Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Statükoları koruma mücadelesi veriliyor |
Kürt sorunun geldiği aşamayı nasıl yorumluyorsunuz? Mevcut şartlarda, Kürt sorununda iyice içinden çıkılmaz bir noktaya doğru sürüklendiğimizi düşünüyorum. DTP’nin kapatılmasının ardından dün (24 Aralık) yapılan KCK Operasyonu ve DTP’li belediye başkanlarının gözaltına alınması, Demokratik Açılım süreciyle tamamen ters düşüyor.
İRA sorunun İngiltere’nin işgali sonrası ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Türkiye’de sorun bir işgal sorunundan çok ve özgürlükler sorunu mu? Bu hangi açıdan baktığınıza göre değişiklik gösterebilir aslında. Milliyetçi Kürtler arasında TC’yi işgalci güç olarak gören bir kesim var. Ancak ben kendi açımdan bu sorunun özünde Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren kurgulanan “vatandaşlık” kavramıyla iyice belirgin hale geldiğini düşünüyorum. Bu kavramın içinde bahsettiğiniz özgürlük sorunu da mevcut elbette. “Güçlü Devlet” kurgulaması kapsamında vatandaşından “görevler ve ödevler” bekleyen bir devlet anlayışı var. Vatandaşı devletten korumak yerine devleti vatandaşından koruyan çarpık ve paranoyak bir sistem bu. Nitekim 12 Eylül Anayasası’nda da bunların birebir yansımasını görmek mümkün. Anayasa’nın değiştirilmesi, demokratik, haklar ve özgürlükler açısından geniş ve kapsayıcı yeni bir anayasa oluşturulması şart.
Bu açıdan bakıldığında Kürt sorununun aktive olması cumhuriyetle birlikte mi olmuştur? Aslında Kürt sorunu 1848’lerle birlikte patlak vermiş bir sorundur. Yavuz Sultan Selim döneminde, 1514’deki Çaldıran Savaşı sonrasında Kürtlere bir tür özerklik tanınmıştır. Bu sayede sağlanan Türk-Kürt barışı 1808 yılına kadar devam etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı’nın ülkeyi merkezîleştirme politikaları sonucu 1848’de yakın tarihli ilk Türk-Kürt çatışmalarının başladığını söylemek mümkün. Ancak Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, kurucu kadroların “bütün unsurlarıyla homojen ve tek tip yeni bir ülke yaratma” isteği, Türk kimliğinin yeniden kurgulanması ve dinen Sünnî Müslüman ve etnik olarak Türk olmayan bütün birimlerin “millî proje”nin dışına itilmesi sonucunu doğurmuştur. Kürt sorunu da o tarihten itibaren bugünkü veçhesini almaya başlamıştır.
İngiltere’nin İrlanda topraklarını işgal ederek topraklarına el koymak, öğretmenlik yaptırmamak, farklı mezheplerle evlenmelerini yasaklamak, İrlandalı aileleri Ada’dan sürerek Ada’yı İngilizleştirmek gibi faaliyetler içinde olduğunu yazdınız. Ancak Türkiye’de insanlar birbiriyle evli v.s... Türkiye’de yaşanan sorunu birebir İRA üstünden çözmek mümkün mü? Hayır, ebette söylemeye çalıştığım bu değildi. Sadece Kuzey İrlanda’da sorunun kökenlerinin nereye kadar dayandığını göstermeye çalışıyordum. Her ülkenin kendi farklı parametreleri vardır. Fakat Türkiye’de insanların birbirleriyle evli olması sebebiyle sorunu bu bakış açısıyla değerlendirmek son derece indirgemeci bir yaklaşım olur. Evet, birbirimizle evleniyoruz, ama hâlâ meselâ gayrimüslim vatandaşlarımızın uygulamada yasaklı olduğu işler, ya da ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördükleri durumlar var. Kürtler için de durum uygulamada aynı. Neden polise taş atan Kürt çocuklar hapse atılırken, DTP milletvekillerine taş atan İzmirli sarışın kadın hakkında en ufak bir yasal soruşturma açılmıyor meselâ? Bu noktada da Kuzey İrlanda sorunu ile Kürt sorunu köken ve ortaya çıkış olarak birebir birbirlerine benzemiyor elbette. Ancak siyasî iradenin yanlı uygulamaları sonucunda ortaya çıkan toplumsal durumlar arasında iki sorunla da paralellikler kurmak mümkün. Kuzey İrlanda’da Protestanlar ile Katolikler arasındaki toplumsal kırılma/yarılma bir nebze de olsa gitgide ülkemizde görülen ve bence çok tehlikeli olan Türk-Kürt ayrışmasına benziyor. Dolayısıyla o yazımda, toplumsal parametrelerden yola çıkarak bu sorunu nasıl çözebileceğimiz konusunda bir öneri sunmaya çalıştım. Sorun sadece siyasî gözüküyor olabilir, ancak toplumsal ve kültürel yansımaları olduğu ve olacağı da muhakkak. Bu noktaya gelmeden, yani iki halk birbirine “öteki” ya da daha kötüsü “düşman” olarak bakmaya başlamadan önce bir önlem alınmalı diye düşünüyorum.
Türkiye’de halklar birbirinden ileri derecede öteki gibi algılanmamış. Tabiî, bazı resmî araçlar ve medya kullanılarak bir takım karşıtlıklar oluşturulmuş. Türkiye bu açıdan çözüme daha yakın diyebilir misiniz? Aslında, yaz aylarında hükümet demokratik açılım projesini gündeme getirmeye başladığı sırada, bu duruma çok sevinmiş ve umutlanmıştım. Türkiye halkları arasında sadece bu topraklarda görülebilecek türden bir birleştirici çimento olduğuna inanıyorum. Zaten aslında bu zamana kadar olan biten bunca şeyden sonra bile hâlâ dağılmamış olmamızın arkasında yatan etkenlerden biri de bu bence. Ancak her iki tarafın siyasî duruşundaki yanlış uygulamalar sonucu toplumda karşılıklı olarak büyük bir gerginlik ortaya çıktı. Dolapdere, Muş v.s. eylemleri de bunu ispatlıyor. Yıllardır siyasetin üstüne bina edildiği Türk milliyetçiliği bir noktada “antitezi” olan Kürt milliyetçiliğini de doğurmaya başladı. Bu noktadan sonra akılcı ve kapsayıcı bir politika izlenmezse durumun daha kötüye gitmesinden endişe ediyorum doğrusu.
İRA ve PKK; İngiltere ve Türkiye karşılaştırması yapabilir misiniz? Aslında ayrılıkçılık hedefi güden bütün terör örgütlerinin ortak paydaları mevcuttur. Dolayısıyla taktik ve stratejiden tutun da lojistik desteğe kadar IRA ve PKK’nın arasında da büyük benzerlikler var. Ancak IRA, 1916 yılından beri Kuzey İrlanda’dan İngiltere’nin atılması için savaşıyor ve çok eski, çok köklü bir örgüt. Dolayısıyla 2005 yılında silâhları bırakana kadar, gerek siyasî strateji, gerekse izlediği yöntemler açısından genelde düz bir çizgiyi takip etmiş ve bağımsızlık hedefine ulaşılmasa bile, Kuzey İrlanda halkının tatmin olacağı bir siyasî çözüm bulunduğu anda eylemlerine son vermiştir. PKK’nın son Reşadiye saldırısından sonra siyasî olarak ne yapmaya çalıştığı da iyice belirsizleşti bence. DTP’nin barış sürecinde siyasî irade olarak var olmak yerine PKK’nın gölgesinde bir “aracı kurum” gibi görülmesi, bence Kürt hareketine de büyük darbe vurmuştur. Ancak mevcut siyasî şartlar altında DTP’nin de başka çıkar yolu yok gibi gözüküyor. Yani, eğer Kürt sorunu ya da Kürt bölgesini temsil edebilecek başka Kürt partileri olsaydı (Bask Ülkesi’ndeki gibi) o zaman DTP’ye “şiddetle yollarını neden ayırmıyorsun?” diye yüklenmeye hakkımız olurdu. Oysa şimdi PKK’nın tabanı ile DTP’nin tabanı aynı. Dolayısıyla DTP’nin PKK’yı terör örgütü olarak nitelemesi, ya da parti içindeki şiddet yanlılarını tasfiye etmesi beklenemez. Şu an “birlikten kuvvet doğar” taktiğine sığınmaktan başka çareleri yok. Bizde de seçim barajı İspanya’daki gibi yüzde 3’e indirilse ve siyasî durum başka Kürt partilerinin TBMM çatısı altında temsil edilmesine izin verse, o zaman Kürt sorunu da çok başka ve olumlu bir ivme kazanır. İngiltere ile Türkiye arasındaki karşılaştırmaya gelince, o konuda İngiltere’nin Türkiye’deki hiçbir siyasî partinin gösteremediği iradeyi göstererek Sinn Fein ile masaya oturmasını, en büyük fark olarak söyleyebiliriz. Teröre gerçekten son vermek ve barışçıl bir çözüm bulmak istiyorsanız, elinizi taşın altına sokmanız gerekiyor. İngiltere’de Tony Blair yönetimi işte bu cesareti gösterebilmiştir. IRA sorununun silâhlı mücadeleyle sona erdirilemeyeceği gerçeğini kabul etmiştir. Türkiye’nin yapması gerek de budur. PKK terörü ya da Kürt sorunu silâhlı mücadeleyle sona erdirilemez. Öyle olsaydı, 30 senedir dünyanın en büyük ordularından biri olan Türk Ordusu bu savaşı çoktan kazanmış olurdu ve 50 bin insanımız da ölmezdi. Demek ki başka bir çözüm aramak lâzım artık. Konjonktür bunu dayatıyor.
Türkiye’de yeni dönemde çatışma mı, yoksa uzun yıllardır bütün yönlendirmelere rağmen halklar arasında çatışmayı engelleyen birlikte yaşama isteği mi galip gelecek? Buna cevap vermek için şu an erken olduğunu düşünüyorum. Eğer acilen ‘Açılım’ın ciddiyeti geri kazandırılmaz ve eski DTP ya da Kürt siyasetçilere uygulanan bu yıldırma/bastırma politikalarına son verilmezse, ilk senaryonun gerçekleşmesi ihtimali var ne yazık ki! Ancak tabiî ki hepimiz halklar arasındaki sağduyunun ve bu topraklarda yüzyıllarca birlikte yaşamış olmanın getirdiği dostluğun galip çıkmasını diliyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin milleti asker olarak yetiştirme politikası Kürt sorununda kendini nasıl gösteriyor? Aslında buna “milleti asker olarak yetiştirme”den ziyade, militarist bir zihniyetin siyasette ve aslında bütün toplumsal hayatımızda da hüküm sürmesi demek daha doğru olur. Bütün militarist zihniyetler zaten doğası gereği antidemokratiktir. Sistemin merkezini devletin bekası olarak alırsanız, onu korumak adına kendi vatandaşınızı düşman belleyen bir paranoyaya da kapılırsınız. Türkiye’de olan şu an budur. Muhalif seslerin farklı yöntemlerle susturulması ve devlet mekanizmasının ordu aracılığıyla yeniden üretilmesi sonucunda bugün durduğumuz noktaya geldik. Türkiye’deki başta demokrasi ve özgürlükler olmak üzere pek çok sorunun temelinde bu yatmaktadır. Devlet bizim adımıza her şeye karar vermeye çalışıyor. Giyim kuşamımızdan, konuşacağımız dile ve kendimizi ifade ettiğimiz kimliklere kadar her şeyi “tektipleştirme” amaçlı arkaik bir zihniyet mevcut. Öncelikle bu zihniyetin değişmesi lâzım. Bütün kurumlarıyla devletin reforme edilmesi kaçınılmaz duruyor.
Öbür taraftan açılım sürecinin siyasî bir araca dönüştürüldüğünü söylüyorsunuz? Bunu biraz açar mısınız? Türkiye’de muhalefet partilerinin zihniyetlerini değiştirmesi şart. Mevcut durumda CHP ve MHP, iktidar partisinin her uygulamasına karşı çıkmayı ve halkı bu yönde galeyana getirmeyi “muhalefet etmek” sanıyor. AKP’nin birçok politikasını bizzat eleştirmiş ve hiçbir zaman AKP’ye oy vermemiş ve vermeyi de asla düşünmeyen bir akademisyen olarak, ben ‘Demokratik Açılım’a büyük destek veriyorum. Çünkü sağduyu bunu gerektiriyor. Bu topraklarda kaç nesil evlâdımızı teröre kurban verdik. Dağa çıkan da, peşinden onu kovalayan da bizim evlâdımız. Öncelikle muhalefet partilerinin bu gerçeği anlaması gerek. Savaşarak bir şey kazanamayacağımız ortada. Başta muhalefet partileri olmak üzere, bir takım siyasî odaklar ve son günlerde bizzat AKP’nin kendisi Kürt sorununu siyasî bir araç haline getirdiler. Oy toplamak için her şekilde kullandıkları bir siyasî araç. Açılım sürecinde Türklerin millî duygularını fena halde kaşıyan muhalefetin oy oranında artış kaydedilirken, çok doğru bir iş yapmakta olan AKP’nin oy oranı düştü. İşin içine bu kaygılar da girdiği için belki de acilen DTP’lileri gözaltına alma operasyonları başlatıldı. Kaybedilen oyların geri kazanılması hedefleniyor olabilir. PKK’nın üniter yapıyı değiştirmek gibi bir amacı olmadığını söylüyorsunuz. Peki, PKK neden açılım sürecinde şiddete başvuruyor? Son kırk yıldır PKK ve TC ordusu arasında o bölgede, ben dâhil hiçbirimizin bilemeyeceği kadar büyük bir derin durum var. Savaşın ötesinde bir takım pazarlıkların döndüğünü birçok gazeteci de yazdı, çizdi bu güne kadar. Bunu ona istinaden söyleyebiliyorum, ama içerik hakkında bir bilgimiz yok. Bu süreç şeffaf bir süreç değil. Kendini bunca zamandır o bölgenin “hâkimi” hisseden bir örgütün bu ayrıcalığından kolay kolay feragat etmesini bekler misiniz? Bu yüzdendir ki, IRA ve PKK arasında bir karşıtlık olduğunu ifade etmek mümkün: IRA, barışçıl ve siyasî bir çözüm bulunduğu anda silâhları bıraktı ve şiddet sahnesinden çekildi. PKK için aynı şeyi söylemek olası değil. Artık Kürt sorunu PKK’nın uğruna mücadele ettiği bir sorun olmaktan çıktı. Son olaylarla birlikte bir kesim Kürt vatandaşımız da bu gerçeği görmeye başladı. Bugünkü Kürt hareketi Türkiye’den kopmanın kendilerine bir yarar sağlamayacağının farkında. O yüzden çözümü de Misak-ı Millî sınırları içinde aramak taraftarılar. Kürtleri sistemin ne kadar içine çeker ve temsil hakkı tanırsak, onlara ne kadar kültürel ve siyasî hak verirsek, toplum olarak ne kadar özgürleşebilirsek, PKK’nın varlık sebebini de o derecede zayıflatmış oluruz. Ancak biz maalesef son zamanlarda bunun tam tersini yapıyoruz.
Öcalan iktidar alanını paylaşmak istemiyor mu? Evet, son zamanlarda olan bitene bakarak bunu söylemek mümkün. Öcalan kendisinin siyasî bir muhatap olarak kabul edilmesi için kendi iktidar alanını bu şekilde kullanmaya devam edecektir.
Kökleşmiş bu sorun üstünde devletin statükocu kanadıyla PKK kanadı arasında bir yöntem benzerliği görüyor musunuz? Yöntem benzerliğinden ziyade, strateji benzerliği görüyorum demek daha doğru olur. İki taraf da iktidar alanlarını kaybetmemek için statükoyu ne pahasına olursa olsun korumaya çalışıyor. Ancak bu, artık Türkiye için çok ağır bir bedel olmaya başladı. Her iki taraf için de söylüyorum bunu, hem Kürtler, hem Türkler için bedel gitgide ağırlaşıyor ve bunun altında ezilmemiz de an meselesi gibi duruyor.
PKK kendisi gibi düşünmeyen insanları bastırarak “demokrasi ve hak mücadelesi”nde samimiyetini kaybetmiş olmuyor mu? Bence buradaki samimiyet kaybı her iki taraf için de geçerli. Yani DTP’nin kapatılması ve belediye başkanlarının gözaltına alınması sonrasında ben Türk tarafının da barış yolunda gerçekten samimî olduğunu düşünmüyorum. Ancak, “terör” kavramı çok muğlâk bir kavramdır. Sizin gözünüzde “terörist” olan bir örgüt, başka bir tarafın gözünde “kurtuluş örgütü” olarak görülebilir. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bakın meselâ. 1970’lerde terör örgütüyken, liderleri Yaser Arafat aranan teröristler listesindeyken, bugün gelinen durum ne kadar farklı. PKK da bir kesim Kürt vatandaşımızın gözünde bu tür bir konuma sahip. Onlar PKK’nın eylemlerinin Kürt hareketine ne kadar büyük zarar verdiğini bizim gibi değerlendirmiyorlar. Türk tarafının yanlış politikaları sonucu, böyle değerlendiren insanlar olsa bile sığınacakları PKK dışında bir çatı göremiyorlar kendilerine. İşin en vahim noktalarından biri bence budur.
g AKP, DTP’den daha çok oy aldı. Bu açıdan bakıldığında Kürtleri PKK’nın temsil ettiğini söylemek çok doğru mu? Kürtler üzerinde PKK tekelinin kırılması gerekmiyor mu? DTP, Güney Doğu ve Doğu illerinden yüzde 67’ye yakın oranda oy topladı, ancak seçim sistemindeki çarpıklık ve barajın yüzde 10 olması sebebiyle TBMM’de yeteri kadar temsil edilemedi. Bu yüzden AKP’nin DTP’den daha fazla oy aldığını söylemek doğru bir ifade olmaz. Bu tamamen seçim sistemindeki adaletsizlikten kaynaklanıyor. Ancak Kürtleri PKK’nın temsil ettiği gibi bir ifadeyi de çok tehlikeli buluyorum ve bunun yanlış bir okuma olduğunu düşünüyorum. Kürtler üzerinde PKK etkisinin ya da tekelinin kırılabilmesi için Kürtlere, kendi istedikleri gibi Türkiye sınırları içinde bir takım federatif siyasî ve kültürel hakların tanınması gerekiyor. Bu durum zannedildiği ya da korkulduğu gibi bölücü değil, tam aksine, bütünleştirici sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca seçim barajının mutlaka düşürülüp, farklı farklı Kürt partilerinin kurulması ve Meclis’te temsil edilebilmesinin yolu açılmalı. Sadece DTP değil, sosyalist Kürt partisi, milliyetçi Kürt partisi, yeşil Kürt partisi, hayvansever Kürt partisi vs. gibi farklı siyasî duruşlarda Kürt partileri de kurulabilirse, Kürt halkı kendisini siyaseten farklı şekillerde ifade edebilirse, o zaman şiddete eğilim de gitgide azalacaktır. Bu süreçte her zaman tekrar ettiğim bir nokta var: PKK’nın varlık sebebini yok ederseniz terör de biter. Bunun yolu da Anayasal vatandaşlığın, demokratik hak ve özgürlüklerin, eşitliğin sadece Kürt bölgesine değil, bütün Türkiye’ye tanınmasıdır.
Türkiye’de, siz, son olarak “duygusal savaş”tan bahsettiniz. Bu duygusal savaş nasıl hafifletilebilir? On yıllardır iki taraftan da büyük kayıplarımız, büyük acılarımız oldu. Bahsettiğim “duygusal savaş”, özellikle iki taraf arasındaki toplumsal barışı zedeleyen ve “şehitlerimizin kanı yerde mi kalsın?” edebiyatı üzerine bina edilen ve genelde de muhafazakâr kesimin ya da açılım karşıtı muhalefetin kullandığı bir taktiktir. İnsanların millî duygularıyla oynadığınız, onlara “hedef” gösterdiğiniz ve onları galeyana getirdiğiniz sürece de duygusal savaş uyguluyorsunuz demektir. Öncelikle, bundan vazgeçmek lâzım. Türk insanının Kürtlere karşı tahrik edilmesinden, aynı şekilde Kürtlerin de Türkleri gitgide düşman gibi görmesine sebep olacak uygulamalardan kaçınmak lâzım. Aksi halde gene siyasî olarak araçsallaştırılan bu “duygusal savaş”ın sonu toplumsal bir kırılma olur.
Öcalan’ın, bir yandan sivil kanat güçlendiğinde tırpanlaması, öbür taraftan açılıma şiddetle karşılık vermesi Türkiye’deki sağduyulu kesime nasıl anlatılabilir? Öcalan, kendi iktidar alanını kaybetmek istemiyor. Kendisinin siyasî muhatap olarak görülmesini istiyor. Kontrolü kaybetmemek adına uygulanan bir siyasettir bu. Ancak, beğeniriz ya da beğenmeyiz, ama Doğu’daki Kürt halkının kendisine “kahraman” olarak seçtiği bir figürü daha ne kadar açılım sürecinin dışında bırakabilirsiniz, bunu da sorgulamak lâzım. Demokrat kesim son zamanlarda sürekli pompalanmakta olan bu “aşırı Türk milliyetçiliği” karşısında olan biteni dehşetle izliyor. ‘Sesi çıkmıyor’ demek bence doğru değil, belki de o çıkan sesler belli bir medya tarafından duyurulmak istenmiyordur sadece. Yoksa ben hemen hemen her gün bir takım solcu, sosyal/liberal demokrat ya da akademisyenlerin Kürt sorununun barışçıl çözümüne dair hem Öcalan’ı, hem de Türkiye’deki siyasî uygulamaları eleştirdiklerini biliyor ve duyuyorum meselâ.
Öteki taraftan, ‘resmî ideoloji’ sahibi devletin, bölge insanını kucaklaması için ne yapması gerekiyor? Öncelikle acilen Anayasanın değiştirilmesi gerek. 12 Eylül cuntasının antidemokratik ve kısıtlayıcı Anayasasıyla bu iş yürümez. Anayasadaki “vatandaşlık” kavramının yeniden tanımlanması lâzım. Etnik kökene dayalı “vatandaşlık” kavramı yerine her türlü etnik kimliğe eşit uzaklıkta duran ve her vatandaşı anayasal haklarla eşit statüde gören bir anayasa oluşturulmalı. Onun dışında, bölgedeki ekonomik ve sosyal durum hızla iyileştirilmeli. Bölgede çok yüksek bir işsizlik ve cehalet oranı var. İşsizliğin azaltılması, PKK’nın işsiz Kürt gençleri için çekim alanı oluşturmasının da önüne geçecektir. Ayrıca kültürel, dilsel ve siyasî hakların da ivedilikle tanınması gerek. Bunun da ötesinde daha kapsayıcı politikalar üretilmeli. Bu zamana kadar işleyen devlet yapısı, kapsayıcı değil, dışlayıcı bir nitelik taşıyor. Bunun değiştirilmesi şart. Ayrıca tabiî ordunun da operasyonlarını sona erdirmesi ve bunu özellikle sivil halkın kazanılması için gerçekleştirmesi çok önemli. Silâhlı çözüm bir işe yarasaydı, bu zamana kadar bunca kan akmazdı. Demek, artık farklı bir çözüm arayışı içine girmemiz gerekiyor. Ordunun da bu gerçeği artık kabul etmesi lâzım.
|
H. HÜSEYİN KEMAL 28.12.2009 |