Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bölünmez bütünlük |
Devletin ve askerin değişmez iki kırmızı çizgisinden biri olarak öteden beri ifade edilegelen “bölünmez bütünlük” esası, MGK’nın geçen haftaki toplantısından çıkan bildiride de bir defa daha vurgulandı. Ve “Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü pekiştirmek, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığı eşgüdümünde yapılan çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir” cümlesi, “Açılıma üniter yapı şartıyla destek” şeklinde yorumlandı. Aslında bu cümlenin kurgulanış biçimine dikkatle bakıldığında, yine problemli bir durumun söz konusu olduğu fark edilebilir. Çünkü ilk sıraya devleti koyup ülke, millet, kişi, toplum diye devam eden bu silsiledeki yaklaşım, fıtratla, sosyal gerçeklerle ve çağın anlayışıyla bağdaşmıyor. Birinci önceliğin evvelâ birey olarak insana verilip, ondan sonraki sıralamanın bireylerin oluşturduğu toplum, onların birlikte yaşadığı vatan ve o vatandaki devlet organizasyonu şeklinde tanzimi, çok daha mâkul ve uygun düşerdi. İşte Türkiye’deki sıkıntının en önemli sebeplerinden biri bu. Yaşanan sancıların temelinde devleti asıl, bireyi gerektiğinde kolayca feda edilebilecek bir detay olarak gören anlayış yatıyor. “Bölünmez bütünlüğün korunması” isteniyorsa, bunun en büyük güvencesi, her bir ferdin vicdanı, gönlü ve aklıyla, bu topraklarda birlikte ve kardeşçe yaşama iradesini sahiplenmesidir. Birey ve toplum hukukunu hiçe sayan tepeden inme uygulama, baskı ve dayatmalar değil. Nitekim bugün kendisini terörle ortaya koyan “bölücülük” en önemli iç tehditlerden biri haline geldiyse, “bölünmez bütünlük” adı altında herkesi tektipleştirmeye çalışan, asırlarca zenginliğimiz olarak kabul edegeldiğimiz farklılıkları ezip yok etmek isteyen, hukuku hiçe sayıp demokrasiye hayat hakkı tanımayan baskıcı ve dayatmacı uygulamalar bunun en büyük sebebidir.
Üniter yapı demokrasiyle korunur Prensip olarak üniter yapı elbette korunmalı. Vaktiyle üç kıt'aya yayılan bir cihan devleti olarak hükmettiğimiz topraklardan elimizde kalan bu vatandan yeni parçalar koparılmasına burada yaşayan hiç kimse razı olmaz, onay vermez. Ama Türkiye’nin talihsizliği, millî mücadeleyi hep birlikte verip bu vatanı işgalden kurtaran ve üzerinde yeni bir devlet kuran milleti teşkil eden unsurların çoğunun, zaferden sonra ipleri eline geçiren kadrolarca baskı altına alınıp dışlanması ve böylece tehlikeli fitne tohumlarının atılması. Cumhuriyet adı altında tesis edilen tek parti ve komite istibdadının, herkesi kendisine boyun eğdirme ve eğmeyenleri ezme esasına dayandırdığı bir bütünlüğün yaşama şansı olabilir miydi? Eğer o baskılar devam etseydi, Türkiye şimdiye kadar çoktan parça parça olup dağılmıştı... Ama çok şükür ki, temelde aynı ortak inançları paylaşmanın getirdiği kardeşlikle bin senedir iç içe beraber yaşayan toplum, ortak bağlarına bizzat devlet eliyle indirilen ağır darbelere rağmen, özellikle manevî hizmetlerin destek ve katkısıyla, sağduyusunu ve birliktelik iradesini koruyarak, tehlikeli fitne ve tuzakları boşa çıkardı. Böylece, bölünmez bütünlüğün lâfla değil, bilfiil yaşanarak gerçekleşeceğini ispatlamış oldu. Bu süreçte Türkiye’nin önemli bir şansı da, 1950’de çok partili demokrasiye geçerek tek parti diktasından kurtulması ve demokrat iktidarın, Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere halk nezdinde büyük itibar ve ağırlığı olan kanaat önderlerinden aldığı güç ve destekle, hak ve hürriyetler üzerindeki baskıları hafifletmesiydi. Şimdilerde içeriği meçhul bir açılımı tartışırken, 1950'de DP ile birlikte gerçek açılımın ilk adımlarının atıldığını, tek parti devrinde itilip kakılan bölge insanının Mecliste gerçek anlamda temsiline imkân verildiğini, kalkınma sürecinin başlatıldığını, şark isyanlarının sona erdiğini, böylece üniter yapının ancak hukuk ve demokrasiyle korunabileceğinin ispatlandığını unutmayalım. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |