Basından Seçmeler |
İSTANBUL SOSYOLOJİ’DE REZALET
PERŞEMBE günü İÜ Sosyoloji’de Oya Baydar’la “Sosyoloji öğrenimi” üzerine bir programa katıldım. Program davetini memnuniyetle kabul ettim. Sosyoloji benim eleştirdiğim bir disiplin olmakla beraber sevdiğim bir alandı. Oya Baydar da benim gibi İÜ Sosyoloji bölümünden mezundu, üstelik ikimiz de uzun yıllar sonra okulumuzda konuşma fırsatını bulacaktık. Oya Baydar’ın binaya gelişi 40, benim 34 sene sonra oluyordu. Program fakülte binasının hemen yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ni kullanan “Avrasya Enstitüsü”nde oldu. Ben binaya 20 dakika kala vardım. Enstitü müdürü beni ağırladı. Havadan sudan sohbet ederken, konu her nasılsa “başörtüsü yasağı”na geldi. Birilerinin neredeyse “çarşaf türü bir giysi” ile fakülteye girmek istediğini, kendisini “ikna edip” binaya sokmadıklarını anlattı. Ben olayın dersle ilgili olduğunu sandım. Biraz sonra Oya Baydar da geldi. Üzgündü. Neyse programa katıldık, salon küçüktü, ama doluydu. Gayet güzel, yararlı bir program oldu. Akşam evden beni bir genç aradı ve iki genç kızımızın, başörtüleri dolayısıyla programa alınmadıklarını söyledi. O zaman konuşulanların bizim program öncesinde yaşandığını anladım. Mağdur iki genç kız olayı şöyle anlatıyor: “Programın olacağı binaya geldik. Aradan bir dakika geçmeden bir bey gelip, ‘Arkadaşlar başörtünüzü çıkartıyorsunuz, burada böyle oturamazsınız!’ dedi. Arkadaşımla birbirimize baktık, kaldık. Nasıl yani!? Oturduğum yerden kalkıp beyefendinin yanına gittim. ‘Pardon anlayamadım, siz ne demek istiyorsunuz?’ dedim. Cevaben, ‘İçeride medya mensupları var, burada böyle oturamazsınız, başörtünüzü çıkartın!’ dedi. ‘Burası medrese değil mi beyefendi, siz hangi hakka dayanarak bunu isteyebilirsiniz?’ dedik.” “İnternet üzerinden programın duyurusunu yapan öğrenci arkadaş geldi ve özür dileyerek, duyuruyu yaparken buranın üniversiteye bağlı olduğunu belirtmeyi unuttuğunu ifade etti. ‘Ben bu okulun öğrencisi değilim, buraya ders almaya da gelmedim, seminer için geldim, seminerde böyle bir yasak olmasının mantalitesi nedir?’ dediysem de, ‘Başınızı açmak zorundasınız!’ dendi.” “Bizi uyarırlarken kendilerince, uğradığımız hakaretten şahsımızı ayrı tutmaya çalışıyorlardı... Başörtüsünü bir kenara bıraktığımız takdirde, bizim de toplumdaki diğer “normal” insanlardan olacağımızı, herkes gibi orada bir seminere katılabileceğimizi söylemeye çalışırlarken, aslında bize resmen ikinci sınıf insan muamelesinde bulunduklarını itiraf ediyorlardı.” “Sayın Oya Baydar, bizi gözü yaşlı halde gördü. Yanımıza kadar gelerek ne olduğunu sordu. Programa başörtülü olduğumuzdan dolayı katılamayacağımızı söylediğimizde bizi teselli etmeye çalıştı. Müdür diye bahsettikleri biri odadan çıktı ve ‘Oya Hanım, lütfen içeriye girin!’ dedi, Oya Hanım gitti. Müdür dedikleri kişi bizim için de; ‘Arkadaşları odaya alın, çay ikram edin, konuşacağız.’ dedi. Bir odaya geçtik. Müdür, bölümlerimizi, okullarımızı sordu. Bir yandan beni sakinleştirmeye çabalayıp duran birine, sakin olamayacağımı, sesim hafif titrek ve biraz da yüksek vaziyette söylediğimde, müdür bey ‘Çıkartın bunu!’ diye emir verdi.” “Bizi zihinlerinde nereye yerleştirdikleri malum. Ama herkes anlayacak ki; okullardan, toplumdan, hayattan dışlamaya çalıştıkları, kendileri gibi olmadıktan sonra var olma hakkı tanımadıkları ‘bu’ insanlar asla onlar gibi olmayacaklar!” Açıkçası çok üzüldüm, eğer olaya vakıf olsaydım, programa katılmazdım. Mezun olduğum fakülte de olsa, bu zihniyetin sürdüğü bir yerde benim işim olamazdı. Sosyoloji!. Sorgulayan, eleştiren, toplumsal olayları, değişimi anlamaya ve geleceğe işaret eden bir bilimin okutulduğu bir mekânda yasağa bu sadakat çok öğretici. “28 Şubat türü” bir “ikna odası”na alınan iki genç kızımızın yerinde olsaydım, bu kanun adamlarına “Siz neden şapka takmıyorsunuz? Kanun yürürlükte!” diye sorardım. Onlar şapka takmadıkça ben oradan çıkmazdım. Fransa’da kadınların pantolon giymesi hâlâ kanunen yasak.
Ali Bulaç, Zaman, 26 Aralık 2009 |
27.12.2009 |
Geri dönüşü mümkün olmayan nokta geçildi...
NE yazık ki gerçek dünyaya televizyon kanallarını izlediğimiz gibi bakamayız. Televizyon ekranında yansıtılan görüntüler veya haberlerde anlatılanlar hoşumuza gitmediği zaman uzaktan kumanda aygıtı ile başka kanala geçebiliriz. Bu da yetmezse düğmeye basıp kapatırız televizyonu. “Being There” filminde Peter Sellers’in oynadığı bahçıvanı (Chance the Gardener) hatırlıyor musunuz? Doğduğundan beri evden çıkmayan ve dünyayı televizyondan izleyen Bahçıvan, 40 yaşında ilk kez New York caddelerine çıktığında kendisini tehdit eden siyah derilileri elindeki uzaktan kumanda aygıtı ile yok etmeye çalışmamış mıydı? Bugünün Türkiye’sindeki siyasal ve sosyal çalkantıları yansıtan olayları izlerken, uzaktan kumanda aygıtı ile başka kanala kaçıp bu olayları görmezden gelmek mümkün değil. Çünkü bunlar gerçek dünyamızda varlar. Einstein fizikçi meslektaşlarına “Gerçekler teoriyi doğrulamadıkları zaman gerçekleri değiştirin” diye öğüt verirmiş. Bu fizik olaylarını incelerken mümkün olabilir. Isı veya basınç gibi gerçekleri değiştirip, teorinizi doğrulayabilirsiniz belki.
Gerçekler ve teoriler Ama sosyo-politik gerçekler görmezden gelinseler bile varlıklarını da etkilerini de sürdürürler. Bu gerçekleri doğru anlarsanız bunları da, bunların üzerine bina edilen teorileri de değiştirebilirsiniz. Türkiye’nin çoğulcu demokrasiye geçiş sürecinde bazı gerçekler ne kadar değişseler de, adına “Rejim” denilen “Otoriter Devlet Teorisi” değiştirilemedi. Bu iki zıt olgunun yani “Çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi” ile “Otoriter devlet” temsilcilerinin birbirleri ile çatışmaları sonucunda, sivil siyaset de, üniformalı ve üniformasız bürokrasi de zaman zaman hukuk dışına itildiler. İçinde bulunduğumuz dönem bu çatışmanın zirveye tırmandığı gelişmelere sahne olmakta. Kendilerini “Cumhuriyet Muhafızları” olarak gören kesimler “Devlet” yönetiminin seçilmiş siyasetçilerin eline geçmemesi için her türlü yöntemi mubah gören söylemlerin ve hatta eylemlerin sahipleri konumundalar. Daha doğrusu görüntü böyle. “Gerçek”in bir yanı da böyle...
Uyumsuzluk gerçeği Ama bir başka gerçek de, bu anlayışın çoğulcu ve özgürlükçü anayasal demokrasi rejimi ile birlikte var olmasının imkânsızlığını vurguluyor. Yakın geçmişe kadar demokrasi ile askeri darbelerin birbirleri ile nöbetleşe iktidarı devralarak devam edebilecekleri bile kabul ediliyordu. Ama artık bu da mümkün değil. “Yeni gerçekler” ortada ve bunlar eskilere göre çok farklı. Üstelik eskiden de var olan ama görmezden gelinebilen ek gerçekler de, şimdi tüm etkileri ile sosyo-politik sürece olumlu ve olumsuz katkılarını yapmaktalar. Kısacası iç dinamikler de dış konjonktür de değişti. Şimdi “Devlet teorisi”nin de yeni bir anlayış ve yeni bir anayasa ile değiştirilip gerçeklere uyarlanmasının zamanıdır.
Akıl ile ihtirasın zıtlaşması Saddam Irak’ındaki gibi bir “Baas” modelinin de, Tayland’daki gibi “Askeri demokrasi” modelinin de bu ülkede uygulanmaya çalışılması, onarılması imkansız siyasal felaketlere yol açabilir. Bir başka deyişle Türk siyaset yaşamının topyekün demokratikleşmesi yolunda “Dönüşü olmayan nokta” geçilmiş durumda. Ortak aklın ve yurtseverliğin gereği, bu sürecin yansımalarının kısır bir iktidar kavgası biçiminde değil çağdaş uygarlıkla uyum yolunda yenilenme arayışları olarak değerlendirilmesidir. Akıllarının boyu ihtiraslarında daha kısa olan ve hem yurt hem de dünya gerçeklerini algılama kabiliyetleri sıfır düzeyinde bulunan siyasetçilerin ve generallerin, yakın dönemlerde Yugoslavya’yı ve Irak’ı hangi noktalara götürdüklerini hiç unutmamalıyız.
Mehmet Barlas, Sabah, 26 Aralık 2009 |
27.12.2009 |
Yönetememe hali...
PARLAMENTODA 340 kişilik mutlak bir çoğunluk meydandayken böyle bir cümle yazmayı hayal dahi edemezdim: Türkiye yeniden ‘yönetemeyen demokrasi’ durumuyla karşı karşıya. Geçmişte bu tabiri, biraz da Süleyman Demirel’den apartma olarak, çok kullanırdık, çünkü o zamanlar koalisyon zamanlarıydı ve demokrasinin yönetememesi neredeyse kural gibiydi. Kurumlar zaten başına buyruk davranırdı. Askerin burnundan kıl alamazdınız. Yargıyla konuşamazdınız bile. Polis başka bir âlem olurdu. Ama bu görünür düzensizlikleri mazur gösteren bir ortam da olurdu: Koalisyon hükümeti çok kırılgandı, yüksek bürokratlar siyasi yakınlıklarına göre belirleniyordu vs. 90’lı yılların ve 2002’ye kadar olan zamanın kâbusu buydu: Yönetemeyen demokrasi. Nitekim, siyasiler bu yönetememe sorununu kendiliklerinden çözemeyince 2002’de seçmen kökten bir çözümü benimsedi, Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidar, son dönemde Meclis dışında kalan Cumhuriyet Halk Partisi de tek başına muhalefet oldu, geri kalan herkes parlamento dışında kaldı. 2002 sonundan beri Türkiye bir tek parti iktidarı tarafından yönetiliyor. İlk dönemlerde kötü de yönetilmedi. Ayrıca bu tek parti iktidarı kendi iktidarını sınırlamak isteyen veya eski dönemin alışkanlıklarını sürdürmek isteyen pek çok bürokratik ve fikri engelle de karşılaştı, hâlâ karşılaşmaya devam ediyor. Ama iktidar Türkiye’yi yönetme kapasitesinden şüpheye düşülmesine yol açacak durumlarla bir an bile karşılaşmadı. Ta ki son haftalara kadar. Son haftaların önemi şurada: İktidar ansızın bocalamaya, kararsızlıklar sergilemeye ve açıkçası yönetememeye başladı. Bu son haftalara bir günde gelinmedi elbet. İktidarla ilgili bütün gelişmeler bir süreç içinde, çoğu zaman da birbirinden bağımsız kanallarda ilerleyen süreçler olarak gelişti. Örneğin ‘Kürt açılımı.’ Bu kendi başına bir süreç zaten. İktidar, şu ana kadar somut anlamda bir RTÜK yönetmeliği dışında hiçbir şey yapmadı aslında, sadece konuştu. Konuşmak da çok faydalı. Çünkü Ak Parti’nin en önce kendi taraftar kitlesini açılımın gerekliliğine inandırması, ikna etmesi gerekiyor. Ama Abdullah Öcalan’ın kendi gücünü kanıtlamak için sokakları harekete geçirmesi sonrası iktidar birden bocalamaya başladı, girdiği yolda kendilerini ilerletecek hiçbir şey söyleyemez oldu, açıkçası sözünün önemi de birden kayboldu. Aynı şey, Erzurum-Erzincan’daki bir adli soruşturma nedeniyle önce MİT’in, sonra Genelkurmay’ın sesini yükseltip kurumlararası çatışma izlenimi vermesinde de gerçekleşti. Hükümet burada da arada kaldı. Başka unsurlar da var başka ayrıntılar da. (...) Bütün bunların toplamında ortaya çıkan görüntü, Ankara’da bir kaosun yaşanmakta olduğu, hükümetin açtığı hiçbir kapıyı kapatamamakta olması ve iktidarın kullanılamıyor hale gelmesi... Belki abartılı bir sözdür ‘yönetemeyen demokrasi.’ Hele hele bugün için iyice abartılı. Ama benim bugünkü gözlemim bu.
İsmet Berkan, Radikal, 26 Aralık 2009 |
27.12.2009 |
Ben iyimserim, başaracağız!
BİZDE yurttaş nasıl biridir? Yurttaş “devlet okulu”nda bir öğrencidir! Başından öyle kurgulanmış, öyle tasarlanmış! Milli Eğitim, Diyanet, Askerlik, Maliye, Emniyet... Hepsi de eli sopalı hocalar... Öğrettikçe öğretiyorlar: “Onu yapma bunu yap, öyle düşünme böyle düşün, ona inanma buna inan!” Önemli olan makbul yurttaş olmak! Devlete göre makbul tabii! Bunun bir tarifi yapılmış, ölçüsü çıkartılmış, ideolojisi oluşturulmuş. O yüzden yurttaşın bitmez tükenmez ödevleri var. Çalış çalış bitmiyor. Törenleri var, katıl katıl, sonu gelmiyor. Yurttaşız, öğrenciyiz ya... Bize hep “okulunu sev” deniyor. Tamam da... “Okul” öğrenciyi seviyor mu peki? İşte orası kuşkulu! Yurdumuz anamız... Devletimiz babamız... Böyle kavramışız! Böyle inanmışız! Madem öyle ... Neden bu kadar kimsesiz hissediyoruz kendimizi? Neden bir yanımız hep öksüz, hep yetim? Demek ki, olmamış bir şey var! Ta başından beri eksik kalmış, eğri durmuş bir şey! Bugün Türkiye’nin gelip dayandığı nokta işte tam burasıdır! Ya milletle devlet sonunda şefkatle kucaklaşacak... Ya devlet kul köle yaratan değil, yurttaşına hizmet eden bir örgüte dönüşecek... Ya Sünnisi, Alevisi, Türk’ü, Kürt’ü bir olup bu yurdu ayırmadan, bölmeden sahipleneceğiz... Ya da... Ya da’sı yok! Bu “dar kapı”dan geçilecek. Kaos ortamı yaratmaya çalışanlara, kaos ortamından beslenenlere rağmen Türkiye bunu başaracak.
Haşmet Babaoğlu, Sabah, 26 Aralık 2009 |
27.12.2009 |