediği kadar çekelim. İşte öyle olunca da, şifre bozulur, belki de maksad tam yerine gelmemiş olur. Hâsılı, Peygamberimiz (asm) nasıl yapmışsa öyle yapmak, onun yaptığına—zahiren daha fazla sevap getirecek gibi gözükse de—ilâve yapmamak, en müstakîmi ve sünnet-i seniyyeye harfiyen uyma noktasında en doğrusudur, sadakatin de gereğidir. Nitekim, onun sünnetine hüve hüvesine uymanın getireceği sevap, kimbilir belki de daha fazla olsa gerek. Burada, “Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda benim sünnetime sıkıca yapışırsa, yüz şehidin ecrini, sevabını kaanabilir” (Hadis, Müsnedü’l-Firdevs, 4:198) hadis-i şerifini hatırlamakta fayda var. Evet, Aşure Günü orucu üç değil, iki gündür. Bu hafta; 9-10. veya 10-11. günlerde bu oruçlar tutulabilir. Artık tercih, şahsın durumuna bağlıdır. Ama, zaten haram aylarda “Perşembe, Cuma ve Cumartesi” günleri oruç tutulması sünnet olduğundan; 9 Muharrem / 25 Aralık Cuma ve 10 Muharrem / 26 Aralık Cumartesi günleri iki gün oruç tutarsak daha sevaplı olur İnşaallah. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
İletişim ve iman hizmeti |
Dünya başdöndürücü bir hızla iletişim çağını yaşıyor. Görüntüden telefona, internetten emsâli iletişim araçlarına…. Dünya adeta bir evin odaları hâline geldi. Bu, hayatı oldukça kolaylaştıran bir şeydir. Cenâb-ı Hakk’ın büyük nimetidir. Bunun son hududu “eşyayı aynen nakletme” ile tâbir edilen iletişimdir. İlim adamlarının bu alandaki çalışmaları devam ediyor. Bunun da mümkün olduğunu Bediüzzaman haber veriyor. Nereden biliyor? Kur’ân’dan aldığı bilgi ile. Bu anlamda insanlar arasındaki iletişim hızlanmıştır. Fikirler daha rahat iletilmektedir. Yazılı iletişim hâlâ güncelliğini korumaktadır. Ülkemizde gazete ve dergi tirajları bazı ülkelere göre oldukça düşüktür. Toplam ulusal gazete tirajı beş milyonu bulmuyor bile. Kitap okumada bazı geri kalmış ülkelerden bile gerideyiz. Bunun çeşitli sebepleri var. Geçtiğimiz ay Gazetemiz Genel Müdürü Recep Taşçı ve Dağıtım Müdürü Saim Çelenli Beyler ile Karadeniz gezisi yapmıştık. Bir Cuma günü, Cuma namazını Uzungöl’de kılmayı arzu ettik. Namazdan sonra Saim Bey yağan sağnak yağmura rağmen, gazetenin hediye ettiği “Said Nursî kimdir?” ve ”Demokratk açılım” adlı broşürleri cemaate dağıttı. İnsanımız sıraya girmişti. Büyük bir ilgi gösterdiler. İletişimin ne kadar önemli olduğunu bir daha anladık. Ve “Bu zamanda nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânâtla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur” sözünün ne kadar doğru olduğunu anladık. Bu güzel beldenin insanlarından hiçbir menfî tepki almadık. O, bu toprakların sesi ve nefesi idi. Doğuda dünyaya gelmiş olması birşey değiştirmezdi. Bizi birbirimizle bağlayan, ırkî bir bağlılık değil, dinî ve millî bir birlikteliktir. İşte iletişim, bu açıdan önemlidir. Doğuda yaşanan sıkıntıların, temel sebebi de budur. Zamanında sağlıklı bir iletişim kurulmuş olsa idi, bu olaylar yaşanır mıydı? Yıllarca “Şeyh Said” ile “Said Nursî” birbirine karıştırıldı. Bu menfî iletişimin bir sonucu idi. Bu iletişimi sorunsuz kullanmak, işimizi kolaylaştıracaktır. Başka çare yoktur. “Dâvâsını ifade eden kazanır” (Zübeyir Gündüzalp) Kendini ifade edemeyenler kaybedecektir. Elindeki değerler ancak iletişim yolları ile değer kazanacaktır. Devir değişmiştir. Asır başkalaşmıştır. Huzura muhtaç, milyonlar ile ifade edilen insan vardır. Sizde dermanı varsa, bunun yolu iletişimdir. Bu ise zamanımızda zirveye çıkmıştır. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bağdat önlerinde bir genç padişah |
Halen kısmî işgal altında bulunan Irak'ın başkenti ve en büyük şehri olan Bağdat, tarih içinde belki de en fazla müdahaleye mâruz kalmış ve el değiştirmiş bir şehirdir. Ancak, Bağdat fetihlerinin en meşhûru ve tarihte en çok anılanı Sultan IV. Murad'ın 1638 senesindeki destanlaşan fethi olsa gerektir. Öyle ki, "Bağdat Fethi" tabiri gibi, Topkapı Sarayı'ndaki "Bağdat Köşkü" ismi de Sultan IV. Murad'ın ismiyle adeta bütünleşmiş durumda. Bunlardan biri telâffuz edilirken, diğer isim de birden hatıra geliveriyor.
İşgaller ve fetihler
Asırlarca Abbasî Devletinin hükümet ve hilafet merkezi olma hüviyetini yaşayan Bağdat, 1050'li yıllarda Şiî Büveyhoğulları'nın tesiri altına girdi. Baskının giderek şiddetlenmesi üzerine, Büyük Selçuklu Devletinden yardım istendi. Halifenin emriyle istenen bu yardıma anında karşılık verildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 senesinde Bağdat'ı kuşatma altına aldı. Aralık ayı ortalarında hiç kan dökülmeden Büveyhoğullarını Bağdat'ın dışına çıkarmaya muvaffak olan Selçukî Tuğrul Bey, o tarihte "Bağdat Fatihi" ünvanıyla anıldı ve adına hutbeler okunmaya başlandı. * * * Bağdat'taki en kanlı mezalimlerden biri, Moğollar'ın istilâsı zamanında yaşandı. İlhanlı hükümdarı Hülagû, 1258'de şehri yakıp yıkıp yağma etmekle kalmayıp, halifeyi de fecî işkencelerle katletti. * * * Bağdat'taki kargaşa ve sık el değiştirmeler, Kànunî Sultan Süleyman devrine kadar devam etti. 1534'te "Irakeyn Seferi"ne çıkan Osmanlı Padişahı, Bağdat merkezli büyük bir fetih hadisesini gerçekleştirdi. Gerek Arap ve gerekse Acem (İranlılar) nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Irak topraklarının hemen tamamını fethederek, Safevîlerin işgali altındaki bu geniş coğrafyayı Osmanlı mülküne kattı. Safeviler, 1624'te Bağdat'ı tekrar işgal etti. Bu tarihte Osmanlı tahtında oturan Sultan IV. Murad ise, henüz çocuk denilecek (12) yaştaydı. Osmanlı kuvvetleri ile Safeviler arasında 1624–38 yılları arasında birkaç kez savaş hali yaşandı. Bu 14–15 yıllık süre zarfında, taraflar birbirine tam galebe çalamazken, Bağdat'ın idaresinde yerlilerin anlaşmaya vardığı Safevilerin ağırlığı açıkça hissediliyordu. Bağdat halkını yedeğine alan Safeviler, zaman zaman sınır komşusu olan Osmanlı'ya bağlı yerleşim merkezlerini rahatsız ediyorlardı. 1635 yılına gelindiğinde, Sultan IV. Murad artık büyümüş ve 23 yaşında bir delikanlı olmuştu. Devlet merkezindeki hakimiyetini sağlama alan ve sarsılan idarî otoriteyi yeniden tesis eden Sultan Murad, önce Revan (Erivan) Seferine çıktı. Bu sefer esnasında Revan ile birlikte Tebriz'i de alarak İstanbul'a döntü. Artık sıra Bağdat'ın fethine gelmişti.
Destanlaşan fetih
Genç Padişah, 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar'dan hareketle Bağdat Seferine çıktı. Başında Sultan Murad'ın bulunduğu Ordu–yu Humayûn, Konya-Adana-Halep-Urfa-Diyarbekir-Musul-Kerkük güzergâhını takip ederek, yaklaşık 195 gün sonra Bağdat önlerine vardı. Şehir, Kasım ayı ortalarında kuşatma altına alındı. Bağdat Kalesinin alınması maksadıyla yapılan bu kuşatmalar esnasında çok şiddetli çatışmalar yaşandı. Öyle ki, bir umumî taarruz esnasında Sadrazam Tayyar Paşa da ağır şekilde yaralanak orada vefat etti. Ancak, bu acı kayba rağmen Osmanlı'nın geri adım atmadığını gören Safevilerin kale komutanı Bektaşhan, şehri teslim etmek için Sultan Murad'a elçi gönderdi. Devam eden kırk günlük kuşatmanın ardından, taraflar nihayet bir anlaşmaya vardı ve 24 Aralık günü barış şartlarına imzalar atılmış oldu.
Kasr–ı Şirin Antlaşması
Fetih öncesi yaşanan çatışmalar sebebiyle harabeye dönen Bağdat, çok hızlı ve hummalı bir onarım faaliyetiyle yeniden mamur bir şehir haline getirildi. Ardından, Osmanlı–İran Savaşını sona erdirecek ve iki ülkenin sınırlarını belirleyecek olan bir anlaşmanın sağlanması cihetine gidildi. 17 Mayıs 1639 tarihinde imzalanan Kasr–ı Şirin Antlaşması ile tesbit edilen iki ülkenin sınırı, aradan dört asra yakın bir zaman geçtiği halde, orijinalliğini büyük ölçüde halen de korumaktadır.
Genç yaşta vefat Osmanlı Padişahlarının 17'ncisi olan Sultan IV. Murad, garip bir tevâfuk eseri olarak 17 yıl tahtta kaldı ve henüz 27 yaşındayken vefat etti.
Bugünkü Bağdat
1638'den Birinci Dünya Savaşının sonlarına kadar Osmanlıların elinde olan Bağdat, 1917'de İngiliz kuvvetleri tarafından işgale uğradı. Ancak, bu işgal uzun sürmedi. Bağdat, 1921'de kurulan bağımsız Irak Krallığına bağlandı ve aynı zamanda bu devletin başşehri yapıldı. Bu yeni statü, Türkiye tarafından da Lozan Antlaşması ile (1923) resmen kabul edildi. 1990'da diktatör ruhlu Saddam'ın Kuveyt'i işgal girişimiyle başlayan kanlı boğuşma süreci, ne yazık ki güzelim Bağdat'ın bir kez daha yabancı işgalini netice verdi. ABD ve İngiliz askerlerinin, 2003'ten beri Bağdat'la birlikte Irak'ın geneli üzerindeki kısmî işgalleri bugün de devam ediyor. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Davranış ve fiillerimizin kaynağı |
Rûh-beden, davranış, düşünce ve inançlarımız arasında temel bağlantılar olduğu muhakkak. Psikoloji, düşünmeyi “hâdise ve nesne/eşya yerine onların alem/sembollerini kullanarak meselelere çâre aramak için yapılan zihnî faaliyet; olaylar ve nesneler, varlıklar arasında bağ kurma; müşahhastan mücerrede (somuttan soyuta) geçmek” şeklinde tanımlar. Meyil/tutum ise, müşâhede edilemeyen, fakat, gözlemlenebilen davranışlarımıza yol açan eğilimlerdir. Diğer bir tâbirle, bir kişi, durum, nesne, hâdise ile ilgili düzenli ve devamlı olan inanç ve duygularımızdır. Meyillerimiz gelip geçici değildir. Bilgi, inanç ve duygulardan meydana gelen tutum ve meyillerimiz; kişi, nesne ve olaylara karşı olumlu-olumsuz ve belirli bir şekilde davranmamıza sebep olur. Davranış, fiil ve hareketlerimizin rûhî-psiko-fizyolojik temeli şudur: Fiillerimiz kalbin, hissin meyillerinden çıkar. O temayülât ruhun hassasiyetinden ve ihtiyaçlarından gelir. Rûh ise, imân nûru ile harekete gelir.1 Buna göre; bedenimizi rûhumuz; rûh ve duygularımızı düşüncelerimiz; düşüncelerimizi de imânımız yönlendirir, yönetir, şekillendirir, besler. Nasıl düşünürsek öyle oluruz. Nasıl inanırsak öyle yaşarız. İyi ve güzel, sıhhatli, becerikli olmayı arzularsak; gerçekten de buna nâil oluruz. Aksini düşünürsek; düşündüğümüz gibi oluruz. Düşüncelerimizi inançlarımız/imanımız yönlendirdiğine göre; hayatımızı imânımıza göre dizayn eder; yaşantımızı duygularımıza göre ayarlarız. Bedenimizi çalıştıran rûhumuz, mâneviyâtımızdır da diyebiliriz. “Her şey düşüncede başlar” tesbiti bunu açıklar. Dünyanın hiçbir gücü; hiç kimseye inanmadığı şeyi bilerek, severek ve kabul ettirerek yaptıramaz! Davranış ve kanaatlerimizin kaynağını maddelere dökersek şöyle bir tablo ile karşılaşırız: * Kâinatı, nesneleri, objeleri, hâdiseleri duyular vasıtasıyla algılar, duygularla yoğurarak çeşitli “bilgiler” elde ederiz. * Sonra bilgilerimizi tefekkürle besler, sular; yukarıda sıraladığımız zihnin kademelerindeki teknelerde hamur gibi yoğurur, sentez yapar ve şekillendirerek “düşünce”lerimizi oluştururuz. * Ardından bunları da geliştirerek “kanaat”lerimiz teşekkül eder. * Kanaatlerimizi, bilgi-akıl, kalb, vicdan kapasitemize göre ölçer, biçer, tahlil eder ve “inanç”larımızı oluştururuz. * Böylece imân duyulardan duygulara, oradan his ve lâtifelere, “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam”dan geçerek en nihayet bir senteze, ondan da kesin bilgiye ulaştığında da “itikad” hâline gelir. İstidadlarımızı geliştirmek, kabiliyetlerimizi ortaya çıkarmak, yaratılış sırrını çözmek, çalışmak, üretmek gibi fiiller düşünce ve irâdemizin eseridir. İrâde de karakterimizin mahsûlüdür. Karakter ile irâde de kabiliyetle istidadlarımızın neticesidir. İstidad ve kabiliyetlerimizi inkişâf ettiren de imânımızdır.
Dipnot:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 82. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sırat köprüsü nedir?-1 |
Ömer Öçalan: “Sırat Köprüsü üzerinde durur musunuz? Sırat Köprüsü nedir? Nasıl bir köprüdür?”
Âhiretin deresini, tepesini, düzlüğünü, yokuşunu, köprüsünü, yolunu, yordamını, terazisini, mîzânını ateşini ancak dünyadaki benzerleriyle kavrayabiliriz. Başka türlü kavrama imkânımız yok. Görüş ufkumuz dünyadaki benzerleriyle ve sembollerle çevrili. Âhiretle ilgili haberlerde yer alan uhrevî maddelerin sûretini ve şeklini mânâ itibariyle kavrayabilmemiz için dünyadaki benzerleriyle ifâde etmek zorunluluğu var. Âyetlerde ve hadislerde âhireti ve içindekileri anlayabilmemiz için böyle ifâde edilmiştir. Meselâ mahşerdeki terazi elbette bakkal terazisi şeklinde olmayacak. Kaldı ki dünyada bile şekil itibariyle biri diğerine benzemeyen çok farklı biçimlerde teraziler söz konusu. Hatta aynı bakkal dükkânında, o eski bildiğimiz klâsik teraziden tutun, farklı boy ve ebatlarda ve farklı ölçeklerle çok sayıda elektronik terazi örnekleri görmek mümkün. Öyleyse mahşerde sevap ve günahımızı tartan bir teraziden söz edildiğinde, çok hassas ölçüleriyle sonsuz duyarlıklı bir tartı âletinin bulunduğunu anlarız, gerçek şeklini görmeyi âhirete bırakırız. Sırat köprüsü için de aynı bakış açısı söz konusudur. Sırat Köprüsü, Cehennemin karanlık ve dev alevleri üzerinde kurulmuş, dehşetli, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. (“kıldan ince, kılıçtan keskin” ibaresi sırat köprüsünün çok hassas bir ayar içinde olduğuna ve dehşetine işâret eder.) Buradan herkes geçecektir. Çünkü Cennetin yolu Sırat köprüsünden geçer. Cennete giden de, Cehenneme düşen de bu köprüye uğrar. Bu köprüden geçerken günahkârlar ve kâfirler ayakları sürçerek dev ateşe düşerler. Mü’minler ise amellerine göre belirli hızlarda bu tehlikeli köprüyü geçerler. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre bu köprüden ilk geçecek olanlar Peygamber Efendimiz (asm) ve ümmeti olacaktır. Sonra diğer ümmetlerin salih amelleri sayesinde sırat köprüsünü sür’atle geçeceği bildirilmiştir.1 Üstad Bediüzzaman Hazretleri insanın bir yolcu olduğunu beyan eder ve “Sırat”ı yolculuğun zorunlu geçit yerlerinden birisi olarak zikreder. Bediüzzaman, insanın, âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden), rahm-ı mâderden (anne karnından), sabâvetten (çocukluktan), ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihanda hiç durmadan yürüyen bir yolcu olduğunu kaydediyor.2 Bediüzzaman Hazretleri bir rüya-yı sadıkada Sırat Köprüsü üstünde Peygamber Efendimiz (asm) ile buluşmuş, ondan ilim talep etmiş; Peygamber Efendimiz de (asm) ona “Ümmetimden suâl sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir” müjdesinde bulunmuştur.3 Bilâhare bu ilm-i Kur’ân’ın, Risâle-i Nur Külliyatı tarzında tezahür ettiğini, hakikat ilmi ve iman hakikatleri4 olarak ortaya çıktığını ve milyonların imanını kurtardığını görmekteyiz. Sırat köprüsü ahrette İnşallah Peygamber Efendimiz (asm) ile buluşacağımız mekânlardan birisi olacaktır. Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü! Kıyamet günü bana şefaat edin!” dedim. Peygamber Efendimiz (asm): “İnşaallah yapacağım!” buyurdular. Ben tekrar: “Sizi nerede arayıp bulayım?” dedim. “Beni ilk aradığın zaman Sırat üzerinde ara!” buyurdular. “Size (orada) rastlayamazsam?” dedim. “Mizan’ın yanında beni ara!” buyurdular. “Orada da size rastlayamazsam?” dedim. “Öyleyse beni havzın yanında ara! Zira ben üç mevkinin dışına çıkmam!” buyurdular.5 Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım.” Resûlullah (asm): “Niye ağlıyorsun?” buyurdu. “Ya Resûlallah! Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?” dedim. Peygamber Efendimiz (asm): “Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: 1- Mizan yanında: Tartısı ağır mı geldi, hafif mi; öğreninceye kadar, 2- Sahifeler uçuştuğu zaman: Kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı, soluna mı, yoksa arkasına mı? 3- Sıratın yanında: Sırat Cehennemin iki yakası ortasına kurulduğunda, bunu geçinceye kadar kimse kimseyi hatırlamaz.”6 İnşaallah yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- İbn-i Mâce, Zühd, 33. 2- Sözler, s. 35. 3- Tarihçe-i Hayat: 30. 4- Emirdağ Lâhikası: 256; Barla Lâhikası: 119. 5- Tirmizî, Kıyamet 10, (2435). 6- Ebu Davud, Sünen 28, (4755). 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“İmam hatipler” ve “din dersleri” |
Türkiye’de tıpkı mânâsı ve muhtevası çarpıtılarak dine, din eğitimi ve öğretimine karşı istimal edilen “laiklik” terimi gibi bir “eğitim birliği” lâfı tutturulmuş gidiyor. Her tartışmada imam hatip okullarının Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olduğu iddiasıyla kaldırılması, “ihtiyaç fazlası” bahanesiyle kapatılması kanaati nüksetmekte… Ve şu garâbete bakın ki temelde imam hatip okullarının kurulmasını esas alan bu kanun, dehşetli bir demagojiyle imam hatiplerin kapatılmasına “gerekçe” gösterilmekte. Oysa bu okullar “Tevhid-i Tedirsat Kanunu”yla açılmış, din eğitimi ve öğretimi de Anayasa’ya göre verilmekte. Anayasa’nın devlete yüklediği din eğitimi ve öğretimi görevi ve eğitim sisteminin temelini oluşturan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, imam hatip okullarının kapatılmasını değil, gereğini va’z etmekte. Gerçek şu ki “Tevhid-i Tedrisat”la “eğitim birliği” ibâresi, Türkiye’de din eğitimi dahil bütün eğitim ve öğretimin tek çatı altında verilmesini esas alır; hiçbir şekilde “din eğitimi ve öğretiminin” genel eğitimden tecridini ve özellikle dinî eğitim ve öğretim veren okulların tasfiyesini hedef almaz. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanununun amacı, din eğitimini ve öğretimini ortadan kaldırmak değil, Türkiye’de eğitimde görülen medrese ve mektebi aynı çatı altında almak, eğitim birliğini sağlamak. Bunun içindir ki Kanunun birinci maddesine, “Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye (eğitim müesseseleri) ve tedrisiye (ders veren kurumlar) Maarif Vekâletine merbuttur (bağlıdır)” ibâresi konulmuş… İMAM HATİPLER KAPATILAMAZ Yine bunun içindir ki bu kanunla, kapatılan Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin bütün işlevi, bütçesi ve gelirlerinin yanı sıra medrese ve mektepler Maarif Vekâletine devredilmiş. Vatandaşlara dinî bilgileri verecek, din eğitimi ve öğretimini yapacak, dinî hizmetleri yerine getireceklerin yetişmesini sağlayan okulların açılması hükme bağlanmış. Bu amaçla, Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti’nin uhdesindeki “dinî hizmetleri” görecek, “imâmet ve hitâbet vazifesini yapacak mütehassısların yetiştirilmesi vazifesi”, yine bu kanunla Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiş. Kanunun dördüncü maddesindeki, “Maarif Vekâleti yüksek dinîyât mütehassısları yetiştirilmek üzere darülfünûnda (üniversitede) bir İlâhiyat fakültesi tesis ve imâmet ve hitâbet gibi hidemâtı dinîyenin (dinî hizmetlerin) ifâsı vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir (kuracaktır)” hükmünün açık anlamı bu. Bu hükümle, Tek Parti döneminin son Başbakanı Şemsettin Günaltay, bu maddeye dayanarak, halka din eğitimi ve öğretimini verecek “din görevlileri”ni ve uzmanları yetiştirecek imam hatip kurslarını ve okullarını açmayı programına koymuş, Ankara İlâhiyat Fakültesi açılmış. Yine bu hükümle, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarında, 571 imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü, üç bin Kur’ân kursu açılmış. Özetle, halka dinini öğretecek, imamlık ve hatiplik vazifesini yapacak elemanların yetişmesi maksadıyla imam hatip okullarının açılması, “eğitim birliği”ni hedefleyen ve din eğitimi ve öğretimini Millî Eğitim Bakanlığı’nın yetkisine tevdi eden Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği mecburiyettir. Bu bakımdan en son YÖK Başkanı’nın dile getirdiği ve bazı mahfillerin bodoslama üzerine atıldığı, “imam hatiplerin düz liseye çevrilmesi” teklifi, öncelikle Anayasa’ya ve “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”na aykırı; ve yasal dayanaktan yoksun… “DİN DERSLERİ”, İHL’LERİN ALTERNATİFİ DEĞİL “Din dersleri”ne gelince. Öncelikle Anayasa’nın 24. maddesi, din ve ahlâk eğitimi ve öğretimini doğrudan denetimi ve gözetimine aldığı devlete yükler. Din kültürü ve ahlâk öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında sayar. Hatta “bunun (okulların) dışındaki din eğitimi ve öğretimini kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlar.” Bu durumda, devletin din eğitimini ve öğretimini yeterli olarak vermesi; ilköğretimin ancak dördüncü sınıfında verilmeye başlanan ve ortaöğretimde haftada bir-iki saatle geçiştirilen ve kifâyetsiz kalan “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” müfredatının geliştirilmesi gerekir. Zira okulların hâricinde, Kur’ân kurslarının yaygınlaştırılması, vatandaşların talebiyle Kur’ân öğrenimi ve din derslerinin yeterli muhtevada verilmesi devletin görevidir. Keza “imâmet ve hitâbet gibi dinî hizmetleri ifâ vazifesiyle mükellef memurların yetiştirilmesi” için imam hatip okullarının ve “yüksek diniyât mütehassıslarını (öğretim elemanlarını) yetiştirecek” İlâhiyat Fakültelerinin kurulması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğidir. Neticede, din derslerini verecek öğretmenleri ve din mütehassıslarını temelde yetiştirecek imam hatip liseleri, genel eğitim içindeki din derslerinin alternatifi değil, Tevhid-i Tedrisat gereği tamamlayıcısıdır. Din eğitimi ve öğretiminin kâmilen verilmesi için İHL’lerin haklarının korunması ve geliştirilmesi gerekirken, din dersleriyle takas ederek kapatmaya, okullardaki din derslerini kaldırmaya kimsenin hakkı da, haddi de, yetkisi de yoktur. Anayasal ve yasal olarak… 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Etnik siyasetle mücadele |
Baskı ve ayrımcılıkla “bölünmez bütünlük” sağlamaya çalışan zihniyetin, nüfus sayımlarında etnik köken sorularının da yer almasına karşı çıktığı ve bu yüzden Türkiye nüfusunda hangi unsurların ne nisbette pay sahibi olduğu konusunda sağlıklı bir istatistikî bilgiden mahrum olduğumuz herkesin mâlûmu. Böyle olunca, Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Araplar, diğer unsurlar ya da Sünnîler, Alevîler... adına herkes ne tutturabilirse, kafadan bir sayı ortaya atıyor ve sonuçta hepsinin toplamının Türkiye nüfusunu kat kat aştığı çok garip, uçuk ve abartılı rakamlar ortaya çıkabiliyor. Bunu ifade ettikten sonra, sözü, Kürt kavmiyetçiliği üzerinden siyaset yapan 12 Eylül ürünü partinin aldığı oy miktarına getirecek olursak: Bir defa rakamlar, Kürt nüfusuyla ilgili olarak yapılan en mütevazi tahminlerin dahi çok gerisinde. Yani, Kürtçülük yapıyor, ama Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun oy desteğini alamıyor. Aynı durum, söylem ve eylemleriyle kendisini hapsettiği ve ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bölge için de geçerli. Bölge halkının tamamının veya kahir ekseriyetinin oylarını alabilmiş değil. Bu yüzden, söz konusu parti hakkında kimse “Kürtlerin temsilcisi” iddiasında bulunamıyor. Siyasetini Kürtçülük üzerine bina ettiği halde. Demek ki, Kürt nüfusun büyük çoğunluğu, ırkçı yaklaşımı tasvip etmiyor. “Kürt siyaseti” adı altında ortaya çıkan ve pek sesleri duyulmayan diğer oluşumlara itibar etmeyişi de bu sebepten. Peki, PKK bağlantılı DTP gibi bir partinin aradan sıyrılıp, zayıf bir destekle de olsa öne çıkması niye? Bunun altında ne gibi sebepler olabilir? Öncelikle, yıllardır devlet adına uygulanan ve PKK’yı da, onunla irtibatlı sair yapılanmaları da ortaya çıkarıp besleyen yanlış ve haksız politikaların yol açtığı tepki birikimi, böyle bir sonucu doğuran en önemli etkenlerin başında geliyor. PKK gibi bir terör örgütünün öyle veya böyle bir toplumsal taban bulmasının altında bu var. DTP türü partilerin aldığı oy desteği, bir ölçüde bu tabana dayanıyor. Ama tek başına bu tabanın, söz konusu partiyi parlamentoda temsil gücüne eriştirip, bölgede çok sayıda belediyeyi kazandıracak çapta olduğunu söylemek de zor. İşte orada, bu çekirdek tabanı, gerçekte olduğundan çok daha fazla genişleterek büyük gösteren tepki oyları devreye giriyor. Devlet adına ısrarla sürdürülen yanlışlara, DTP türü partileri hedef alıp, hiç yoktan “mağdur” pozisyonuna düşüren yenilerinin eklenmesi, haddizatında bu partileri tasvip etmeyen bazılarını, sırf tepki olsun diye, inadına onlara oy vermeye yöneltiyor. Oysa o dayatmalar, uğraşmalar, taciz ve takipler, kapatma dâvâları olmasa, olay kendi haline bırakılsa, tepki oyları bu seviyeye hiç ulaşamaz. Ve demokratik süreç, Türkiye siyasetinin gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen bu tür sun’î ve güdümlü partileri kendiliğinden tasfiye eder. Nitekim çok uzak olmayan bir tarihte DTP tarafından tertiplenen bir yürüyüş eylemine katılım o kadar zayıf ve yetersiz olmuştu ki, parti yöneticileri tedirgin olmuş, hayal kırıklıklarını açıkça dile getirmekten kendilerini alamamışlardı. Esasen yeni mağduriyetler üreten baskı ve dayatmalar kalksa, etnik kimliğe dayalı hassasiyetleri kaşıyan tahrikler son bulsa, normalleşme süreci rayına girebilse, PKK’yı da, DTP türü partileri de besleyen zemin tedricen ortadan kalkar. Zira normalleşme ortamında, şimdi en önemli mesele olarak görülen ideolojik yaklaşımların, kimlik siyasetlerinin ve bunlara dayalı kısır tartışmaların reel hayatta hiçbir karşılığı olmadığı ve hiçbir sorunu çözmediği görülür ve anlaşılır. Hukukun, hak ve özgürlüklerin, demokrasinin önemi en çok bu noktada kendisini gösteriyor. Bu, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce ifade ettiği ve geçerliliğini hep koruyan “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözündeki gerçeğin gereğiyle de yakından ilgili. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İzmir notları |
Hafta sonunu Türkiye’nin üçüncü büyük ili İzmir’de geçirmek nasip oldu. Daha önce çeşitli vesilelerle İzmir’e kısa süren seyahatlerimiz olmuştu, ama gündüz gözüyle şehri gezmek ancak bu defa mümkün olabildi. İzmir ile ilgili çok çeşitli tarifler ve tanımlamalar yapıldığını duymuşsunuzdur. Maksadımız o tartışmalara girmek değil. Ancak Türkiye’nin üçüncü büyük ilinin ‘gecekondular’ca istilâ edildiğini söylemek her halde haksızlık olmaz. Şehri bir baştan bir başa kat ederken, artık İstanbul’da bile görmeye alışık olmadığınız ‘teneke ev’lerle karşılaşmanız mümkün. İzmir, şehir içi ulaşım noktasında da problemlerini halledebilmiş değil. Elbette bir uçtan bir uca gitmek İstanbul’daki gibi işkenceye dönüşmüyor, ama İstanbul’a nisbetle daha mütevazı bir şehir olmasına rağmen bu konudaki sıkıntılar aşılabilmiş değil. Daha önceki ziyaretlerimiz esnasında gazetemizin İzmir Temsilciliğini ziyaret etme imkânı bulamamıştık. Bu defa hem temsilciliğimizi, hem de yayınlarımızın satıldığı kitabevini ziyaret edip, ağabeylerimizle sohbet etme imkânı bulduk. Gerek satış ve gerekse tanıtım noktasında İzmirli ağabeylerimizi heyecanlı gördük. Yeni teklif ve tavsiyelerin yanında, yapılması gereken çalışmalarla ilgili dikkat çekici değerlendirmeler yaptıklarına da şahit olduk. Bir vesile ile Torbalı’ya da uğradık ve burasının İzmir’in en çok göç alan ilçesi olduğu bilgisiyle karşılaştık. İlçede çok sayıda sanayi tesisi, işsizlerin bu ilçeyi tercih etmesine sebep oluyormuş. Sohbet ettiğimiz bir esnaf ağabeyimiz, ilçenin ticaret ve sanayi odasının ‘çok zengin’ oduğundan bahisle, bu durumu izah etmeye çalıştı... İzmir, diğer büyük şehirler gibi; eskiden beri göç alan bir ilimiz. Türkiye’nin her yerinden İzmir’e göç eden aileler var. Son yıllarda daha çok Güneydoğu’dan aileler göçerek İzmir’e gelirken, 1950 öncesi Rize’den göç edip İzmir’e yerleşen ailelerle de tanıştık. Şehri gezerken, Buca’da bir dağ oyularak yapılan, 42 metre yüksekliğiyle Türkiye’nin en büyük ve dünyanın ise 10’uncu sıradaki büyüklüğe sahip olduğu belirtilen “rölyef”i (M. Kemal maskı) gördük. 3 yılda tamamlandığı açıklanan rölyef için harcanan 4 milyon TL (çok sıfırlı TL ile 4 trilyon) için ise vâhlandık. Bu rölyefin, dönemin AKP’li belediye başkanı tarafından yaptırılmış olduğunu, 12 Eylül 2009’daki açılışta konuşan CHP’li (yeni) belediye başkanının bile “Ben olsam yaptırmazdım, 4 milyon TL’yi okul, yurt yapımına harcardım” dediğini de hatırlayalım... İzmir ziyaretimiz esnasında karşılaştığımız başka hadiseler de oldu. Kitabevinde otururken bir bayan geldi ve çocuk kitabı istediğini söyledi. Görevli arkadaş da eldeki mevcut kitapları tanıtmaya başladı. Çocuğu için kitap arayan hanım, bir kitap setini eline alıp; “Bunun gibi olsun, ama dinî muhtevâlı olmasın” dedi. “Laiklik propagandasının etkisinde kalmış herhalde” diye düşündük. İzmir’de faaliyet gösteren bir özel üniversite de “laiklik propagandası etkisinde” kalanlar arasına girmiş. Anlatıldığına göre, Ramazan ayı başlayınca bu üniversitenin her katına seyyar büfeler, su sebilleri ve kahve makinaları kurulmuş. Oruç yemek isteyenler zahmet çekmesin diye. Ramazan’dan sonra da kaldırılmış. İtiraz edenlere de “Biz bu şekilde laik bir üniversite olduğumuzu deklare ettik” denilmiş... Bu hadiseler “laiklik rüzgârı”nın İzmir’de daha şiddetle estirilmeye çalışıldığını akla getiriyor. Ama inşallah “Nur kahramanları”nın ihlâslı gayretleri, bu rüzgârları tesirsiz kılacak ve ters yüz edecek. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kaçak göçmenleri geri almayı kabul etmek bir başarı mı? |
Avrupa Birliği, Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlama vaadiyle, Türkiye üzerinden AB ülkelerine girdiği iddia edilen kaçak göçmenleri geri kabul ettirmek için uğraşıyor. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Türkiye’nin geri kabul anlaşmasını imzalamaya hazır olduğunu söylüyor. Bunu da bir başarı gibi gösteriyor. Halbuki bu anlaşmanın muhtemel sonuçları kaygı verici. Zira Türkiye Bilimler Akademisi’nin araştırmasına göre Türkiye’de her yıl 100 bin kaçak göçmen yakalanıyor; bir o kadarının da yakalanamadığı tahmin ediliyor. Yalnızca geçen yıl Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen 68 bin kaçak göçmen yakalandı. 18.000 sığınmacı ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilme umuduyla Türkiye’de bekliyor. Böyle bir durumda imzalanacak anlaşma; Türkiye üzerinden geldiği belirlenen bütün kaçak göçmenlerin Türkiye’ye iadesini sağlayacak. AB, binlerce iade edilmiş kaçak göçmenin giderini paylaşacağını söylüyor; ama bu insanların Türkiye’nin başına açacağı tek sorun yedirilip içirilip barındırılmalarından ibaret değil. Gidin Kumkapı’daki yabancılar misafirhanesine bir bakın. Beş yüzün üstünde kaçak göçmen orada bekliyor. Önemli bir kısmı bütün resmî belgelerini yok ettiği ve bilgi vermediği için hangi ülkeye gönderilecekleri bilinmediğinden uzun süredir orada. Bir kısmı çeşitli şekillerde bakıma muhtaç hale gelmiş; Türk polisi zor şartlarda onlara bakıyor. Önemli bir kısmı suça karışmış. Bu kadarına bakamazken, on binlercesinin bu sayıya ilâve edilmesini kabul etmek, çok mantıklı bir tedbir gibi görünmüyor. Avrupa Birliği, bir yandan Türkiye’nin üyeliğinin önüne bir sürü engel çıkarıp, bir çok başlığı askıya almışken, öbür taraftan da Gümrük Birliği Anlaşması ve bu örnekte görüldüğü gibi Türkiye’nin sırtına yeni yükler yüklemeye hazırlanıyor. Hem de bu anlaşmayı imzalaması için Türkiye’ye baskı yaparken, güvensizliklerini de ortaya koyan bir ifadeyle; “Bu göçmenleri kabul anlaşmasını imzaladığınızda, vize kolaylıklarını müzakere edebiliriz” diyorlar. Türkiye’nin anlaşmadan doğan serbest dolaşım hakkını tanımayan, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararını bile, konu Türkler olunca uygulamayan Avrupa ülkeleri, şimdi bu vaatle başımıza yeni işler açmayı planlıyorlar. Elbette sınırlarını sağlam tutarak, kaçak göçmenlerin ülkesine girmesini önlemek Türkiye’nin görevi. Zaten terör sebebiyle sınır güvenliğini bunca sıkı tutuyor görünen ülkemize, her yıl yüz bin civarında kaçak göçmenin nasıl girdiği de ayrı bir konu. Taşınması gayet zor olan insanı sınırdan sokanlar, uyuşturucu dahil diğer yükte hafif pahada ağır yasadışı maddeleri kolaylıkla sokmazlar mı? Ancak ortada fiilî bir durum var. Bu anlaşmanın imzalanması halinde, Türkiye Afganistan, Pakistan ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya geçme hayaliyle gelmiş on binlerce kişiye bakmak zorunda kalacak. Kaldı ki; aramızda iade anlaşması bulunmayan ülkeler, kendi vatandaşlarının iadesini dahi kabul etmiyorlar. Ama bu anlaşmayla Türkiye “devletsiz” ve “bir başka ülkenin vatandaşı” olan kişileri de kabul etmemizi şart koşuyor. Bu yüzden Başmüzakereci Bağış’ın gelecek ay sonuna kadar geri kabul anlaşmasını imzalayacağımızı ilân etmesi bizi kaygılandırdı. Umarız karar mercileri bu anlaşmanın doğuracağı sonuçları iyi hesap etmişlerdir. Yoksa kısa süre içinde, içinden çıkılması imkânsız bir kaçak göçmen sorununun içinde bulabiliriz kendimizi. Umarız vize kolaylığı umuduyla bir filden kurtulmak isterken, iki fille geriye dönmeyiz. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Bilmek, ne güzel nimet |
Rabbimiz’in Kitabında: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur” deniyor.1 Demek, bilmek Mevlâmız’ın ihsanı! Elden geldiği kadar öğrenmeye gayret etmek her insanın görevi. Çünkü imanı bile, “Cenâb-ı Hak, kulunun kalbine, o kul cüz’î iradesini sarfettikten sonra koyuyor.”2 Öyle olunca: Cahil olmak Müslüman’a yakışmaz. Öğrenmenin zamanı, zemini, makamı, mekânı; yaşı, başı olmuyor. Yeter ki öğrenmek maksadıyla, açık tut solungaçları. Bugün birçok eğitim materyali, birçok kurum-kuruluş hazır hâlde duruyor; bizlere “buyur” diyor. Kitaplar, dergiler, CD’ler; eğitim veren filmler hizmete sunuluyor. İlgisizlik aklın kârı değil ki. Âyet-i Kerime’de: “İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir”3 buyruluyor. “Yüz çevrilmiş” insanın hâlini sen bir düşün! Bilmeyen, öğrenim göremeyen, okumamış kimseye “cahil” kişi denilir. Bu hâldeki adamı Kur’ân bile yeriyor. Hiç başka çaresi yok: Cinsiyet gözetmeden cehalet yenilecek. Çünkü bizi Yaratan, “Oku!”4 emri veriyor. Cahilliğe düşüp de, “cahil” kalmak olur mu? Ruhun gılafı bedenden ilel-ebed mes’ulüz. Doğru yola götürmek, çalışıp “adam” etmek zimmetli görevimiz. Âhirette bunun da sorulacak hesabı. Ebu’d-Derda’nın (ra) rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (asm): “Ey Uveymir! Kıyâmet günü sana ‘Âlim miydin, cahil miydin?’ diye sorulduğunda hâlin ne olacak? Eğer ‘Âlimdim’ dersen sana, ‘Bildiğinle ne amel yaptın?’ diye sorulacak. ‘Cahildim’ dersen ‘Cahil kalmana mazeretin neydi? Neden ilim öğrenmedin?’ diye sorulacak”5 buyurmaktadır. “Cehl” ile “cehalet” lügatta aynı mânâ. Yalnız, arasındaki fark: “Cehl” kişinin inanç, söz ve davranışıyla ilgili bilgisizliği; “cehalet”de, dışta kalan durumlar. Meselâ: Bir kimsenin, namaz kılarken konuşmanın namazı bozacağını bilmemesi cehl; satın aldığı eşyanın ne işe yaradığını bilmemesi ise, cehalettir. Dinde de, dünyada da ilerlemek, gelişmek; ilimde, bilimde, marifette, san’atta yani, cahil olmamakta “hedef” koymak gerekir. Cehaleti içtimâî hayatın düşmanı olarak gören Bediüzzaman: “Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” 6 yorumuyla, bunların, toplumumuzdan mutlaka uzaklaştırılması gerektiğinin altını çiziyor. Öyle ya! Sınâî, ticârî her türlü iktisâdî kalkınmanın yolu bilgiden, ilgiden, iradeden geçiyor. Yoksa, “yokluk mertliği bozuyor.” Zayıf düşen topluma kartallar çullanıyor. Eziyor, üzüyor; “nân”e muhtâc ediyor. Arkasından başlıyor kavgalar, gürültüler. Bu, aile ölçeğinde de böyle, ülkeler arası dengelerde de... “Dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun, öyle mi?” 7 Yani herkes ay’a, biz yaya! Akıl alır şey değil. Mü’minin yarınları, dünden farklı olmalı. İlim, bilim, irfanla genç dimağlar dolmalı. Ne dolması? Taşmalı. İnşaallah, hedefe ulaşmalı…
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 32. 2- Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, 44. 3- A’raf Sûresi, 199. 4- Alak Sûresi, 1. 5- Câmiü’s-Sağîr, 4: 1353 (İbni Asakir) 6- Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, 19. 7- Said Nursî, Münâzarât, 87. 24.12.2009 E-Posta: [email protected] |