Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Havz-ı müşterekte erimenin önemi |
Din-i mübîne hizmet etmek ihlâsı kazanmakla; ihlâsı kazanmak da yaptığımız ve yapacağımız bütün hizmetlerimizi ve ibadetlerimizi başka hiçbir beklentiye girmeden, yalnız ve yalnız lillâh için yapmakla ve ayrıca enaniyetimizden, benliğimizden vazgeçmekle mümkün. Kendimizi mânâ-yı ismiyle değil; mânâ-yı harfiyle tanımlayarak, yani kendimizi müstakil, yalnız başına değil; bir ismi vücuda getiren harfler olarak görmekle ancak benliğimizi terk etmiş oluruz. Bediüzzaman’ın, “‘Ben’ demeyiniz, ‘biz’ deyiniz” şeklinde tavsiye ettiği durum bu olsa gerek. Yoksa her defasında bir takım özelliklerimizi, kabiliyetlerimizi öne çıkararak, “Ben yaptım, ben ettim” gibi enâniyeti ve benliği kabartan ifadelerle nazar-ı dikkatleri kendimize yöneltmek, “biz” havuzunda erimeyi engelleyen hallerdir. Ki böyle bir davranışla ihlâsı muhafaza etmek ve dîn-i mübîne bihakkın hizmette bulunmak mümkün değil. O halde bu zamanda Kur’ân’a hizmet yolunda mevkimiz, makamımız, bilgimiz, tecrübemiz ne olursa olsun, bütün zerrâtımızla benliğimizden vazgeçip, “biz” olma şuuru ile hareket ederek, ihlâs düsturlarını göz önünde bulundurarak, ihlâsı rencide edecek hâl ve tavırlardan şiddetle kaçınarak ancak hizmet-i Kur’âniyede bulunabiliriz. Bütün mesele “biz” havuzunun mahiyetini ve önemini kavramaktan geçiyor. Tam bir ihlâsı kazanabilmenin en kısa, en selâmetli yolunun da, her şeyimizi cemaatin ortak malı olan “biz” havuzuna atıp eritmekten geçtiğini derk etmemiz lâzım. Bir taraftan da ferdî hizmetlerin, şahsî gayretlerin semerelerinin sınırlı olduğunu, etkili ve kalıcı bir hizmet tarzı olmadığını, böyle hizmetlerin bir gün gelip akamete uğrayabileceğini düşünüp, cemaatle hizmet tarzının her halükârda daha etkili, daha uzun ömürlü, daha sağlam olduğunu hesaba katarak, cemaatle beraber ifâ-i hizmette bulunmanın en doğru bir yol olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu meyanda bizim için en doğru örnek, her yönüyle rehber olarak ittihaz ettiğimiz Bediüzzaman’dır. Onca ilmine, onca gıpta edilecek üstün istidat ve kabiliyetlerine rağmen, o, yüce dâvâsı uğruna hiçbir imtiyaz beklentisine girmeden, bütün benliğini havz-ı müşterekte eriterek, tam bir ihlâsı kazanarak, söz ve davranışlarıyla, hâl ve fiiliyâtıyla nümune-i imtisâl olmanın en güzel örneğini göstermiştir. Bu noktada onun; “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risâle-i Nur ve mu'cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 120) itirafını ve tesbitini iyi okumak lâzım. “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir” (Emirdağ Lâhikası, s. 317) Bediüzzaman’ın burada da vermek istediği mesajı doğru anlamakta fayda var. Yine onun; “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede ders arkadaşınızım... Ben makam sahibi değilim” (Emirdağ Lâhikası, s. 367) itiraf yüklü ifadesinden alacağımız dersler olmalı. Yine onun; “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” (Emirdağ Lâhikası, s. 377) ifadesiyle ihlâsı muhafaza uğruna ortaya koyduğu fedakârlığı iyi okumak lâzım. Netice olarak; kudsî bir dâvâya gönül veren her insanın, baş koyduğu dâvânın selâmeti için, tam bir ihlâsı elde edip muhafaza etmenin elzem olduğunun bilinciyle hareket etmesi ve bunun için de benliğini cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil eden havz-ı müşterekte eritmesi gerekir. 27.12.2009 E-Posta: [email protected] |