Basından Seçmeler |
‘İç düşman’ı olan ülkenin işleri
DÜNYADAKİ ülkeleri belki şöyle sınıflamak lazım: ‘İç düşman’ı olan ülkeler ve olmayan ülkeler. Eminim pek çoğumuz, ‘İç düşmanı olmayan ülke ne demek?’ diye bir soruyu geçirecek aklından. Öyle ya, her ülkede şu kadar veya bu kadar ‘yıkıcı, bölücü, terörist’ unsurlar var. Ama hayır, ben bundan söz etmiyorum. Böyle unsurlar olsa bile, onları ‘düşman’ değil de ‘suçlu’ gören ülkeler var, bir de bizim gibi ‘düşman’ gören ülkeler. İşte ben bundan söz ediyorum. *** ‘Dost’ ve ‘Düşman’ askeri tabirler. Asker, ‘düşman’ını yok etmek için eğitim alır, onu ıslah edilmek üzere adalete teslim etmek için değil. Bir zamanlar bir Milli İstihbarat Teşkilatı yetkilisi, sohbet sırasında 12 Eylül darbesini eleştirirken, ‘En büyük kötülüğü polis teşkilatına yaptılar, polis eğitimini askeri eğitimle değiştirdiler, polise dost-düşman ayrımını fikir olarak soktular’ demişti. Ben bu eleştirinin önemini ilk söylendiğinde çok anlamadım açıkçası ama sonra sonra zaman bu MİT yetkilisinin eleştirisindeki haklılığı bana gösterdi.(...) *** Bizim ülkemiz, maalesef ‘iç düşman’a sahip olan ülkeler sınıfına giriyor. Bana soracak olursanız, vatandaşlarının bir bölümünü, onlar ne yapıyor olurlarsa olsunlar ‘Yok edilmesi gereken düşmanlar’ olarak gören bir ülke, pek de örnek alınacak bir ülke değildir. O vatandaşlar suç işledilerse suçlarının cezasını çekerler, o kadar. Onlara ‘düşman’ derseniz bir tuhaf duruma düşersiniz. *** ‘İç düşman’ konseptinin doğal bir uzantısı da var: İç tehdit. Öyle ya, belli kesimler önce ‘tehdit’ olacaklar, belli bir olgunluğa erişecekler ve ‘düşman’ haline gelecekler. Yok edilmesi, yenilgiye uğratılması gereken ‘düşman’lar. Türkiye’nin hukuki geçerliği ve hukuki yaptırım gücü tartışmalı bir ‘kutsal’ belgesi var, adına ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ denen. Bu belge, askerler tarafından hazırlanıyor ama hükümetler tarafından onaylanıp yürürlüğe sokuluyor. Gizli bir belge. Sanıyorum sadece bir kez basına sızdı, zamanında Hürriyet gazetesi yayımladı. Bu belgede iç ve dış tehditler sıralanıyor. Bana soracak olursanız, dış tehditler bile tartışmalı ya neyse, benim hiç anlamadığım ‘iç tehdit’ bölümü. Diyelim Kürtler, Kürt milliyetçiliği bir iç tehdit olarak sınıflandı. Peki ne olacak? Hemen birileri, bu tehdidi bertaraf etmek için, etkisizleştirmek için kendince bir çabaya girişiyor. Fişlemeler yapılıyor, izlemeler yapılıyor, raporlar tutuluyor, istatistikler hazırlanıyor. Peki bunları kim yapıyor? Savcılar ve onların emrindeki polisler veya jandarmalar mı? Hayır. Ortada işlenmiş bir suç olmadığına göre savcılar neden durduk yerde vatandaşları fişlesin, izlesin, sınıflasın. Bu işleri askerler yapıyor. Daha çok da iki gündür ara ara bir türlü bitmeyen Seferberlik Tetkik Dairesi yapıyor. Peki bu yapılan yasal mı? Hayır değil. Ne toprağın altına silah ve mühimmat gömmek yasal, ne birtakım gönüllü bile olsa sivil vatandaşları askeri eğitime alıp gerektiğinde bu depolardan silahlandıracak planların tatbikatını yapmak yasal ne de tehdit olarak görülen vatandaşları fişlemek, izlemek, sınıflamak yasal. ‘İrtica’ diye bir tehdit var ama ceza yasalarımızda böyle bir suç yok. ‘Kürtçülük’ diye bir tehdit var ama böyle bir suç yok. Aleviler, bir dönem ‘aşırı milliyetçiler’ tehditti, ama ne Alevi olmak suç ne de aşırı bile olsa milliyetçi olmak. *** Türkiye’de rejimi normalleştirmenin ve özlediğimiz Batı standartlarında bir demokratik hukuk devletine dönüşmenin yolu, ‘iç tehdit’ kavramından ve ‘iç düşman’ laflarından vazgeçmekten geçiyor. ‘İç düşman’ yoktur, sadece suç işleyenler vardır, suçlar da ceza kanununda yazar, savcılarca soruşturulur, mahkemelerce kovuşturulur. O kadar. Suç ve suçluyla kimin mücadele edeceği de bellidir bir hukuk devletinde, Özel Kuvvetler Komutanlığı değildir suç ve suçluyla mücadele edecek birim. *** Bugün gerek Ergenekon davası etrafında, gerek ‘Kürt açılımı’ konusunda ve gerekse diğer bütün önemli davaların etrafında gördüğümüz kafa karışıklığının nedeni bu ‘düşman’ meselesi. ‘İç düşman’ lafını sözlüklerimizden çıkarmayı başardığımızda, çok önemli bir fikri ve demokratik atılımı da gerçekleştirmiş olacağız. Hatırlayın, Genelkurmay’ın 27 Nisan 2007’de verdiği meşhur e-muhtırada da ‘düşman’dan söz ediliyordu, bazı vatandaşlar kastedilerek. Sonra o ‘düşman’ iktidara geldi, yüzde 47 oy alarak. Hadi bunu da izah edin bakalım? İsmet Berkan, Radikal, 28 Aralık 2009 |
29.12.2009 |
Kapının arkasından neler çıkabilir?
(...)Söz konusu Seferberlik Daire Başkanlığı toplumda farklı adlarla bilinen bir birim. Kimisi bu birime “Özel Harp Dairesi” adını veriyor, kimisi de “kontrgerilla” ya da “gladio” diyor. Cumartesi akşamı itibariyle bu birimde arama yapıldığını, arşiv odasının açılmasının talep edildiğini ekranlardan duyduğum anda, ne yalan söyleyeyim, aklıma önce Levent Kırca’nın çok hoş bir parodisi geldi; TV parodisi 28 Şubat’ın ünlü MGK toplantısını konu alıyor ve tüm toplumun dikkatlerinin böyle bir olaya teksif oluşuyla dalga geçiyordu. Aklıma, ne yalan söyleyeyim, önce bu parodi geldi. Ama hemen arkasından da arşiv odasında arama yapılacağı haberi beni birer Levent Kırca parodisi olmayan bazı konuları da düşünmeye yönlendirdi. Muhtemelen hakimin arşiv odasıyla ilgili verdiği arama kararı spesifik bir olayla sınırlı olacak ve daha fazla da ileri gidilemeyecek. Bu da gerçekleşirse. Ancak, doğru ya da yanlış, bizim kuşağın, Seferberlik Daire Başkanlığı dendiğinde aklına başka konular da geliyor. Mesela Türkiye’nin, devletin büyük bir utancı olan 1955 6-7 Eylül olayları geliyor. Bu konu yakıştırma olmaktan da çıkmış durumda zira senelerce bu birimde görev yapmış olan emekli general Sayın Sabri Yirmibeşoğlu ekranlarda bu olayın “muhteşem bir özel harp operasyonu” olduğunu söyleyeli daha bir-iki sene ya oldu, ya olmadı. Bu olayın içinde yaşayan Sayın Orhan Birgit gibi kişiler de hayattalar. Doğrusu bu arşiv odasında 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili ne var, öğrenmek ister idim. 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’nda 37 yurttaşımızın ölümüyle sonuçlanan bir facia yaşandı, işçilerin, solcuların üzerine ateş açıldı, yaratılan panikte 37 kişi yaşamını yitirdi ama Türkiye planlı bir biçimde açılan ateşin arkasında kim vardı hiçbir zaman öğrenemedi. Seferberlik Tetkik Dairesi arşivinde bu konuda bir bilgi olabilir mi, doğrusu gerçekten çok merak ediyorum. Ecevit’e yönelik Çiğli suikastı konusunda da acaba bazi bilgiler yine o raflarda var mı? 1980 öncesi yaşanan Çorum ve Kahramanmaraş alevi katliamlarıyla ilgili bilgilere de acaba bu arşiv odasında rastlanabilir mi? Yine 1980 öncesi aynı gün içinde bir solcu, bir de ülkücünün ölümüne neden olan aynı silah hakkında da acaba yine bu arşivlerde bilgi kırıntıları mevcut mudur? Bu olayların Seferberlik Tetkik Kurulu ile ilişkisi olup olmadığını gerçekten bilemiyorum, elimde hiçbir somut veri yok ama yukarıdaki konular söz konusu birimin adıyla o kadar beraber anıldılar ki, sıradan bir vatandaşın aklına bu soruların gelmemesi pek mümkün değil galiba. Genelkurmay Başkanlığı’nın tüzel kişiliği bu konulara ilişkin söylentilerden imaj ve güvenilirlik açılarından kadar o darbe yedi ki, ben yerlerinde olsam bu arşivleri kendi inisiyatifimle araştırmacılara (her tandansdan) açar ve bu defterleri de bir daha açılmamak üzere kapatır idim. Unutmayalım ki yukarıda isimlerini zikrettiğim söylentiler askerlik mesleğinin özüyle, ülkemizin savunmasıyla ilgisi olmayan konular. TSK’nın bu ahlaksızca, haince işlere karıştığını düşünmek bile istemiyorum. 6-7 Eylül olaylarının ikrarı bile yeterince korkunçtur. Eser Karakaş, Star, 28 Aralık 2009 |
29.12.2009 |
Peygamber ocağında ittihatçı kalıntıları
SEFERBERLİK Tetkik Kurulu diye bir yer vardır. Bundan yıllar önce, Seferberlik Teknik Kurulunun, kontrgerilla merkezi olduğu dolaşırdı dillerde. Arada bir de gazete sayfalarına düşerdi bu bilgi. Sonra, baktık ki, Seferberlik Tetkik Kurulu ile Gayri Nizami Harb aynı kapıya çıkıyormuş. Yani öngörüler hep bu yoldaydı. Meğer, Gayri Nizami Harb Dairesi, NATO’nun, Stay Behind Armies (Geride Kalanlar Ordusu), imiş de biz bilmezmişiz. Biz ne bilelim birader! Bizi asker ocağına anamız babamız hayır dualarıyla yollamış, biz de aynı biçimde evlatlarımızın ardından göz yaşı dökmüşüz. Bu Gayri Nizami Harp Dairelerini falan bilmeyiz ya da bilmezdik! Ta ki kafamıza vurula vurula öğrenene kadar. Şimdi, “egemen gücün” istemediği bir siyasi parti , sandıkta aldığı oylar sonucu iktidara gelirse, zayıflatılması ve engellenmesi için her türlü tezgaha baş vurmak serbest. Bu Seferberlik Tetkik Kuruluna verilen emirler çerçevesinde yani! Yahu biz demokrasiyle yönetilmiyor muyduk? Bana ne soruyorsun? Git “bir bilene” sor; anlatsın sana! Neyse, Seferberlik Tetkik Kurulunun, Turgut Bey zamanında 13’e düşürülen şube sayısı, 2007 yılında artmaya başladı. Bu şube sayısı 12 Eylül öncesinde, 27’e çıkarılmıştı. Alınan kararla 2010 sonuna kadarsa sayı bugünkünün iki katına çıkarılacak. Size ilginç bir bilgi notu: Bu Seferberlik Tetkik Kurulunun sayısı 1954 yılın da 14’dü. Ama 1956’yla asker darbenin yapıldığı 1960’a kadar bu sayı 35’e çıkarıldı. Bölge Başkanlıklarında yapılan toplantılardaki saptamalar da hayli ilginç: “Bölgemize yönelik dış tehdit mevcut değildir. Ancak, vatan topraklarının birlik ve bütünlüğünü korumak amacıyla, fiziki, psikolojik, siyasi vb., tehditlere maruz kalmış bölgelerde Gayri Nizami Harp harekatını icra ederek, tehditler ortadan kaldırılacaktır!” Bu “tehditlerin” ne olduğunu kim saptayacaktır? Örneğin kapatılan DTP’nin yürüyüşü vatan topraklarının bölünmesi anlamına mı gelir? Peki varsayalım ki geldi, Cumhurbaşkan’ı, Başbakan ve Başbakan Yardımcısıyla ilgili bilgisayar dolusu bilgiler ele geçtiğinde, bunlar vatanın bölünmesine yönelik tehditler kapsamına girmez mi? Kerbela matemini paylaşmak bu tür tehditlerden sayılır mı? Ergenekon rezilliktir demek, tehdit kapsamında mıdır? Ergenekon konusunda kitap yazmak vatanı bölmekle eş anlamlı mıdır? Ah bu İttihatçılar yok mu bu İttihatçılar! Abdülhamid Han’a suikast düzenlenip bomba patladığında ve 57 kişi hayatını kaybettiğinde, Rus Sefaretinin bodrumunda, Belçikalı bomba uzmanı ve Ermeni komitacılarla birlikte bombayı hazırlayanlara eşlik eden İttihatçı tayfası, “Tuh yılanın kafasını ezemedik!” demişti. Orgeneral Başbuğ, asıl vatanın bütünlüğüne yönelik tehditin bu İttihatçı artıklarından geldiğini benden çok daha iyi bilir. TSK bu milletin gözbebeğidir. Biz de bunu biliriz. Ama çürük elmalar temizlenmedikçe, kuşku ve korkularım artıyor Orgeneralim Aziz Üstel, Star, 28 Aralık 2009 |
29.12.2009 |
Kara kutu aralanıyor
ERGENEKON davasındaki gibi, Bülent Arınç’a suikast olayında da kamuoyu ikiye ayrıldı. “İnananlar” ve “İnanmayanlar.” Hatta Deniz Baykal, “Berlusconi sendromu” diyecek kadar işi ileriye götürmüştü. Özellikle CHPliler son derece alaycı bir üslup kullanıyordu. Bakın hadise nerelere kadar uzandı ve ilk defa—şükürler olsun—sivil savcı ve hâkimler, zaman zaman “Kontrgerilla” diye de adlandırılan Özel Harp Dairesi’nin ya da Özel Kuvvetlerin içine girdi. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun arşivlerine ulaşılabildi. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun, Tuğgeneral Daniş Karabelen tarafından, 1952’de kurulduğu, 1948’de, ABD’ye, “özel harp kurumları ve strateji eğitimi” için gönderilen 16 subayın, STK’nın resmi çekirdeğini oluşturduğu belirtiliyor. Bu subaylar arasında Karabelen’in yanı sıra, Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman, Mucip Ataklı, Refik Tulga da bulunuyordu. Adı geçenlerin, isimlerinin daha sonra darbelerle birlikte anılması sadece bir tesadüf olabilir mi? Turgut Sunalp’i 12 Mart döneminden, özellikle, Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçtirme gayretlerindeki rolüyle, 12 Eylül’de de Evren onaylı partisi MDP ile tanıyoruz. Diğerleri 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi içinde yer almıştı; Refik Tulga ise, Celal Bayar’ın yaveriyken 27 Mayıs yönetimi tarafından İstanbul valiliğine getirilmişti. Türk kamuoyunun Kıbrıs davasına dikkatini çekmek için başlatılan 6-7 Eylül olaylarında da Özel Harp’in parmağı olduğu artık biliniyor. Seferberlik Tetkik Dairesi komünizmle mücadele diye işe başladı ama komünizm tehlikesi ortadan kalkınca, bu yapı, “millileşti” “Ergenekonlaştı” Başka tehditleri(!) bertaraf etmeye yöneldi. Bu tehditler “irtica” ve “bölücülüktü.” Psikolojik harp ile tehdidi abartmaya yönelik eylemler yapıldı, bu konuda çeşitli andıçlar devreye girdi. Kıbrıs Barış Harekatı dolayısıyla ABD’den gelen para kesilince o tarihte başbakan olan Ecevit ilk defa Özel Harp’in ismini duymuş, daha sonra teşkilatta, sivillerin de kullanıldığını öğrenmişti. Hatta Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile Kars’ın Sarıkamış ilçesinde yaptığı bir konuşmadan söz edilir. Ecevit Yirmibeşoğlu’na sordu: “Farz- ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?” Yirmibeşoğlu samimiyetle cevap verdi: “Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 12 Eylül öncesindeki kavganın ateşleyicileri arasında da bu yapı gösterilmektedir. Bu yüzden diyoruz ki, evvelki gün gerçekleştirilen operasyon, tarimizin karanlıkta kalan bazı sayfalarını aydınlatacak çok önemli bir adımdır. “Kara Kutu”, tam açılmasa dahi aralanıyor. Nazlı Ilıcak, Sabah, 28 Aralık 2009 |
29.12.2009 |
Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na dedi ki...
BAŞBAKAN’LA görüştüm. Genelkurmay Başkanı ile ne konuştuklarını sordum. “Özel Harp Dairesi’yle ilgili elimdeki tüm bilgileri aktardım kendisine” dedi. “Mutlaka bu örgütü demokratik hukuk devleti çerçevesine sokmak gerektiğini” söylemiş. Bunu, kendisine görev olarak vermiş. Cevap? “Hiç merak etmeyin. Halledeceğiz“ diye söz vermiş. Ama Başbakan, önlem alınacağından emin değil gibiydi. * * * Yanıltmış olmayayım: Bahsettiğim zirve 1978’de olmuştu. Konuştuğum Başbakan, Bülent Ecevit’ti... “Merak etmeyin çözeriz” diyen ise Org. Kenan Evren... Evren, sözünü tutmadı. Emekli olduktan sonra, “Ben izin vermedim, ama haberim olmadan Özel Harp Dairesi bazı olaylarda yer almış olabilir” açıklamasını yaptı. * * * 31 yılda Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın adları değişti; görüşmelerinin içeriği değişmedi. Önceki gün yeniden buluştular. Gündemleri aynıydı: Özel Harp Dairesi ve suikast iddiaları... Yazık değil mi 30 yılımıza..? * * * Bugün polisin kapısına dayandığı Kirazlıdere’deki Özel Kuvvetler Karargâhı’na 1992’de girmiştim. Genelkurmay, Özel Harp Dairesi (ÖHD) ile ilgili “kontrgerilla” iddialarından bunalmış, ama örgütü lağvetmek yerine ismini değiştirmeyi seçmişti. Bizi de ÖHD yerine kurulan “Özel Kuvvetler Komutanlığı”nı tanıtmak için davet etmişti. Eskişehir yolu üstünde, Meclis’e doğru giderken sağda kalan, Kirazlıdere mevkiinde bir askeri tesise girdik. Şehrin ortasında bir askeri eğitim alanıydı burası... “Türk ramboları” denilen seçme birlik bir tatbikat yaptı. Sonra bir komutan brifing verip yapılan işin önemini anlattı. O hafta 32. Gün’de bir “kontrgerilla” dosyası hazırladım. (Bkz:http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=11189#this) Avrupa’da soğuk savaş döneminde NATO tarafından, komünistlere karşı kurulan bu örgütün ne pis işlere karıştığını ve 1990’da İtalya’dan başlayarak nasıl çözüldüğünü anlattım. Belçika Başbakanı, ülkesinde böyle bir örgüt olduğunu İtalyan Savunma Bakanı’ndan öğrenmişti. Türk Başbakanı ise, örtülü ödenekten para istenince örgütten tesadüfen haberdar olmuştu. Genelkurmay’a ısrarla “Üzerine gidin” dediği halde sözünü dinletememiş, sonunda kendisi de bir suikast girişimiyle kontrgerillanın hedefi olmuştu. * * * “Kontrgerilla dosyası” 32. Gün’de yayımlanır yayımlanmaz Genelkurmay soruşturma açtırdı. Tabii ki kontrgerilla iddiaları hakkında değil, bizim hakkımızda... Örgütü değil, onun marifetlerini araştıranları soruşturdular. Kontrgerilla tüm Avrupa’da açığa çıkarılıp lağvedilirken Türkiye’de icraata devam etti. * * * Türk Silahlı Kuvvetleri, bünyesindeki bu şaibeli yapılaşmayı sorgulamalı, yargılamalı, temizlemeliydi. Bunu yapmadı. O yüzden de iddialardan kurtulamadı. Şimdi onun yapmadığını Hükümet, yargı ve polis yapıyor. Ben şahsen o kapının paslı mührünün kırılmış olmasından memnunum. Başbakan’dan habersiz ve Meclis denetimi dışında “iç düşman”la savaşan bir “özel harp” yapılanması ve onun terörüne dayalı bir askeri vesayet rejimi istemiyorum artık... Sorun şu ki; onun yerine, Hükümet’i payidar kılacak bir “polis devleti” kurulmasını da istemiyorum. Düzü yok mu bunun?
Can Dündar, Milliyet, 28 Aralık 2009 |
29.12.2009 |