Muzaffer KARAHİSAR |
|
Küçük Çoban Mehmet ve sonrası |
Şehirden saatlerce uzakta ormanların, yaylaların ve yalçın kayalıkların bulunduğu Bingöl’ün Arik Köyünde çobanlık yapan küçük bir çocuk vardı. Küçük Mehmet’in babası ölünce annesi aynı köyden bir kişiyle evlenmiş. O, babasının öldüğünü hayal-meyal hatırlıyor. Onun küçücük dünyası, hayalleri, ümitleri de yaşadığı mekânlar gibi mahdut. Çok şeyler hayal etmek, güzel şeyler istemek, beklemek için, bilmiyor ki nedir onlar. Mektep yok, şehri bilmez, her şeyden mahrumiyet var. O mahrumiyeti de bilmez. Her günü büyük çobanlarla, yaylada hayvan otlatmakla geçiyor. Uzamış, bakımsız saçları, güneş kavruğu yüzü ve gülmek nedir bilmeyen çehresinden, haksızlığa gözleriyle sert bakışlar atmanın haricinde yapabileceği bir şeyler olmadığının bilincinde. Çalı çırpıların ve dikenlerin içinde dolaşarak üstündeki eskimiş entariyi ve paçaları eskiyerek kısalmış pantolonunu, keçi derisi çarığı tamamlıyordu. Çobanlık işte; bir değnek, ekmek torbası ve içindeki azığı onun Bingöl yaylalarında ve sarp yamaçlarındaki dünyalık varlığı... Bir de can yoldaşı Karabaş. Dokuz yaşındaki bir çocuk hayatın yükünü, sıkıntısını ve yetim, kimsesiz ve korumasız olmanın; yalnızlığın kahredici üzüntüsünü iç dünyasında yaşamış; hatırladıkları kadarıyla yoksulluğun, yorgunluğun, himayesizliğin bir çocuk dünyasında meydana getirdiği çaresizlikleri ve fırtınaları anlamak için, mazideki Arik Köyünün kuş uçmaz, kervan geçmez dağlarında, yaylalarında beraber bir gezinti yapalım, isterseniz: “Köyümüz ormanlığa çok yakındı. Ormanların içinden geçerek otlakların olduğu yaylaya hayvanlarımız gütmeye götürürdük. İçlerinde en küçük, çelimsiz ve kimsesiz olanı da bendim. Üvey babamın hayvanlarını öteki çobanların hayvanları ile birlikte gütmek zorundaydım. Tek başıma ıssız dağlara, ormana, sarp yamaçlara çıkarak hayvan otlatmama imkân yoktu. Bu imkânsızlığımı bilen çobanlar bana olmadık işkence yapıyor, sıkıntı veriyorlardı. Herkesin hayvanlarını ben çeviriyordum. ‘Koş Mehmet oraya, buraya, hayvanları getir, götür, çevir…’ Onlar gölgede oturuyor, akşama kadar ben ayakta, oraya buraya koşturup duruyordum. Bazen yorulup geç kaldığımda döverler, hakaret ederlerdi. Bu haksızlık ve vicdansızlıktı. Onlara itiraz bile edemezdim. Yetişemediğim, geciktiğim zaman, dövmenin temposunu arttırırlardı. Bazen ağaca bağlayıp dövdükleri de olurdu. O vicdansızlıkları sadece Allah’a şikâyet ederdim. Bir gün annem banyo yaptırırken vücudumdaki sopa izlerini görünce bana kimin dövdüğünü sormuştu. Ben de söyledim. Annem o aileye tembih etmeye gittiğinde, döverek geri gönderdiler… İyi kötü her zaman yan yana, iç içe olur. Beni çobanlardan bazıları döverken bazıları güler, kahkaha atarlardı. Bazıları da ‘yapma’, derlerdi, ama fazlada bir şey yapamazlardı. Yorgunluk, işkence, umutsuzluk, kimsesizlik canıma tak demişti. Hayvan gütmeye gitmeyeceğimi söyledim, anneme. Onun söylediği hiç aklımdan çıkmıyor: “Üvey baban duyarsa, ikimize de ekmek vermez.” Anneme her sabah yaylaya gitmeyeceğimi söylerdim, o da zorla gönderirdi. Ancak zalimlerin zulmü de gittikçe artıyordu. Bir gün beni toprağa gömdüler. Hepside kahkaha ile gülüyorlardı. Sonradan toprağı eşeleyerek kurtuldum. Bu işkenceleri, yıllar sonra, Peygamberimiz (asm) zamanında Müslümanlara yapılan işkenceleri anlatan filmde gördüm. Yaylaya hayvan otlatmaya gitmeyeceğimi söyledim, sabah hayvanları götürmedim. Annem bana yalvardı, yüzüme güldü. Baktı olmuyor; beni o da dövdü... Küstüm. Ormana doğru gidiyordum artık. Annem çok ısrarla dönmemi istiyor, hayvanların kapının önünde yığılıp kaldığını, başka otlatacak kimse bulunmadığını, yanlış yaptığımı söylüyordu. Ben de inat edip, dinlemeyip, başımı alıp giderken; ikinci eşi ile onun itaatsiz üvey çocuğu arasında kalmış zavallı, kimsesiz ve çaresiz bir kadının arkamdan yaptığı bedduâları işitiyordum: “İnşallah yüzün gülmesin” diyordu. Ben ıssız ormana gidip saklandım. Çocuk dünyamdaki itirazlarım, isyanlarımla artık orada yaşama yanlışına karar verdim. Gündüzleri gizlice gelip ekmek alıp tekrar ormana saklanıyordum. Baktım bu da yol değil. Pişman oldum, annemin durumunu düşündüm. Bir hafta sonra eve dönmeye karar verdim. Bir öğle vakti eve doğru yaklaşınca beni gören Karabaş koşarak geldi, ön ayaklarını omuzuma koyarak yüzümü, gözümü yalamaya, sevinç gösterisi yapmaya başladı. Galiba beni o herkesten fazla özlemişti. Sonra annem beni gördü ve başladı azarlamaya; akılsızlığımdan, başının belâsı olduğumdan olanca hakaretlerini gözyaşları ile ilenerek sayıp döküyordu. Bana annemin yaptığı azarlamaları işiten Karabaş sevinci bıraktı, yere yattı, başını uzattı ve bana bakarken, taşların üstüne gözyaşlarını damla damla akıttığını görüyordum. Benim için üzülecek ondan başka da kimse yok, diye düşündüm. Hayatımda doğruluktan hiç ayrılmadım. Çobanlar beni zorla başkasının tarlasına bostan çalmaya gönderirlerdi. Sonra da benim çaldığımı tarla sahibine haber verirlerdi. Ben de her şeyi olduğu gibi anlatırdım. Benim gördüğüm küfür, hakaret, dövme, aşağılama, haksız çalıştırmaları başka insanlara yapsalardı o kişi bütün insanlara düşman olur, eline fırsat geçince de intikam alırdı. Ben Allah’a güvendim, dayandım, sabır ettim. Yıllar rüzgâr gibi geçti. O yıllardaki yokluk, açlık, mahrumiyetin hepsi geride kaldı. Allah’ın insana ne kadar çok nimetler verdiğini, şükür etmek gerektiğini zaman bana öğretti. Bana haksız yere zulüm eden çobanlar hepsinin sonu kötü oldu. Çeşitli musîbetlerle karşılaştılar. En zalim olanlarından bir tanesi akıl hastası oldu, bağıra bağıra zincire vurularak ölümünü bekledi.” Çoban çocuk Mehmet, büyüdü, uzadı, yağız bir delikanlı oldu. Yalın ayak, başı açık, aç susuz, ıssız dağlarda, yalçın kayalıklarda çobanlık yapmak geride kalmıştı. Başkalarının horladığı, hakaret ettiği, dövdüğü, kovduğu zavallı çoban çocuk gitmiş; yerine Adana’ya göçüp giderek iş-güç, çoluk-çocuk sahibi Mehmet Usta gelmişti. Her şey bollaşmış, çoğalmış yoksulluktan eser kalmamıştı. Bir konu hariç!... Sebebini bilmediği bir acı, üzüntü, pişmanlık, sürekli içini kemiriyor, huzursuz ediyordu. Sanki mutluluğu; Arik Köyünün yaylalarında uçan göçmen kuşları ya da yağmur bulutları gibi savrulup gitmişti. Yağız bir delikanlı olarak köyünden çıkan çoban Mehmet; şimdi karşımda zayıf, hasta ve yaşlı bir insan olarak oturuyordu. Arka arkaya gelen musîbetler, hastalıklar, mutsuzluklar gittikçe artarak devam ediyordu. Kazandıklarının tamamı Arik Dağlarındaki mor ufuklardan, sisli yağmur bulutlarının arasından akşam güneşinin kayıp gittiği gibi kaybeden Mehmet Amcanın: “Kader beni buraya gönderdi. İş, eş, evlât, para boşmuş. Hayat boş ve yalanmış...” ifadeleri, rahmetli annesinin söylediği: “İnşallah yüzün gülmesin!” sözlerini hatırlattı ve uzun uzun düşündürdü…
28.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları |