Görüş |
Maneviyâtımız şizofrene mi yakalandı?
Günümüz Müslümanlığında dünyevîleşme sorunu birçok sıkıntı doğuruyor. Artık insanlar mânâ âlemini maddiyâtla doldurma gayreti içindeler. Özellikle ebeveynlerde oluşan “Oğlum paşa (mühendis, doktor, hâkim, savcı) olsun!” anlayışı, maddiyâtı ön plana itiyor. Bu maddiyatçılık, gençliğin dünyasını âfâkî malayaniyatla doldurmaya devam ediyor. Bu tür bir yaklaşım, “hayatı iman ile hayatlandırmak” yerine internet kafelere, haram muhabbetlere, aile içi anlaşmazlıklara yol açıyor. Manevî havanın bozulması ise, “manevîyâttan yabanîleşmiş bu asırda”, “kudsî evrâdlarda zevk, şevk yerine, esnemek ve fütur” getiriyor. Artık asrımızda sürekli meydana gelen bu tip olaylara alışmış sayılırız. Zirâ erkek öğrencilerde süre gelen “iş bulma kaygısı”, bayanlarda meydana gelen “ekonomik bağımsızlık” ve taviz vererek “ilmi tahsil etme(!)” mücadelesi olağan bir hâl aldı. Risâle sohbetlerinde mânevî atmosfere giren bir kişinin dünya algısı değişebiliyor. Hatta okuma programlarında çok farklı bir tablo ortaya çıkabiliyor. Ancak sohbet çıkışında veya okuma programından bir müddet sonra (yaklaşık 15 gün) eski hâl devam ediyor. Bu değişiklikler de, insanın ruhunda “manevî bir şizofren” meydana getiriyor aslında. “Manevî şizofren”, ilgilendiğimiz ve gördüğümüz kişilerin çoğunluğunda meydana gelen bir hastalık. Hastalık diyorum, çünkü artık bu boyuta ulaştığını düşünüyorum. Kıyas yapacak olursak; Maddî şizofren, düşünceleri, algıları, duyguları ve davranışları etkileyen ve hastanın fiilî işlevinde önemli bozukluklara sebep olan bir hastalık çeşidi olarak tanımlanıyor. Bu tür hastalarda bellek, problem çözümü ve planlama gibi düşünce süreçleriyle ilgili bozukluklar ortaya çıkabiliyor. Mânevî şizofrenin ortaya çıkardığı sorunlar da farklı sayılmaz. Harama nazar ile “unutkanlık hastalığı”, beyne giren her bir şüphenin vesvese boyutunda derin bir yara bırakması gibi fikrî ve rûhî yapımıza büyük hasar veren desise-i şeytaniyeler… Maddî şizofren bir beyin hastalığı olmakla birlikte diğer kronik hastalıklar (şeker hastalığı, astım, romatizma…) gibi alevlenme ve yatışma dönemleri gösteriyor. Mânevî şizofren ise kalbin ve ruhun ortak hastalığı olup, diğer hastalıklar (nisyan, tövbe edip bozma hastalığı, depresyon…) gibi artış ve yatışma dönemleri gösteriyor. Maddî şizofren genel olarak 15-25 yaş aralarında başlıyor. Hastalık ne kadar erken yaşta başlarsa, bıraktığı etkiler de bir o kadar fazla oluyor. Manevî şizofrende de durum böyle devam ediyor. Ergenlik çağının girmesiyle değişen mânâ âlemi, 25-30 yaşlarına kadar sürekli bir çalkantı içinde kalıyor. Gençlik yıllarında bu tür mânâ boşluklarında dolaşan bir gencin, ileriki yaşlarda düzelmesi oldukça zorlaşıyor. Zirâ kişi, birçok alışkanlığını bu yaşlarda kazanıyor. Bu anlamda Üstad Hazretlerinin “bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum” demesi mânidardır. Maddî şizofren Türkiye’de 600 bin civarında rastlanırken, maalesef mânevî şizofrene uğrayan gençlerin sayısı bundan bir hayli fazla. Mânevî şizofren tedavi edilebilir bir hastalık. Başta, çocuklarının “dünyada paşa, ahirette geda” olmasını istemeyen anne-babaların daha dikkatli olmaları gerekiyor. Daha sonra gençliğin ‘mânevî oksijen deposu’ hükmünde olan ‘risâle sohbetleri’ne sık sık uğraması sağlanmalı. En etkili çözüm ise, günlük risâle okumalarımızı aksatmamak. Okuma programları gibi aktiviteler tedavi için bire bir. Yalnız biz bu tür programları sürekli olarak ilköğretim, lise ve üniversite seviyelerinde yapıyoruz. Hâlbuki bu atmosfere herkesin ihtiyacı var. Her yaştan insanın, okuma programlarında “şu dağdağalı dünya hayatından” biraz sıyrılıp, Hâlık-ı Rahman’ın kapısını niyazdar bir kul olarak çalması gerekiyor. Öyle ise O’na dönüp, O’nu razı etmeli, O’ndan medet istemeli…
|
FURKAN DEMİR 28.12.2009 |
İnsan bir yolcudur
Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine birçok şey lâzım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder, huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile birçok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır. Elbette bu hazırlıkları yapan kimse, bir takım zorluklar ve sıkıntılar yaşayacaktır, fakat yolculuğunun sonunda rahat edecektir. Bir gelin bile annesinin evinden ayrılıp kocasının evine giderken, çeyizini ve eşyalarını beraberinde götürür. Çünkü yeni bir ev kuruluyor ve gelin yeni bir yuvaya gidiyor. Orada kendine, ailesine lâzım olan eşyaları temin etmesi gerekmektedir. Okul yolcusu olan bir öğrenci, okuluna giderken çantasını ve eşyalarını beraberinde götürüp harçlığını yanına alması kaçınılmazdır. Tarlasına, bahçesine, dükkânına giden bir kimse, orada kendine lâzım olan malzemeleri temin edip beraberinde götürmesi icap eder. Bir uzay araştırmacısı ve yolcusu olan astronot, aracını, elbisesini ona göre hazırlayıp yola çıkar. Savaşa giden bir asker, her türlü araç, malzeme, iâşe, silâh ve teçhizatını hazırlayıp yola öyle çıkar. Çünkü ileride bunların hepsine kendisi, zaman içerisinde ihtiyaç duyacaktır. Hazırlığını iyi yaptığı takdirde de hedefine en iyi şekilde ulaşıp muzaffer olacaktır. Şimdi iyice düşünelim; insan, dünyada bir yolcu değil mi? Elbette, insan, âhirete giden bir yolcudur. Bu öyle bir yolcu ki, ruhlar âleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu. Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu. Bu kadar yollarda kendisine elbette birçok hazırlık yapması gerekir. Varacağı ahirette rahat etmesi de bu yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Zira eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada hazırlığını yapan ahirette karşılığını görecektir. Evet, insan şu dünya içinde bir yolcu olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır. “Dünya madem fanidir, hem madem ömür kısadır, hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur, hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır, hem madem dünya sahipsiz değil, hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hâkim ve Kerim bir Müdebbiri var, hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır, hem madem ‘Allah bir kimseye gücünün yettiğinden başka sorumluluk yüklemez‘ (Bakara Sûresi: 286) âyeti sırrınca teklif-i malayutak yoktur, hem madem zararsız yol zararlı yola müreccahtır, hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır; elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahiretini unutmasın, ahiretini dünyaya feda emesin, hayat-ı ebedîyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malâyani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (Mektûbât, s. 7)
|
MEHMET ERBAŞ 28.12.2009 |
Kur’ân elmasları satış dükkânı (2)
Geçen hafta bugün “Kur’ân Elmasları Satış Dükkânları olan Bürolarımız”la ilgili şu suâlleri sormuş ve bunlara cevap aramıştık: Acaba bu Nur menzillerinden tevzî edilen Nurlarla kaç kişi imanını kurtarmıştır? Kaç kişi, bu elmas dükkânlarında fiilen veya meccanen görev alan güler yüzlü, nur kahramanlarının sohbet, iknâ ve tebliği sonucu nur kervanına katılmıştır? Kaç kişi ekseriyetle bu bürolardan dağıtımı yapılan, Bab-ı Ali’nin medar-ı iftiharı, nurun naşir-i efkârı, hakikatin gür sesi ve yılmaz savunucusu Yeni Asya gazetesinde neşredilen hakikatleri okuyarak Kur’ân’a talebe olmuştur? Kaç kişi hakikatte baş yazarı olan ve resminin sülieti altındaki yazılarını okuyup ilham alarak Bediüzzaman’la tanışmak istemiştir? İhtilâl günlerinin keşmekeşliğinin en ağır şartlarında, bir çok gazete bürosunun iç ve dış tehditlerle kapalı olduğu dönemlerde, ihtilâllere karşı çıkıp demokrasiyi alkışlayan Yeni Asya gazetesinin bürolarında kaç kişi hakikatle tanışmıştır? Elbette ki sorular çok uzundur, fakat cevabı çok net ve kısadır. 40 yıldır yurt içinde ve yurt dışında sayıları on binleri, belki de yüz binleri bulan kişiler direkt veya dolayısıyla Yeni Asya ve büroları vasıtasıyla Kur’ân hakikatleri ile tanışmışlardır. Kâinat kitabının esrarını bize ders veren Yüce Resûl’ün (asm) “Seninle bir kişinin imanının kurtulması, sahralar dolusu kırmızı koyun ve deve tasaddukundan daha hayırlıdır” müjdesini düşündüğümüzde, Nur menzilleri mânâsını ifa eden Yeni Asya’mızın değeri göklerde dalgalanarak bayraklaşır. Öğrencilik yıllarımdan hatırlıyorum: Yeni Asya bürolarının bulunduğu yerlerin alt ve üst katlarında veya aynı büronun bölünen belli bir kısmında, harıl harıl sohbetler yapılıp yoğun şekilde Kur’ân hakikatleri olan Risâle-i Nurlar okunurdu. Hatta bir çoğumuz Nurlarla ilk defa bu menzillerde müşerref olduk. Buralarda gözden kaçmaması gereken husus, bu büroların insanlara daha çabuk ulaşılması ve Nurlarla tanıştırılması konusunda basamak görevi yaparak, Nurun bir menzili olma hususiyetini güçlendirmesidir. Bunun için Yeni Asya bürolarında öncelik ticârî endişe değil; hizmet endişesi olmalıdır. Ayrıca Üstadımızın her evin bir medrese-i Nuriye olması gerektiği fikrine, her iş yerinin de kendi imkânları içinde Kur’ân hakikatlerinin tebliğ edildiği bir Nur menzili olması fikri de girmektedir. Bu durumda Yeni Asya bürolarının daha da güçlendirilmesi, yeniden gözden geçirilerek hizmetin önemli bir şubesi olduğu benimsenip, vakti müsait olanlar uygun vakitlerde büro ve dershanelerdeki hizmetlere fiilen katkıda bulunmaları gerektir. Şurası da bir gerçektir ki, hizmetler himmetler ölçüsünde büyüyüp gelişecek; her himmet erbâbı müşterek manevî havuzdan himmeti ve hasenatı ölçüsünde pay alacaktır. O halde bize düşen, Risâle-i Nur hakikatlerinin dünyanın her yerinde mânevî fetihler gerçekleştirdiği bir dönemde “Nurun girmediği ev ve gönül kalmasın” parolasıyla dünyaya ve insanlığa açılan Yeni Asya misyonunu güçlendirmek için, maddî-mânevî ne fedakârlık gerekiyorsa yapıp; tenkit yerine bardağın dolu tarafındaki hayatî hizmetleri görüp gazetemize, bürolarımıza dershanelerimize ve içtimâî fikirlerimize sadakat ve ihlâsla sahip çıkmamız elzemdir. Hizmetimizin bu günlere gelmesinde, evini ve işyerini Nurun tebliğ edildiği Nur menzilleri hâline getiren, büro, dersane ve Nurların tebliğine kendi işinden fazla ehemmiyet veren ve sahip çıkan gönül erlerinin katkısını bütün ruh-u canımızla alkışlıyoruz; onları Hz. Resûlullah (asm) alkışlıyor, Mele-i Ala alkışlıyor, Hz. Üstad alkışlıyor ve melekler alkışlıyor. Allah’a emanet olun; bir başka muhaverede buluşmak ümidiyle İnşaallah...
|
ABDULLAH ŞAHİN 28.12.2009 |