Selim GÜNDÜZALP |
|
Bir yaprak tutar eğler beni |
Yolda bir yaprak tutar eğler beni. Sen geçmene bak ey güzel bulut. İstersen bizi yerde unut. Sen geçmene bak ey güzel bulut. Geçip gitmene bak... Ben yerde bir küçük insancık... İşinde, telâşında. Aklı bir karış havada ve karınca misâl, ezildi ezilecek ayakaltında. Rızık bulmanın ve taşımanın telâşında. Sen geçmene bak, gitmene bak ey güzel gün, ey güzel bulut. İstersen bizi yerde unut. Şükür, bir unutmayanımız var, şükür... Sen, ey güzel zaman! Geçme, kal, dursun bu güzel an... Bir bu an hayattan hatırladığım, bir böyle güzel an kalsın isterim. Küçük karelerin, anların toplamıdır hayat. *** Bir an tutar eğler beni. Rahmetli Dr. Haluk Nurbaki Hocamızı ebedî âleme uğurladığımız gündü. Rahmetli babacığının mezarının yanına defnettiğimiz gün. O günden aklımda kalan pek çok şey var ama ille de biri. Mezarlığın içindeki patika yolda ilerlerken bir kaplumbağa ile karşılaşmamızı unutamam. İşte o an, her şeyi sarıp sarmaladı, o günü unutulmazlar arasına kattı. Yolda bir kaplumbağa tutar eğler beni… Vaktini bilseydik güzelliklerin ne zaman içimize doğacağının, hangi an kapımızı çalacağının, tetikte beklerdik. Ama yok… İstediğimiz zaman değil, Allah gönderdiği zaman gelir onlar. Uzakta da değiller. Yeter ki kalbimiz, o güzellikleri gösterebilecek sâfilikte olsun. Ve öyle gümbür gümbür gelir ki, gidişi de gelişi gibidir. Yıllar önce başlığı dikkatimi çeken bir şiir kitabı görmüştüm: ‘Sessiz Gürültü’. Hayat da işte böyle. Hiç beklemediğiniz bir anda, elinize kalemi almak istemediğiniz bir sırada, bir hatıra şimşek hızıyla alır götürür sizi, çocukluğunuzun ya da gençliğinizin bir yerinde kuru yaprak gibi bırakıverir işte… Bir hatıra tutar eğler beni… *** Lütfi Amca, nur bir dedeydi. Orhan Camii’nin avlusunda abdest alırken bir gün, elini yanı başındaki delikanlıya uzatıp, “Bak, anne babanın kıymetini bil, sözünden çıkma. Orda hesaba çekerler ha… Orda hesaba çekerler ha…” Bir yandan paçalarını, kollarını sıvıyor, bir yandan da bunları söylüyordu yanı başımızdaki genç hafız kardeşimize. Ehl-i kalp bir insandı. Bu gencin hâfız olduğunu bir bakışta anlamıştı. “Sen hâfız mısın?” diye sorduğunda, “Nerden anladın?” demek bile abesti. “Yüzünden belli oluyor.” diye tamamlamıştı sözlerini. Sizin göremediğiniz nice şeyler var. Onları da gören gözler var. Lütfü Amca gözündeki kalp ile bakan adamlardan biriydi işte. Hatta bir gün: “Babam…” dedi ve kaldı orada Lütfi Amca. “Babaaa, babaaaa, babaaaaa…” diye inledi. Kim bilir yüreğini nasıl yakan bir hatıraydı bu. Yıllar önce rahmetli olmuş babasıyla cami avlusunun çeşmesinde baş başa konuşuyordu sanki. Sular kesildi, sanki çeşmeler akmadı. Lütfi Amca o an, gözyaşıyla abdest aldı. Gönlümü bir garip eyledi. İşte böyledir hayat. Bir nur dede tutar eğler beni… Bazen bir söz tutar eğler… Ama öz bir söz ‘Bismillah’ gibi… Bekletir kapısında bizi. Bir kalp çeker içine hepimizi. Arada sevgi varsa, anlaşmak kolay, anlamak ve anlatmak da kolay. Kalp yitirmemişse gençliğini, isterse seksen değil, iki seksen olsa vücut yaşı fark etmez. Seven kalp ihtiyarlamaz. Seven gönül ölmez. Ölse bile sevgiyle dirilir. Abayı yaktıran da, bacayı tüttüren de sevgidir hep. Her ihtiyaç biter, kalbin muhabbet ihtiyacı bitmez. Rabbinden uzaksa bir kalp, süt gibi kesilir, bir işe yaramaz. Gerçek hayat kalbin hayatıdır, kalpteki sevginin hayatıdır. Allah nasıl bir sevgi koymuşsa kalbimize, her duygu bir yol arar O’na varmak için, Allah’a ulaşmak için. Kalbin sevgi dolu bir anı, bir günü, belki bir ömrü kurtarıyor. Allah için sevenin ömrü, uzun oluyor, hayatı da güzel oluyor. Allah için oldu mu, ne güzel değil ki? İşte böyle bir sevgi tutar eğler beni… Kalbinden sevgiyi ve inancı kapı dışarı etmeye çalışan biri konuşuyordu bir gün. “Ben de bir insan yapacağım, yaratacağım” dedi. “Nasıl yapacaksın bunu?” “Bir parça toprak alacağım, öyle” dedi. İçimizden biri cevabı yetiştirdi: “Allah’ın toprağını bırak, insanı yaratmadan önce hiç yoktan bir toprak yarat kendine” dedi. Bir güzel cevap tutar, eğler beni… Bir yaprak, bir çiçek, bir mâsum çocuk yüzü, bir masmavi gökyüzü, billur bir su sesi yeter bizi eğlemeye, yeter gönlümüzü Allah’a götürmeye… Ah, kalbimizle Rabbimiz arasına eşkıyalar girmese… Yol kesen, kalp kesen, Allah’la irtibatımızı kesen yaban eller girmese... Dalda açan bir çiçek tutar eğler beni. Hani mevsimi de değil ya, nerden, nasıl çıktı? Bir çiçek kış ortasında içimi bahar eyler. Çığlık çığlığa martıların sesi, Cihangir sabahlarından bir sabah… Ve müezzin namaza uyandırır beni. Bir benim zaten yatan, uyuyan. Kâinat her dem ayakta. Zerreden yıldıza her şey huzurda. Ey yatağından çıkamayan yiğit, ey gafletten ayılamayan yiğit, ey uyanamayan dipdiri yiğit! Kulak versene kâinatın zikrine. O “Hayya a’lel Felah” sesine… Kurşun gibi ağır uykulardan kaldırır, uyandırır o ses seni. İşte böyle bir vakit, ki tutar eğler beni. Her vaktin kendine mahsus bir hâli vardır. Belki de şu an, bu yazı tutar eğler beni. Bilemem, sizin gönlünüzü ne eğler... Beni yalınayak, derviş gibi çırılçıplak, başında tek yaprakçığı kalakalmış bir ağaç tutar eğler işte. Geçtiğimiz sabahlardan birinde, dakikalarca seyre daldım gümüş renkli bir kediyi. O kumruların peşinde, kumrular da yerdeki tanelerin. Hedefe bir kilitlenmiş ki sormayın. Yanından geçeni bile fark etmiyor, yerinden bir milim kımıldamıyor. Kumrunun aşkıyla çileden çıkmış garibim. Hedefine vurulmuş, tutulmuş. Bir kediyi tutar, bir rızk eğler. Beni de bu manzara işte… Suları çekilmiş ya da kurumuş havuzlardan bahsetmeyeceğim. Eski dükkânlar, eski evler, eskimeyen sevgilimdirler. Onları da geçin. Mis gibi kokan o fırın önleri var ya, onları da bırakalım. Tek katlı, bahçeli ve neşeli, hele de boyası güzel evler… Onları da. Ağır ağır geçerim önlerinden bu evlerin önlerinden. Saygıyla... Büyüklerin önlerinden geçer gibi. Selâm veririm, selâm alırım. Hanımellerinin altından geçerken başım geriye doğru gider de gider… Onu da anlatmayacağım. Ama birinden bahsetmeden olmayacak. Karı - koca yaşlı iki komşum vardır, onların çalışmalarını izlemek tutar eğler beni. Paraya pula ihtiyaçları yoktur. Çalışmayı ibadet bilmiş pir-i fanilerdir onlar. Hastalık, ihtiyarlık da neymiş… İmanın güneşi vurdu mu bir kere hayata, gölgenin her türlüsü sıvışıp gider. Bisikletimle pedalları ağır ağır çevirip geçerken evlerinin önünden, gayretleri tutar eğler beni. Bazen de ayak üstü sohbete dalarız. Ama onlar durmaz, bir yandan konuşur, bir yandan çalışırlar. Kırmızı biberlerden salça çekmeleri yok mu, kendi tarlalarında yetiştirip çıkardıkları sebzelerden turşular hazırlamaları yok mu… Temizlik ve titizlik bu kadar olur. Teneke kutulardaki o rengârenk sayısız çiçekler ise, o evi ve civarını tarif etmeye yeter de artar bile… Mübarekler, sanki Hızır gibidirler. Ellerini nereye sürseler, yeşertirler. Çiçek gibi tertemizdir evlerinin önleri. Nefesimi saklarım, tam orada çekmek için. Allaaaah… Mis gibi bir hava dolar içime. İkinci nefes az ilerde, o evin bir güzel kardeşinin önünde. İncirlerinin, dutlarının altındadır. Ne güzel sokaklar, ne güzel insanlar, ne güzel dostlar bunlar. Bir de hüzün yanı vardır sokakların… Yıllar yılı su taşıyan çeşmeleri… Mahallenin acı tatlı hatıraları gizlidir taşlığında. O çeşmenin bir gözü, iki gözüme bakıp ağlar. Bazen, “şıp şıp” suları damlar sarı kurnasından. Bizim sokağın çeşmesi, belki de böyle ağlar. Belki de içindeki hatıralar damla damla çağlar. Kaç dedeye, nineye, kaç yolda kalmış kişiye, köpeğe, kediye, Rahman’dan damla damla rahmet sunmuştur hediye… Bizim sokağın çeşmesi akar Allah diye diye… Kaç kirli el yıkanmıştır, kaç çamaşır… O hep temizdir, tertemizdir... Çeşmenin de hakkı var üstümüzde, suyun da, kurnanın da. Necip Fâzıl boşuna dememiş: “Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce…” Hak dediğin, bir kul hakkı, bir de Allah hakkı… Her hak ödenir ama ödeyemez hiç kimse, Allah’ın hakkını hiç ödeyemez. Bir çeşmeden göndermiş olduğu suyun, vermiş olduğu meyvenin bedelini bir ağaca, bir çeşmeye teşekkür etmekle ödeyemeyiz. Şükür Allah’adır sadece. Ne çeşmeyedir, ne ağacadır, ne meyveyedir… Tutar bir şükür, bir çeşme, bir cümle eğler beni. Ne yapmalı, nasıl etmeli, nasıl demeli? Yûnus gibi mi acaba? “Gökyüzünde İsa ile, Tur dağında Musa ile, Elindeki asa ile Çağırayım Mevlâm seni…” Yûnus Allah’tan uzaklaşan insana sesinin yakın edeceği bir duygudan bahsediyor olsa gerek. Allah’tan uzaklaşan insanı, şiiriyle yakın etmeye çalışıyor Allah’a. Allah hiç uzak olur mu kuluna? Kulu uzaklarda kalmış, o düşmüş, savrulmuştur bir yana. Belki uymuştur nefsine, belki şeytana. Oysa Allah uzak olur mu kuluna? Kış ortasında ağacın başındaki bir serçe de tutar eğler beni. Hey mübarek, sığınacak bir yer bulamadın mı? Göç vaktini mi kaçırdın? Yoksa yolunu mu şaşırdın? Her sabah namazında erkenden kalkıp; içeriye seher havası dolsun, bereket olsun diye evinin pencerelerini ardına kadar açan Said Amca da tutar eğler beni. Sözünün ihlâsında eğler, hasında, duâsında eğler. Ne sabırdır ama… Eyüp'ün (as) sabrı gibidir… Ne gönüldür ama, Yûnusça… Ne sevgidir ama, gerçek bir aşk, gerçekten dostça… Ferhatça demedim… Yalanlarla, Ferhatlarla işimiz yok, onu da Üstadla baş başa bırakalım. Ne demiş Ferhat için bir dinleyelim: “Sevdalın şu dağı del dese, koşar delersin İş Allah’a geldi mi gücün yok, sendelersin…” Ey Ferhat! Sen neyi delersin, neden delersin? A be divane, bu dağdan sonra bir dağ daha yok mu ki? Ferhat’ın aklı karışık, deler de deler… Bırakalım deledursun. Divaneden sual olunmaz. Sual akıllıyı bulsun. Eskiden Ferhat bir taneymiş. Şimdi binler olmuş… Bunlar da dünyamızın âşıkları olan Ferhatlar. Dağları da yok delecek, ömürlerini delerler… Peşi sıra gölgelerini sürüklerler… Ne yapayım, bazen de tutar, bir deli divane eğler beni. Böyledir işte hayat. Tutar bir şey eğler bizi. Çeker kendine, eğler bizi. Neylerse Mevlâ güzel eyler. Yolunda eyler bizi. Hem eylesin yolunda, hem eğlesin yeter bize. Ayağımızın ucuna kadar rüzgâr sürükleyip getirir bir yaprağı. Amanın ne güzelliktir o. Ya bir sarı kavak, ya da bir çınar yaprağı… Hemen bir defterin arasına atasım gelir. Üzerine bir şiir, bir cümle yazasım gelir… Devamı mı? Tutar eğler bizi haftaya.
Not: Hz. Hatice’nin (ra) sevgili torunu, Hz. Peygamber Efendimiz’in (asm) gözbebeği Hz. Hüseyin'imizin (ra) şehit edildiği bu günü, Kerbelâ’nın bütün mübarek şehidlerini yâd ediyor, Rabbimizden şefaatlerini taleb ediyoruz. Gönlümüzde açılan yaranın acısını ebedî bir âlemde o sevgililerle buluşarak kapanmasını diliyoruz. Yaralar ancak orada sarılır. Mazlûmların duâları orada yerini bulur İnşallah... Hicrî yılınız ve Muharreminiz mübarek olsun. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İnönü’den Gül’e |
Cumhurbaşkanı Gül, dindar bir aileden gelen dindar bir kişi olarak “Birlik ve beraberliğin dinî bağ ve geleneklerle sağlandığı devirler geride kaldı” anlamında sözler sarf ederken, farklı bir atmosferde ömür sürmüş olan Erdal İnönü ise din için şunları söylüyordu: “Gençliğimde dini ciddîye almadım, onun için bundan sonra da yapamam. Oysa toplum açısından dini ciddîye almak gerekir, onu şimdi görüyorum. Gençken ‘Tamam, din var, ama biz başka birşey yapacağız’ diyordum. Siyasete girince, toplumu etkileyici bir güç olarak dinin nedenini anlıyorsunuz.” (Can Dündar, Milliyet, 5.11.09) İnönü’nün “dinde reform” gibi tartışmaya açık yaklaşımları bahsimizin haricinde. Ama yıllarca ciddîye almadığı dinin toplum hayatındaki önemini siyasete girdikten sonra fark etmesi ilginç. Aslında İnönü aynı beyanatında, “Dindar mıyım? Bilmiyorum” dedikten sonra, “Arada namazlara gidiyorum. Onun dışında gece uyumadan evvel, küçükken annemin bize öğrettiği duâları okuyorum. Onun dışında dinle ilgim yok” diye devam ederken, dinle ilgili olarak, hep namaz kılıp Kur’ân okuduğunu söylediği annesinden aldığı etkilerle, çocukluğundan kalma derin izlerin sonraki hayatında devam ettiğini de söylüyor. Ama bilâhare aldığı eğitim ve yöneldiği istikamet, onu, “dini ciddîye almayan” bir tavra götürmüş. Tâ ki, siyasete atıldıktan sonra toplumdaki din gerçeğiyle yüz yüze gelinceye kadar... İnönü’nün sözleri, bir yönüyle, Said Nursî’nin Münâzarât’taki şu ifadelerini teyid eder nitelikte: “Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse (sıyrılsa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez...” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 258) Devamında Bediüzzaman, bu durumdaki kişiler içinde bilhassa siyasetten haberdar olanların, sarsılmaz dayanağımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetleriyle taraftar olduklarını vurguluyor. Ve İnönü’nün, dinle ilgili onca kafa karışıklıklarına rağmen, CHP Genel Başkanı olduğu dönemde, halkın partisine bakışını olumluya çevirmek için “Mitingde ezan başlayınca konuşmayı kesmek yetmiyor, camiye girip namaz da kılmamız gerekiyor” gibi düşünceler serd etmesi, bu yoruma kuvvet veren bir başka ilginç anekdot. İnönü gibi bir ismin bunları söylemesi, Gül’ün dine dair sözlerini daha tartışmalı hale getiriyor. Tıpkı, Erdoğan’ın yıllar önce söylediği “Demokrasi araçtır” sözü için seslendirilen “İşte takiyye yaptığını itiraf etti” iddiasını cevaplamaya çalışırken “Din de araçtır” sözüne sarılması gibi. Kâinattaki en yüksek hakikatleri ihtiva eden bir semavî prensipler manzumesi olarak dini, beşerî ve arzî sistem ve ideolojiler düzeyine indirgeyip onlarla denk tutan bir yaklaşımın, bir yanlış anlamayı düzelteyim derken çok daha vahim bir yanlışa sürüklenmekten başka bir izahı olabilir mi? Hele dini siyasete alet etmekle eleştirilen bir siyasetçiden “Din de araçtır” sözünün sâdır olması, aynı bağlamda ne gibi yeni sakıncalara yol açar? Evet, çıkış noktası yanlış olunca, düzeltme adına yapılan herşey yeni yanlışları getirebiliyor. Gül’ün “Din artık birlik beraberliği sağlayamıyor” sözünün hatırlattığı bir başka beyan da bu tesbit ve eleştirilerimizi tamamlayacak nitelikte. 22 Temmuz sonrasında Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı olarak girdiği hükümetteki görevi 29 Mart yerel seçimini izleyen günlerde yapılan revizyonla son bulan eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu, Alevîlerle ilgili bir beyanında şu ifadeleri kullanmıştı: “ ‘Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, işte camilerimiz, buyurun’ şeklindeki klâsik anlayış, sorunu çözmüyor.” (Can Dündar, Milliyet, 22.12.08) Sorunun çözülemeyişi, niye, aşılamayan resmî tabular yerine, hiçbir zaman inandırıcı vurgularla ifade edilmemiş olan bu anlayışa fatura ediliyor? Sosyolog Müfid Yüksel’in “Dindarlık İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor” tesbitiyle altını çizdiği hazin gerçeği, maalesef bu örnekler de teyid ediyor. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Filistinli Zehra’nın gözleri |
Filistin’de yaşanan sıkıntılar bitmek bilmiyor. İsrail’in hak ve hukuk tanımaz tavrı, “Ben ne istersem onu yaparım” şeklindeki inadı; bölgedeki tansiyonu sürekli yükseltiyor ve neticede Filistinlilerin mağdur olmasına sebep oluyor. İsrail’in Gazze’de yaptığı katliâmın yaraları hâlâ sarılabilmiş değil. Filistin’de yaşanan sıkıntılara dikkat çekmek için oluşturulan konvoy konunun yeniden gündeme gelmesine sebep oldu. “Filistin’e yol açık” sloganıyla oluşturulan konvoyun İngiltere’den yola çıkması da dikkat çekici. Türkiye’nin yapması gereken öncülüğü başkalarına kaptırmış gibi görünüyoruz. Yüzlerce araçtan oluşan “Filistin’e yardım konvoyu” hedefe ilerlerken İsrail’in, yaptığı bir zulmü itiraf etmesi gözden kaçtı. İlgili haber şöyleydi: “İsrail, adlî tıp uzmanlarının, 1990’larda Filistinliler de dahil salgın hastalıklar, kazalar yahut çatışmada ölenlerin organlarının ailelerinin izni olmaksızın alınması uygulamasına başvurduğunu itiraf etti.” (Radikal, 21 Aralık 2009) Bu haberi okuyunca, konu ile ilgili olarak hazırlanan bir filmi hatırladık. “Filistinli Zehra’nın Gözleri” adlı filmin konusu şöyleydi: İsrailli komutan İscaak Qwen’in Thedora adında bir oğlu vardır. Oğlu sakat olduğu için gelişen teknolojileri ile oğlunu sağlığına kavuşturma telâşındadır. Qwen oğlunun gözleri için Filistin’deki bir mülteci kampındaki okula heyet yollar. Heyet kamptaki görevlilere bir göz hastalığı salgını olduğunu ve çocukların muâyene edilmeleri gerektiğini söyler. Sonuçta beş çocuk seçilir ve okuldan çocukları alıp hastaneye götürürler. Yaklaşık bir saatlik muâyene sonunda doktor çıkar Zehra’nın gözlerinde hastalık olduğunu, bu sebeple karantinalarında kalması gerektiğini söyler. Neticede Zehra ameliyat edilerek ‘kör’ edilir, Zehra’dan alınan gözler İsrailli komutanın ‘sakat’ oğlu Thedora’ya takılır vs. Tabiî ki filmde başka hadiseler de anlatılıyor, ama en çarpıcı olan, organ çalınmasının anlatıldığı bölümlerdi. Düne kadar “Filistinli Zehra’nın Gözleri”ne sadece bir ‘film’ olarak bakanlar, İsrail’in itirafından sonra hadisenin gerçeğin ta kendisi olduğunu her halde anlamışlardır. Aslında bu konu İsrailli yöneticilerin yargılanması gerektiğini gösteren delillerden biridir. Yaptıkları her işte dünyanın nefretini kazanan bu yöneticiler, elbette bunların hesabını hem de uluslar arası mahkemelerde vermek mecburiyetinde kalacaklardır. Zaten İsrailli bazı yöneticiler hakkında gıyaplarında verilen ‘tutuklama’ kararı da bunun göstergesi. Son olarak İsrail Başbakanı olmaya kesin gözüyle bakılan Kadima Partisi lideri Tzipi Livni hakkında bir İngiliz mahkemesi ‘tutuklama’ kararı almış. Bu karar üzerine Kadima Partisi de lideri Livni’nin liderliğini istemediğini açıklamış. Livni’nin tutuklanmak istenmesinin sebebi ise Gazze’de savaş suçu işlemiş olması. (Yeni Şafak, 25 Aralık 2009) Nasıl ki Bosna’da yapılan katliâmın hesabını, dönemin Sırp yöneticileri veriyor ve vermeye devam edecek; aynı şekilde genelde Filistin, özelde Gazze’de yapılan katliâmın hesabını da İsrailli yöneticiler verecek. Bugün için uzak bir ihtimal gibi görünse de İnşallah onların da kanun önünde hesap verdiği günleri göreceğiz. Zalimler hak ettikleri cezayı görürse, belki Zehraların gözleri kurtulabilir. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
ABD’den AKP’ye, Öcalan ve PKK’dan DTP-BDP’ye “açılım” (1) |
Eski DTP’lilerin âlây-ı vâlâ ile duyurdukları “istifa kararları”ndan “Öcalan’ın isteği”yle çark etmeleri, “Kürt açılımı”nı yeniden terörist başının insafına havale etmekte. Demokratikleşmeyi, bir defa daha terör örgütü ve işbirlikçilerin inisiyatifine bırakmakta… Bilindiği gibi, “Alevî açılımı”, bazı Alevî derneklerinin “cemevini ibâdethâne yapma” ısrarında tıkanıyor. “Ermeni açılımı” Karabağ işgaliyle zaten bir türlü açılmış değil… DTP’nin, “terör örgütüyle ilişkisi”yle kapatılmasının ardından sine-i millete döneceklerini açıklayan milletvekillerinin iki gün sonra bundan cayıp yedekte tutulan “Barış ve Demokrasi Partisi” adı altında Meclis’e dönmeleri, askıya alınan “açılım”ın kırılganlığını göstermekte… Kapatılan partinin eşbaşkanlarının, “Sayın Öcalan’ın avukatları aracılığıyla gönderdiği mesajla hareket ettikleri”ni ikrar etmeleri, DTP gibi bu partinin de PKK’nın güdümünde ve politik misyonunun Öcalan’ın iki dudağı arasında olacağını peşinen açığa çıkarıyor. Önce “Bundan böyle Meclis’te bir işe yaramayacağımızın kanaatine geldik” diye çekildiklerini açıklayan Türk’ün, birkaç gün sonra, “Sayın Öcalan istifaların yanlış olduğu kanaatine geldi; biz de bu kanaate geldik” demesi, “yeni parti”nin de PKK’nın emrinde bir “siyasî figürü” olacağının habercisi. Keza Ayna’nın da açık açık terörist başının tâlimatıyla BDP’de toplanmalarını, “açılım sürecinde Öcalan’ın yegâne baş muhatabı olduğunun göstergesi” olarak bildirmesi, partilerinin değil Öcalan’ın adres olduğunu söylemesi, “açılım”a güveni daha baştan sarsıyor.
ABD’NİN “AÇILIM” TEHDİDİ VE BASKISI… Çoğu Amerikan yönetimine danışmanlık yapan ve rapor hazırlayan Yahudi lobisi kontrolündeki Amerikan düşünce kuruluşları, daha ilk günde DTP yerine BDP’nin sürece dahil edilmesini, hükûmetin 19 milletvekiliyle görüşüp dönmeye ikna etmesini “istedi.” Transatlantik Akademisi Uzmanı Joshua Walker, “Kürt sorununa siyasî çözüm bulunamazsa askerî çözüm gündeme gelecek ki bu çok daha fazla kutuplaşmaya yol açacak” korkutmasında bulundu. Washington Enstitüsü Türkiye Uzmanı Soner Çağaptay, “Türkiye’de etnik bazlı fay hattı ortaya çıkıyor gibi gözüküyor” kinayeli tesbitini yaptı. Carnegie Endownment uzmanı ve Lehigh Üniversitesi uluslar arası ilişkiler profesörü Henri Barkey, “Açılım başarılmazsa faturası çok ağır olur” diye hükûmeti uyardı. Ve bütün bunların ardından, DTP’lilerin istifalarını geri alıp BDP’de toplanmaları tâlimatı geldi… Ve okyanuslar ötesinden iletilen bu “talepler”in ardından Öcalan’dan “BDP’ye girin, Ufuk Uras’ın teklifini değerlendirin” tâlimatının gelmesi, ABD’nin süreçteki etkinliğini ve “açılım siyaseti”ni yönlendirdiğini su yüzüne çıkarmakta. İşgal ve kontrolündeki Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşan yüzlerce terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmeyen ABD’den, Kandil’e her türlü lojistik desteğe yol veren Barzani-Talabani’den ve peşinden Öcalan tarafından DTP’lilere iletilen “açılım önerileri”, “açılım”ın AKP’nin değil, hatta DTP-BDP’nin de değil, Öcalan’ın “yol haritası” ve “ABD’nin projesi” olduğu kanaatini kuvvetlendiriyor. Terör örgütü ve Öcalan’ın DTP’lilere “tâlimatı”nın AKP’de makes bulması ve “açılımın sürmesini” ısrarla isteyen Amerika’nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in “Öcalan’ın işâreti”yle BDP’ye geçen eski DTP’lileri kutlaması, bunun açık bir delili…
“AÇILIM” AMACINDAN SAPTIRILIYOR… Ve bütün bunlar, hedef ülkelerde darbeler, suikastlar, kargaşa ve kaosla iç savaş çıkarma plânlarını hazırlayan, dünyayı terör, sefâlet, soykırım, katliâm ve kitlesel ölümlerle inleten Kissinger’den CIA Ortadoğu Uzmanı ve Türkiye İstasyon Şefi Fuller’e uzanan “ifsad çizgisi”nin Türkiye ve bölge üzerindeki oyunlarını deşifre ediyor. “ABD’nin Ortadoğu’da gücünü etkinleştirme ve Kuzey Irak’ta âmâde bir kukla devlet kurdurma “büyük plânı”nın bir parçası olduğunu te’yid ediyor. “Açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı’nın devreye girerek Washington’dan gelen ve “Öcalan’ın onayı”yla Uras’ın “DTP’lilerin siyasete devam etmeleri” teklifine desteği, demokratikleşmeyi peşinen tıkıyor. Özetle, terörle tefrikayı siyasallaştırma projesi, terörü tırmandırma stratejisiyle “Sayın Öcalan!”la başlayan kışkırtıcılık, “federatif sistem”li Pentagon haritalarındaki gibi Türkiye’nin eyâletlere bölünüp parçalanmaya teşne edilme komplosu kuruluyor. Bu arada Türkiye, ABD ve Irak’la birlikte Kuzey Irak yerel yönetiminin de katıldığı “üçlü mekânizma”dan dönen İçişleri Bakanı’nın 5 Kasım 2007 Bush-Erdoğan görüşmesindeki “istihbarat paylaşımı”na atıfta bulunup “Yol haritası belirlendi; terör örgütü tasfiye edilecek, önlemler geliştirilip etkinleştirecek” gibi genel ifâdeleri tekrarlaması, bu hususta belli bir adımın atılmadığı yorumunu haklı kılıyor. Görünen o ki “açılım” amacından saptırılıyor. Kendi irâdelerini yok sayan, âdeta “ben hiçim” deyip terörist başını ve terör örgütünü “adres” gösteren DTP-BDP, “açılım”ı çökertiyor. Demokratikleşme PKK ve emrindeki partilerin baskısından bunalmış vatandaşlara değil, yine Mahmur’a, Kandil’deki lüks ve şatafat içindeki terörist elebaşılarına endeksleniyor. Sahi, açılış kurdelesini Kandil’ten terörist başının tâlimatıyla ve terör örgütünün “emri”yle geldiklerini açıkça söyleyen PKK’lıların kestiği partiyle “demokratik açılım” olur mu? Terör örgütü ya da siyasî aktörü, beslendiği terör kanalını keser mi; terörü tasfiyeye yanaşır mı? 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Panikleyen cuntacılar ve intiharın ardındaki sır |
Kamuoyunda Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan, alaya alan asimetrik bir propaganda var. Hatta yıllarca önce başörtüsünü savunmuş bir yazar, şaşılacak bir şekilde saf değiştirerek Mısır’ı örnek göstermiş ve devletin böyle bir kurgusu olabileceğini söylemiştir. Ortada cesetler, silâhlar, evraklar varken böyle bir iddiada bulunmak aymazlıktan başka bir şey değil. Bu sebeple bu konunun üzerine gitmekte yarar var diye düşünüyorum. Maalesef kamuoyunda yapılan çeşitli spekülasyonlara rağmen halkı bilgilendirme zorunluluğu olan Genelkurmay Başkanlığı gerekli açıklamaları yapmıyor. Gerekli açıklamalar bir yana savaş gemisi üzerinde “asarız, keseriz” nutukları atmaktadır. Madem komplo teorileri üreterek zihinler karıştırılıyor, ben de bazı yalın ve ortaya çıkmış gerçekleri yazarak halkımızı aydınlatmaya çalışayım. Aksi takdirde “yavuz hırsız” misali anayasal düzeni silâh kullanarak zorla değiştirmeye çalışan bir kısım cuntacıyı temize çıkarmaya çalışacaklar. Efendim, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde olduğu gibi darbeye zemin hazırlamak isteyen bir grup cuntacı asker daha önce bir şekilde kendilerini gizleyebiliyorken polis teşkilâtının becerikli hareket etmesi sonucunda yakayı ele verdi. Danıştay saldırısı tam bir suçüstü oldu. Bundan sonra soruşturma derinleştirilince darbe yapılmak üzere kurulmuş tezgâhlar bir bir ortaya çıktı. Türk Silâhlı Kuvvetleri içindeki vatanperver subaylar “Bu işin cılkı çıktı, ayıptır günahtır” diyerek bu tezgâhları basına ve kamuoyuna sızdırmaya başladı. Yargı mecburen bu işe el atmak zorunda kaldı ve cuntacıların üzerine gitmeye başladı. Darbe günlüklerinin de yardımı ile her şey çarşaf gibi gözler önüne serildi. Önceki G. Kurmay Başkanı deşifre olan cuntacıları yargıya sevk etmekte beis görmezken hâlihazırdaki başkan bunları korumaya aldı. Hatta aba altından sopa göstererek hükümeti ve yargı organlarını tehdit etti. Ne yazık ki hükümet bu tehditlere boyun eğerek delillerin karartılması tehlikesine rağmen hakkında vahim iddialar bulunan kişileri koruyan G. Kurmay Başkanının yaptığı sorumsuzca açıklamaları sineye çekti. *** Nihayet kamuoyu “mızrak çuvala sığmaz” misali gerçekleri gördü ve gelişmeleri ibretle takip etmeye başladı. Zaman ilerledikçe itirafçılar çıkacak ve bütün çirkin planlar bir bir gün yüzüne çıkacaktır. Bu safhada bize düşen sabırlı olmak ve bu süreci sulandırmaya çalışan ister medya mensubu ister siyasetçi kim olursa olsun “haddinizi bilin” şeklindeki ikazlarımızdır. Bunu yapmak için her türlü iletişim aracı elimizin altındadır. Son olarak insanların kafasını karıştıran konulardan birisi olan şu “amirallere suikast” ve “intihar” meselesine değinmek istiyorum. Evet, konuya basit olarak baktığımızda şu gerçekler ortaya çıkıyor. Karargâh evleri, Poyrazköy’de ve bir denizaltıda çıkan silâhlar ile ilgili olarak hakkında vahim iddialar bulunan bir koramiral, oramiralliğe terfi ettirilmedi. Bu zatın o makama yükselmesini isteyen ve Alevî yapılanma içinde olduğu bizzat eşi tarafından iddia edilen bir yarbay, suikast iddiası ile tutuklandı. Daha sonra serbest kalıp hakkında çok önemli deliller olması dolayısıyla tekrar tutuklanmak istenince intihar etti veya ettirildi. Bu konu henüz tam olarak anlaşılmış değil. Fakat bilinen husus şudur ki, Yüksek Askerî Şûrâ’da bulunan ve o kişiyi terfi ettirmeyen iki oramirale suikast yapılacağı iddiası bulunmaktadır. Tutuklamalar olduğu için elde önemli deliller ve itirafçılar olduğu aşikârdır. İşte çok yalın olarak Deniz Kuvvetlerindeki bu olayın genel görüntüsü böyledir. Komplo teorileri üretmeye gerek yoktur. Detaylar sorgulamalar devam ettikçe ortaya çıkacaktır. Biraz sabırlı olmamız lâzım. Evet, bir kısım cuntacılar panik içinde ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunmaktadırlar. Bize düşen sağduyu ile olaylara bakarak yargıya güvenmektir. Şunu bilmemiz lâzım ki bu kadar silâh ve ceset varken işi örtbas etmek hiçbir yargı mensubunun cesaret edemeyeceği bir iştir. Dolayısıyla karamsar olmaya gerek yoktur. Her şey zaman içinde birer birer ortaya çıkacaktır. Rabbimden çok sıkıntı çekmiş ve bunalmış olan milletimize yardım etmesini ve zalimlerin tuzaklarını başına geçirmesini niyaz ediyorum. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Nabucco Projesi ne durumda? |
Büyük umutlarla imzalanan ve bugünlerde Mecliste hükümetler arası anlaşması onaylanması beklenen Nabucco projesinde neler oluyor? Dışişleri komisyonundan çıkan gerekçede bir çok kaynak ülkeden gelecek doğal gazın Türkiye’de birleşerek Avrupa’ya ulaştırılacak olmasının, Türkiye’nin fiziki enerji merkezi rolünü ortaya çıkaracağı belirtiliyor. Kısaca hatırlarsak; Nabucco; Türkiye, Romanya, Macaristan ve Avusturya ülkelerinin şirketlerinin (Türkiye’den BOTAŞ) bir araya gelerek kurdukları şirket aracılığıyla Türkiye’nin doğusu ve güneyinden yani Orta Doğu’dan gelecek doğal gazın Avrupa’ya taşınmasını içeren bir proje. Son olarak Almanya’nın RWE şirketi de projeye dahil oldu. Yılda 31 milyar metreküp doğal gaz taşıması bekleniyor. 3.300 km boru hattı inşa edilecek. Bunun 2000 kilometresi Türkiye sınırları içinde. Toplam maliyeti 7,9 milyar dolar olacak. BOTAŞ en büyük yatırımı yapacak şirket. Hazar denizi bölgesi, İran ve Mısır doğal gazı Türkiye’de birleşerek Avrupa’ya gönderilecek. Projenin Avrupa Birliği için önemi büyük. Çünkü Avrupa ülkeleri büyük ölçüde Rusya doğal gazına bağımlı. Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan sorunlar, bu hattan gelen doğal gazda zaman zaman kesilmelere sebep oluyor. Şimdi Rusya buna alternatif olarak Güney Akım Projesi ile Karadeniz üzerinden yeni bir boru hattı inşa ediyor. Bu hat bir bakıma Nabucco’ya rakip. Ama Rusya Nabucco projesine de katılarak gaz vermek istiyor. Buraya kadar her şey güzel. Ancak ortada iki temel sorun var: Birincisi; Nabucco’nun yeterince doğal gaz bulup bulamayacağı. Hazar doğal gazının işletmesi büyük ölçüde Rusya’nın kontrolünde. Azerbaycan ve Türkmenistan doğal gazından ne kadar alınabileceği bu yüzden belirsiz. İran doğal gazının ise yılda 10-20 milyar metreküp olması bekleniyor. Ancak İran’ın nükleer programı dolayısıyla gerilen ipler ve bu ülkeye yaptırım uygulanmasına kadar gidebilecek gelişmelerin, bu ülkeden gaz alımında sorunlara sebep olması kaçınılmaz. Irak gazının ise bu ülkedeki siyasal istikrarsızlık dolayısıyla yakın zamanda garantili bir kaynak olarak görülmesi mümkün değildir. Tek sağlam kaynak Mısır görünmektedir. Yani boru hattının devreye alınması ile birlikte taşınması hedeflenen miktarda doğal gaz bulunup bulunmayacağı şüphelidir. İkinci ve daha önemli bir sorun; Türkiye’nin projedeki ağırlığı ve sağlayacağı gelirlerdir. Söylentilere göre diğer ülkelerden Türkiye’ye projenin yönetiminde yer almaması yönünde baskılar vardır. Avusturya’da kurulan Nabucco Gas Pipeline International GMBH’nin yönetiminde yer alınması önemlidir. Zira bütün ülkeler haklarının tamamını bu şirkete devretmektedir. Bu yüzden yönetimde yer almayan bir ülke yalnızca boru hattından kira alan bir ortağa dönüşebilir. Anlaşmanın TBMM’de onaylanması aşamasında, Türkiye’nin projedeki durumu ve projeden elde edilecek kazançlar –özellikle de öncelikli doğal gaz alımı- mutlaka dikkate alınmalıdır. Proje mutlaka yararlı olacaktır; ancak önemli olan elde edilecek kazanımların bütün ortaklara eşit dağılmasıdır. Şirketin merkezinin yer aldığı Avusturya’ya ödeyeceği vergiler bile paylaşımda dikkate alınmalıdır. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yeisi yen, ümit ışığını yak |
Şeytan ve yardımcılarının en etkili silâhlarından birisi “yeis/ümitsizlik”tir. Özellikle ümitsiz, kişiliksiz şahsiyetlere musallat olurlar. Önce ümitsizliği aşılar; moral gücünü zayıflatır; duygularda gedikler, yaralar açar; ardından saldırıya geçerler. Öyle ise, ümitsizlik girdabına kapılmamak ve ümit ışığını hiç söndürmeden içimizde taşımak durumundayız. Evvelâ ümitsizliğin korkakların, âcizlerin şe’ni/işi olduğu;1 aczden kaynaklandığı; çabuk yeise dönüşen hamiyetin/gayretin hamiyet olmadığı2 teşhisini koymak gerekir. Ardından yeis hakkında şu hususları zihnimize kazımalıyız: Merak duygusunun, yerinde kullanılmaması insanı tahlikeli bir yeise/ümitsizliğe düşürür.3 Yeis, tembelliği netice verir.4 Mutluluğun tahripçisi ve hayatın katilidir;5 milletlerin en dehşetli hastalığıdır;6 Müslümanların geri kalmasının sebebidir;7 terakkî ve kemâlin/mükemmelleşmenin engeldir.8 Yeis/ümitsizlik; İslâmiyetin inkişâfına set çeker; genelin menfaatini bıraktırıp, şahsın çıkarını nazarlara verir. Müslümanları; insana “nemelâzım” dedirten yeis öldürmüş,9 perişan etmiştir. Ümitsizliğin en etkili ilâçlarından birisi “kadere imân”dır. Çünkü, kader ümitsizliğin ve hüznün ilâcıdır.10 Ye’si yok etmenin metodlarından birisi de, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz”11 kılıncını kullanmaktır.12 Allah’tan ümit kesmek, tehlikeli bir durumdur. Gizli şirki işmam eder. Çünkü, O’ndan ümidini de kesen, şöyle demek istemektedir: “Durum öyle bir fenâ bir çıkmazda ki,—hâşâ—Sen bile halledemezsin!” Bu Allah’a acz isnat etmektir. Oysa Kadir-i Mutlak olan Allah, aczden, kusurdan berîdir. Mü’minler; i’lây-ı kelimetullah/Allah’ın dinini yaymanın, ancak ye’sin ölmesiyle mümkün13 olacağını bilmenin şuûruyla hareket etmelidirler. “Tamamı elde edilemeyen bir şeyin tamamı terk edilmez”14 hadîsi de, yeisin/ümitsizliğin belini kırar.15 Avrupa’yı canlandıranın emel, bizi öldürenin yeis16 olduğunu; ümidin de yeisle öldürülen mânevî gücümüzü hayatlandırdığını17 hatırımızdan çıkarmamalıyız. Problemleri halletmede en büyük enerji kaynaklarımızdan birisi, ümittir. Ümidini yitiren, her şeyini kaybeder. Ümitvâr olan, her şeyi kazanır. Denize düşeni, ümit çırpıntıları kurtarır; ümitsizliğin hareketsizliği batırır, boğar. Ümitsiz, küçük su birikintisinde bile boğulur. Yoğurt kabına atlayan kurbağanın kurtuluş mâcerasını hatırlayınız: Ümitle çırpınıp; meydana getirdiği yağ adacığı sayesinde çıkıp hayatını kurtarmadı mı? “Her çibad abad” (Battı balık yan gider) diyerek kendini bıraksaydı; ölüm fermanını o saniyelerde imzalamış olacaktı. Müslümanların temel hastalığı imân zaafından sonra ferdlerde ümitsizliğin hâkim olmasıdır. Mânevî gücümüzle birlikte ümidimizin voltajını yükseltmenin sırrı; bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle ümit beslemektir. Bu talep; rûhumuzun derinliklerinde Kâinatın Yaratıcısıyla buluşmamızı; kendi sınırlı gücümüze değil, dâim bizimle beraber olan “sınırsız güc”e dayanmamızı sağlar.18 Önemli olan neyi, kimden istediğimiz; kime ümit bağladığımızdır. Peygamberimiz (asm) bir hadîsinde, “İnsanoğlu kime ümit bağlamışsa, iş ona havâle edilir. Eğer Allah’tan başkasına ümit bağlamazsa, Allah onun işini üzerine alır, başkasına havâle etmez”19 buyurmuyor mu? Cenâb-ı Hak, “Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz”20 buyuruyor. Mü’min, her şeyin dizgini elinde, her hazinenin anahtarı yanında olandan istemeyecek de, ihtiyaç ve taleplerini kimden ümit edecektir?
Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 50; 2- Münâzarât, s. 30; 3- Emirdağ Lâhikası, c.1, s. 57; 4- Muhakemât, s. 8; 5- Sözler, 652; 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 49-50; 7- Age, s. 27; 8- Muhakemât, s. 30; 9- Hutbe-i Şâmiye, s. 49; 10- Sözler, s. 428; 11- Kur’ân, Zümer, 53; 12- Hutbe-i Şâmiye, s. 50; 13- Muhakemât, s. 37; 14- Keşfü’l-Hafa, 2:196, No, 2258; 15- Hutbe-i Şamiye, s. 50; 16- Sünûhât, s. 79; 17- Münâzarât, s. 64; 18- Muhammed Bozdağ, Ruhsal Zekâ, s. 55; 19- Feyzü’l-Kadîr, 3:7; 20- Kur’ân, Al-i İmrân, 145. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Aşûre gününde ne yapalIm? |
Muharrem ayı Hicrî yılın ilk ayıdır ve Müslümanlar arasında önemli bir yere sahiptir. “Allah’ın ayı” olarak da bilinen Muharrem ayı, İlâhî bereket ve feyzin, Rabbanî ihsan ve keremin coştuğu bir aydır. Bu ay, Allah’ın rahmetine kavuşmak adına önemli bir fırsat olduğu için Allah Resûlü (asm) tarafından “Allah’ın ayı” şeklinde ifade edilmiştir. Bugüne “Aşûre” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününün Arapça ifade edilmesidir. Muharrem ayında pek çok tarihî olay yaşanmıştır. En meşhuru da Nuh tufanıdır. Nuh'un (as) gemisi, hiç durmadan altı ay boyunca su üzerinde dağlar gibi dalgalar arasında yüzerek bütün dünyayı dolaştı. Allah, semaya: “Suyunu, tut!”, yere de “Suyunu, yut!” emrini verip de, yağışlar durduğu ve dağların üzerlerinden aşan suların seviyeleri düşmeye başladığı zaman, gemi Cûdî Dağına oturdu. Nuh (a.s.), sular çekildiği ve yerler kuruduğu zaman, yanındakilerle birlikte, dağdan indi. Bunun üzerine Hz. Nûh (as) bu Aşûre gününde tufandan kendilerini kurtardığı için Allah’a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu. Allah, Hz. Nûh (as) ile birlikte bulunan mü’minlere de oruç tutmalarını emretti. Onlar da, aynı şekilde oruç tuttular. Âşûre gününde tutulan bu oruç, İsrailoğullarına tevârüs yoluyla geçti. O gün, gemi halkı yiyecek ve içeceklerinden ellerinde kalanları bir araya getirip “aşûre” dediğimiz yemeği yaptılar. Bugün yapılan aşûreler onu hatırlatmaktadır. Bir gelenek olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Hayalen o günleri yaşamak ve ibret almak, inananların tufandan kurtuluşlarıyla bizim de dünyaya gelişimize vesile olduklarını hatırlayıp, Allah’a hamd ve şükürlerde bulunmak için, Muharrem ayının onuncu gününde bizim de oruç tutmamız sünnet olmuştur. Aşûre günü oruç tutmak, bütün peygamberlerin sünneti idi. Yahudiler de, müşrik Araplar da Aşûre Günü oruç tutarlardı. İslâm dini geldiğinde ise Aşûre gününde tutulan orucu kabul edip onayladı. Resûl-i Ekrem (asm) hicretin 2. yılında Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar Muharrem orucunu hem tutmuş, hem de tutmalarını ashabına emretmiştir. Ramazan orucunun farz kılınması üzerine de Aşûre Günü orucunu tutup tutmamakta serbest bırakmıştır. Aşûre orucu ile ilgili bir ayrıntıya işaret etmek isterim. Şöyle ki: Yahudiler sadece 10. gün oruç tutarlardı. Onlara benzememek için İslâm âlimlerinin tavsiyesi şudur: Muharremin onuncu günü oruç tutmak isteyenler, Muharrem’in 9. veya 11. günü de oruç tutmalıdır. Sadece 10. günü oruç tutmak mekruhtur. Yahudilere benzememek için 10. güne baştan veya sondan bir gün ilâve edilmesi güzeldir. Aşûre gününde oruç tutulacağına dair Resûlullah'dan (asm) çeşitli hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: * Resulullah (a.s.m.), Medine-i Münevvere’ye geldiğinde Yahudilerin Aşûre gününde oruç tuttuklarını gördü. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) onlara: “Tuttuğunuz bu oruç ne orucudur?” diye sordu. Onlar da: “Bugün salih bir gündür. Zira bugün Yüce Allah’ın İsrailoğullarını düşmanlarından kurtardığı gündür. (İsrailoğullarını bu düşmanlarından kurtardığı için) Hz. Mûsâ, bugünde Allah’a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu” dediler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.): “Biz Musa’ya sizden daha lâyıkız” buyurdu ve o günde oruç tuttu ve ashabına da o günde oruç tutmalarını emretti.”1 * Tirmizi’nin rivayetine göre, Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Aşûre günü orucunun kendinden önceki seneye keffaret olmasını Allah’tan kuvvetle ümit ediyorum.”2 Aşûrâ günü oruç tutmak sünnet olduğu gibi, sadaka vermek ve tatlı dağıtmak da sünnet kabul edilmiştir. Ebu Hüreyre’den nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Ramazandan sonra en sevaplı oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulandır.”3 Hz. Ali (ra) Resul-i Ekrem (a.s.m.) dan şöyle rivayet etmiştir: “Bir adam gelip Resulullah’a (asm) sordu: ‘Ya Resûlullah! Ramazandan sonra hangi ayda oruç tutmamı emir buyurursunuz?’ Efendimiz: ‘Eğer Ramazan’dan sonra oruç tutacaksan, Muharrem’de tut. Zira, o Allah’a ait bir aydır. Onda bir gün vardır ki, Allah, bir kavmin tevbesini o günde kabul buyurdu; başka kavimlerin de tevbe ve niyazlarını o günde kabul eder’ buyurdular.”4 O gün, Aşûrâ Günü; o kavim de Hz. Musa’nın (as) kavmi Benî İsrail idi. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Yahudiler Aşûrâ gününü bayram olarak seçmişler, o günde kadın-erkek süslenmeyi âdet edinmişlerdi. Aşûrâ gününün faziletiyle ilgili pek çok rivayet vardır. Onlardan bazıları şunlardır: Allah; 1- Hz. Âdem’in (as) tevbesini kabul etti ve bugünde “Safiyyullah” kıldı. 2. Hz. İdris’i (as) yüce makamına bugün kaldırdı. 3. Hz. Nuh’u (as) gemiden bugün çıkardı. 4. Hz. İbrahim’i (as) ateşten bugün kurtardı. 5. Tevrat’ı Hz. Musa’ya (as) bugün indirdi. 6. Hz. Yusuf’u (as) zindandan bugün kurtardı. 7. Hz. Yakub’a (as) gözlerini bugün iade etti. 8. Hz. Eyyub’u (as) bugün şifaya kavuşturdu. 9. Hz. Yunus’u (as) balığın karnından bugün kurtardı. 10. İsrailoğulları için Kızıldenizi yararak onları bugün selâmete kavuşturdu. 11. Hz. Davud’u (as) bugün mağfiret etti. 12. Hz. Süleyman’a (as) bugünde mülk ve saltanat verdi. 13. Hz. Muhammed’in (asm) geçmiş ve gelecek günahlarını bugün mağfiret buyurdu. İşte böylesine mânâlı ve kudsî olayların yaşandığı bu mübarek gün ve gece, Asr-ı Saadet’ten bu yana oruç ve sadaka gibi ibadetlerle değerlendirilmiştir. ««« Muharrem ayının onuncu gününde meydana gelen ve yürekleri yakan üzücü bir olay da vardır. O da, Kâinatın Efendisinin (asm) mübarek torunu Hz. Hüseyin (ra) Efendimiz ve aile efradı Kerbelâ’da günlerce aç ve susuz bırakılmış ve ardından şehit edilmiştir. Bu günlerde oruç tutarken onları düşünmek ve şefaatlerine nâil olmak ümidiyle onlara duâ etmek Hz. Muhammed’e (asm) ümmet olmanın, Hz. Ali’ye (ra) ve Ehl-i Beyte bağlılığın bir ifadesi olsa gerektir. Milâdî takvimin yılbaşı olan Ocak ayının ilk gününde bütün dünyada yılbaşı kutlamaları yapılmaktadır. Bir kısım Müslümanlar da o kutlamalara nisbet eder gibi, hicrî yılbaşını kutlama gayreti içine girmektedirler. Beğenmediğimiz bir uygulamaya tepki gösterelim derken, benzer bir yanlışın içine girmek her halde Müslümanlara yakışmaz. Ne Hz. Ömer (ra), ne de daha sonra gelen Hulefa-i Raşidîn hicri yılbaşıyla ilgili herhangi bir kutlamada bulunmamışlardır. Bize düşen, olsa olsa, bir duâ mânâsında birbirimizin yeni hicri senesini tebrik etmektir. Allah, bugünlerimizi rızasına uygun, Resûl-i Ekrem’in (asm) beğendiği tarzda değerlendirmeyi nasip etsin. Dipnotlar: 1- Buhârî, Savm 69. Müslim, Siyam, 127-130. 2- Tirmizî, Savm 47; Müslim, Siyam, 196. 3- Müslim, Sıyam, 202. 4- Tirmizî, Savm, 40/741. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tarihte On Muharrem |
Abdullah Bey: “On Muharremin târihî veya dînî önemi nedir? Bu gün aşûre pişiriliyor. Bunun nedeni ve hikmeti nedir? Sünnet midir, örf müdür? Bu gün oruç tutulur mu?”
Hazret-i Âdem Aleyhisselâm zamanından beri müstesnâ bir gün olarak tanınan Muharrem’in onuncu gününe Aşûre günü deniyor. Arapça “aşr” veya “âşir” kelimelerinden türetilmiş olan “aşûre”, onuncu gün demektir. Aşûre gününe izâfe edilen bir hayli tarih vardır. Özetlersek; Allah Teâlâ’nın Arşı, Melekleri, gökleri, yeri ve Hz. Âdem Aleyhisselâm’ı bugün yarattığı; Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’ın gemisinin Cûdî dağına bugün oturduğu; Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın balığın karnından bugün çıkarıldığı; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsa Aleyhimüsselâm’ın bugün doğdukları; Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın Nemrut’un ateşinden bugün kurtulduğu; Hazret-i Yakup Aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf Aleyhisselâm’a bugün kavuştuğu; Hazret-i Eyüp Aleyhisselâm’ın hastalıktan bugün şifâ bulduğu; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın kavminin Firavunun zulmünden bugün kurtulduğu ve Firavunun bugün denizde boğulduğu; Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’ın tövbesinin bugün kabul edildiği; Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bu gün mülk verildiği; Hazret-i Îsa Aleyhisselâm’ın bugün gökyüzüne yükseltildiği rivâyetleri mevcuttur. Bu haberlerden bir kısmının Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından da doğrulandığı bilinmektedir. Medîne’ye hicretinden sonra Yahûdîlerin Aşûre gününde oruç tuttuklarını gören Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisi bildiği halde: “Bu ne orucudur?” diye sordu. Yahûdîler: “Bu gün salih bir gündür! Bu gün Allah’ın, Beni İsrâil’i Firavunun elinden kurtardığı gündür! Mûsâ (as), bu İlâhî lütfa şükür için oruç tutmuştur. Bundan dolayı biz de tutarız!” dediler. Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm da bu haberi yalanlamayarak: “Biz Mûsâ’nın sünnetini ihyâ etmeye sizden daha ziyade lâyıkız!” buyurdu, o gün oruç tuttu ve ashaba da oruç tutmalarını emretti.1 Buharî’de, Hazret-i Âişe’den (ra) de şöyle bir rivâyet mevcuttur: Câhiliyet devrinde Kureyş, Muharrem’in onuncu gününde (Aşûre gününde) oruç tutardı. Hicretten önce Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da bugün oruç tuttu. Medine’ye hicretlerinden sonra da Muharrem’in onuncu günü oruç tutmaya devam etti. Ashaba da bugün oruç tutmalarını emretti. Ancak Hicretin ikinci senesi Ramazan orucu farz kılınınca Muharremin onuncu günü orucunu bıraktı. Artık dileyen bu orucu tuttu; dileyen tutmadı.2 Hazret-i Âişe’den (ra) bir diğer rivayet de şöyledir: “Ramazan orucu farz kılınmazdan önce Müslümanlar Muharrem’in onuncu gününde (Aşûre gününde) oruç tutarlar ve Kâbe’ye yeni örtü örterlerdi. Cenâb-ı hak Ramazan orucunu farz kılınca, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm: “Muharremin onuncu günü orucunu tutmak isteyen yine tutsun; tutmak istemeyen de tutmasın!” buyurdu.3 Hazret-i Nuh (as) zamanından beri bütün Hak dinlerde makbul olan Muharrem’in onuncu gününde oruç tutmak, Yahûdiler için farz kılınmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) önceleri Muharrem’in onuncu gününde oruç tutmuşsa da, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra bırakmış ve Yahûdîlere muhalefet olsun diye bugün nafile oruç tutmak isteyenlere bir gün öncesinde veya bir gün sonrasında da oruç tutmalarını tavsiye buyurmuştur. Netice olarak, Muharrem’in onuncu günü bir gün önce veya bir gün sonrasıyla oruç tutmayı sünnet olarak zikredebiliriz. Bunun dışında Muharrem’in onuncu gününe mahsus olarak yapılagelen yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat ile karışık aşûre pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi davranışlar sünnet değil, mubahtır. Muharrem’in onuncu gününde “aşûre” adıyla bilinen aşı pişirmek ve dağıtmak da mubahtır, örfümüzce benimsenmiş bir âdettir. Bedîüzzaman Hazretlerinin “vak’a-i ciğersûz” diye nitelediği4 Hazret-i Hüseyin’in (ra) Kerbelâ’da şehid edilişi de, kaderin bir cilvesidir ki, Hicrî 10 Muharrem 61 yılında, yani bu gün vaki olmuştur. Muharrem’in onuncu gününün Şiâ için siyâsî önem içermesi ve bir matem günü olarak ilân edilmesi de bundandır. Bu vesileyle; bundan bin üç yüz yetmiş yıl önce bugün insafsızca şehit edilen ve Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra), Cevşenü’l-Kebîr’i ders aldığını bildirdiği iki imamdan birisi olan5 Hazret-i Hüseyin’in (ra) Cennet-mekân ruhunu bugün hayırla ve duâ ile analım.
Dipnotlar: 1- Sahih-i Buhârî, c. 6, Savm, No: 945. 2- Buhârî, c. 6, Savm, No: 944. 3- Buhârî, c. 6, s. 106. 4- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 99. 5- Bedîüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 183. 26.12.2009 E-Posta: [email protected] |