Selim GÜNDÜZALP |
|
Bir yaprak tutar eğler beni |
Yolda bir yaprak tutar eğler beni. Sen geçmene bak ey güzel bulut. İstersen bizi yerde unut. Sen geçmene bak ey güzel bulut. Geçip gitmene bak... Ben yerde bir küçük insancık... İşinde, telâşında. Aklı bir karış havada ve karınca misâl, ezildi ezilecek ayakaltında. Rızık bulmanın ve taşımanın telâşında. Sen geçmene bak, gitmene bak ey güzel gün, ey güzel bulut. İstersen bizi yerde unut. Şükür, bir unutmayanımız var, şükür... Sen, ey güzel zaman! Geçme, kal, dursun bu güzel an... Bir bu an hayattan hatırladığım, bir böyle güzel an kalsın isterim. Küçük karelerin, anların toplamıdır hayat. *** Bir an tutar eğler beni. Rahmetli Dr. Haluk Nurbaki Hocamızı ebedî âleme uğurladığımız gündü. Rahmetli babacığının mezarının yanına defnettiğimiz gün. O günden aklımda kalan pek çok şey var ama ille de biri. Mezarlığın içindeki patika yolda ilerlerken bir kaplumbağa ile karşılaşmamızı unutamam. İşte o an, her şeyi sarıp sarmaladı, o günü unutulmazlar arasına kattı. Yolda bir kaplumbağa tutar eğler beni… Vaktini bilseydik güzelliklerin ne zaman içimize doğacağının, hangi an kapımızı çalacağının, tetikte beklerdik. Ama yok… İstediğimiz zaman değil, Allah gönderdiği zaman gelir onlar. Uzakta da değiller. Yeter ki kalbimiz, o güzellikleri gösterebilecek sâfilikte olsun. Ve öyle gümbür gümbür gelir ki, gidişi de gelişi gibidir. Yıllar önce başlığı dikkatimi çeken bir şiir kitabı görmüştüm: ‘Sessiz Gürültü’. Hayat da işte böyle. Hiç beklemediğiniz bir anda, elinize kalemi almak istemediğiniz bir sırada, bir hatıra şimşek hızıyla alır götürür sizi, çocukluğunuzun ya da gençliğinizin bir yerinde kuru yaprak gibi bırakıverir işte… Bir hatıra tutar eğler beni… *** Lütfi Amca, nur bir dedeydi. Orhan Camii’nin avlusunda abdest alırken bir gün, elini yanı başındaki delikanlıya uzatıp, “Bak, anne babanın kıymetini bil, sözünden çıkma. Orda hesaba çekerler ha… Orda hesaba çekerler ha…” Bir yandan paçalarını, kollarını sıvıyor, bir yandan da bunları söylüyordu yanı başımızdaki genç hafız kardeşimize. Ehl-i kalp bir insandı. Bu gencin hâfız olduğunu bir bakışta anlamıştı. “Sen hâfız mısın?” diye sorduğunda, “Nerden anladın?” demek bile abesti. “Yüzünden belli oluyor.” diye tamamlamıştı sözlerini. Sizin göremediğiniz nice şeyler var. Onları da gören gözler var. Lütfü Amca gözündeki kalp ile bakan adamlardan biriydi işte. Hatta bir gün: “Babam…” dedi ve kaldı orada Lütfi Amca. “Babaaa, babaaaa, babaaaaa…” diye inledi. Kim bilir yüreğini nasıl yakan bir hatıraydı bu. Yıllar önce rahmetli olmuş babasıyla cami avlusunun çeşmesinde baş başa konuşuyordu sanki. Sular kesildi, sanki çeşmeler akmadı. Lütfi Amca o an, gözyaşıyla abdest aldı. Gönlümü bir garip eyledi. İşte böyledir hayat. Bir nur dede tutar eğler beni… Bazen bir söz tutar eğler… Ama öz bir söz ‘Bismillah’ gibi… Bekletir kapısında bizi. Bir kalp çeker içine hepimizi. Arada sevgi varsa, anlaşmak kolay, anlamak ve anlatmak da kolay. Kalp yitirmemişse gençliğini, isterse seksen değil, iki seksen olsa vücut yaşı fark etmez. Seven kalp ihtiyarlamaz. Seven gönül ölmez. Ölse bile sevgiyle dirilir. Abayı yaktıran da, bacayı tüttüren de sevgidir hep. Her ihtiyaç biter, kalbin muhabbet ihtiyacı bitmez. Rabbinden uzaksa bir kalp, süt gibi kesilir, bir işe yaramaz. Gerçek hayat kalbin hayatıdır, kalpteki sevginin hayatıdır. Allah nasıl bir sevgi koymuşsa kalbimize, her duygu bir yol arar O’na varmak için, Allah’a ulaşmak için. Kalbin sevgi dolu bir anı, bir günü, belki bir ömrü kurtarıyor. Allah için sevenin ömrü, uzun oluyor, hayatı da güzel oluyor. Allah için oldu mu, ne güzel değil ki? İşte böyle bir sevgi tutar eğler beni… Kalbinden sevgiyi ve inancı kapı dışarı etmeye çalışan biri konuşuyordu bir gün. “Ben de bir insan yapacağım, yaratacağım” dedi. “Nasıl yapacaksın bunu?” “Bir parça toprak alacağım, öyle” dedi. İçimizden biri cevabı yetiştirdi: “Allah’ın toprağını bırak, insanı yaratmadan önce hiç yoktan bir toprak yarat kendine” dedi. Bir güzel cevap tutar, eğler beni… Bir yaprak, bir çiçek, bir mâsum çocuk yüzü, bir masmavi gökyüzü, billur bir su sesi yeter bizi eğlemeye, yeter gönlümüzü Allah’a götürmeye… Ah, kalbimizle Rabbimiz arasına eşkıyalar girmese… Yol kesen, kalp kesen, Allah’la irtibatımızı kesen yaban eller girmese... Dalda açan bir çiçek tutar eğler beni. Hani mevsimi de değil ya, nerden, nasıl çıktı? Bir çiçek kış ortasında içimi bahar eyler. Çığlık çığlığa martıların sesi, Cihangir sabahlarından bir sabah… Ve müezzin namaza uyandırır beni. Bir benim zaten yatan, uyuyan. Kâinat her dem ayakta. Zerreden yıldıza her şey huzurda. Ey yatağından çıkamayan yiğit, ey gafletten ayılamayan yiğit, ey uyanamayan dipdiri yiğit! Kulak versene kâinatın zikrine. O “Hayya a’lel Felah” sesine… Kurşun gibi ağır uykulardan kaldırır, uyandırır o ses seni. İşte böyle bir vakit, ki tutar eğler beni. Her vaktin kendine mahsus bir hâli vardır. Belki de şu an, bu yazı tutar eğler beni. Bilemem, sizin gönlünüzü ne eğler... Beni yalınayak, derviş gibi çırılçıplak, başında tek yaprakçığı kalakalmış bir ağaç tutar eğler işte. Geçtiğimiz sabahlardan birinde, dakikalarca seyre daldım gümüş renkli bir kediyi. O kumruların peşinde, kumrular da yerdeki tanelerin. Hedefe bir kilitlenmiş ki sormayın. Yanından geçeni bile fark etmiyor, yerinden bir milim kımıldamıyor. Kumrunun aşkıyla çileden çıkmış garibim. Hedefine vurulmuş, tutulmuş. Bir kediyi tutar, bir rızk eğler. Beni de bu manzara işte… Suları çekilmiş ya da kurumuş havuzlardan bahsetmeyeceğim. Eski dükkânlar, eski evler, eskimeyen sevgilimdirler. Onları da geçin. Mis gibi kokan o fırın önleri var ya, onları da bırakalım. Tek katlı, bahçeli ve neşeli, hele de boyası güzel evler… Onları da. Ağır ağır geçerim önlerinden bu evlerin önlerinden. Saygıyla... Büyüklerin önlerinden geçer gibi. Selâm veririm, selâm alırım. Hanımellerinin altından geçerken başım geriye doğru gider de gider… Onu da anlatmayacağım. Ama birinden bahsetmeden olmayacak. Karı - koca yaşlı iki komşum vardır, onların çalışmalarını izlemek tutar eğler beni. Paraya pula ihtiyaçları yoktur. Çalışmayı ibadet bilmiş pir-i fanilerdir onlar. Hastalık, ihtiyarlık da neymiş… İmanın güneşi vurdu mu bir kere hayata, gölgenin her türlüsü sıvışıp gider. Bisikletimle pedalları ağır ağır çevirip geçerken evlerinin önünden, gayretleri tutar eğler beni. Bazen de ayak üstü sohbete dalarız. Ama onlar durmaz, bir yandan konuşur, bir yandan çalışırlar. Kırmızı biberlerden salça çekmeleri yok mu, kendi tarlalarında yetiştirip çıkardıkları sebzelerden turşular hazırlamaları yok mu… Temizlik ve titizlik bu kadar olur. Teneke kutulardaki o rengârenk sayısız çiçekler ise, o evi ve civarını tarif etmeye yeter de artar bile… Mübarekler, sanki Hızır gibidirler. Ellerini nereye sürseler, yeşertirler. Çiçek gibi tertemizdir evlerinin önleri. Nefesimi saklarım, tam orada çekmek için. Allaaaah… Mis gibi bir hava dolar içime. İkinci nefes az ilerde, o evin bir güzel kardeşinin önünde. İncirlerinin, dutlarının altındadır. Ne güzel sokaklar, ne güzel insanlar, ne güzel dostlar bunlar. Bir de hüzün yanı vardır sokakların… Yıllar yılı su taşıyan çeşmeleri… Mahallenin acı tatlı hatıraları gizlidir taşlığında. O çeşmenin bir gözü, iki gözüme bakıp ağlar. Bazen, “şıp şıp” suları damlar sarı kurnasından. Bizim sokağın çeşmesi, belki de böyle ağlar. Belki de içindeki hatıralar damla damla çağlar. Kaç dedeye, nineye, kaç yolda kalmış kişiye, köpeğe, kediye, Rahman’dan damla damla rahmet sunmuştur hediye… Bizim sokağın çeşmesi akar Allah diye diye… Kaç kirli el yıkanmıştır, kaç çamaşır… O hep temizdir, tertemizdir... Çeşmenin de hakkı var üstümüzde, suyun da, kurnanın da. Necip Fâzıl boşuna dememiş: “Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce…” Hak dediğin, bir kul hakkı, bir de Allah hakkı… Her hak ödenir ama ödeyemez hiç kimse, Allah’ın hakkını hiç ödeyemez. Bir çeşmeden göndermiş olduğu suyun, vermiş olduğu meyvenin bedelini bir ağaca, bir çeşmeye teşekkür etmekle ödeyemeyiz. Şükür Allah’adır sadece. Ne çeşmeyedir, ne ağacadır, ne meyveyedir… Tutar bir şükür, bir çeşme, bir cümle eğler beni. Ne yapmalı, nasıl etmeli, nasıl demeli? Yûnus gibi mi acaba? “Gökyüzünde İsa ile, Tur dağında Musa ile, Elindeki asa ile Çağırayım Mevlâm seni…” Yûnus Allah’tan uzaklaşan insana sesinin yakın edeceği bir duygudan bahsediyor olsa gerek. Allah’tan uzaklaşan insanı, şiiriyle yakın etmeye çalışıyor Allah’a. Allah hiç uzak olur mu kuluna? Kulu uzaklarda kalmış, o düşmüş, savrulmuştur bir yana. Belki uymuştur nefsine, belki şeytana. Oysa Allah uzak olur mu kuluna? Kış ortasında ağacın başındaki bir serçe de tutar eğler beni. Hey mübarek, sığınacak bir yer bulamadın mı? Göç vaktini mi kaçırdın? Yoksa yolunu mu şaşırdın? Her sabah namazında erkenden kalkıp; içeriye seher havası dolsun, bereket olsun diye evinin pencerelerini ardına kadar açan Said Amca da tutar eğler beni. Sözünün ihlâsında eğler, hasında, duâsında eğler. Ne sabırdır ama… Eyüp'ün (as) sabrı gibidir… Ne gönüldür ama, Yûnusça… Ne sevgidir ama, gerçek bir aşk, gerçekten dostça… Ferhatça demedim… Yalanlarla, Ferhatlarla işimiz yok, onu da Üstadla baş başa bırakalım. Ne demiş Ferhat için bir dinleyelim: “Sevdalın şu dağı del dese, koşar delersin İş Allah’a geldi mi gücün yok, sendelersin…” Ey Ferhat! Sen neyi delersin, neden delersin? A be divane, bu dağdan sonra bir dağ daha yok mu ki? Ferhat’ın aklı karışık, deler de deler… Bırakalım deledursun. Divaneden sual olunmaz. Sual akıllıyı bulsun. Eskiden Ferhat bir taneymiş. Şimdi binler olmuş… Bunlar da dünyamızın âşıkları olan Ferhatlar. Dağları da yok delecek, ömürlerini delerler… Peşi sıra gölgelerini sürüklerler… Ne yapayım, bazen de tutar, bir deli divane eğler beni. Böyledir işte hayat. Tutar bir şey eğler bizi. Çeker kendine, eğler bizi. Neylerse Mevlâ güzel eyler. Yolunda eyler bizi. Hem eylesin yolunda, hem eğlesin yeter bize. Ayağımızın ucuna kadar rüzgâr sürükleyip getirir bir yaprağı. Amanın ne güzelliktir o. Ya bir sarı kavak, ya da bir çınar yaprağı… Hemen bir defterin arasına atasım gelir. Üzerine bir şiir, bir cümle yazasım gelir… Devamı mı? Tutar eğler bizi haftaya.
Not: Hz. Hatice’nin (ra) sevgili torunu, Hz. Peygamber Efendimiz’in (asm) gözbebeği Hz. Hüseyin'imizin (ra) şehit edildiği bu günü, Kerbelâ’nın bütün mübarek şehidlerini yâd ediyor, Rabbimizden şefaatlerini taleb ediyoruz. Gönlümüzde açılan yaranın acısını ebedî bir âlemde o sevgililerle buluşarak kapanmasını diliyoruz. Yaralar ancak orada sarılır. Mazlûmların duâları orada yerini bulur İnşallah... Hicrî yılınız ve Muharreminiz mübarek olsun. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |