Hüseyin EREN |
|
Yazda yazmak |
Yazı yitiriyoruz, farkında olmadan, nasıl geçtiğini bilemeden, doyasıya içimize çekemeden… Çekip gidiyor dünyamızdan başka dünyalarda merhaba demek için, yeni başlangıçlar yeni dirilişler için doğacak gittiği yerlerde… Sonbaharın soluk renklerini solumak için az zaman kaldı, “an” da alıp verdiğimiz nefeslerle kaç gün eskittik kaç mevsim savurduk… Durup dinlenmedi zaman, önüne kattığını süpürdü; kimini topladı, kimini dağıttı, kimini sevindirdi kimini hüzünlere boğdu, kimini güldürdü kimini ağlattı, bazen de hepsini birden yaşattı bir “an”da ve bütün bir ömrü bir “an”a akıtarak… İki nefes arasında bir solukluk ömürde kaç sonsuzluk çekirdeğini çürüttük, zamanı “zaman”sız kullanarak… Geçip giden günlere ah çekiyoruz, ne zaman geçti, ne zaman büyüdü, ne zaman öldü hayıflanmalarıyla, adsız zamanlar ülkesine dörtnala koştururken… Küçük sevinçler, küçük kederlerde boğulmuşuz, başımızı kaldırıp etrafın genişliğini, ufkun büyüklüğünü, güzelliğin derecelerini göremiyoruz, zamana hamlederek ham geçiriyoruz kıymet biçilmez zamanları… Zamanın aklı, şuuru, hayatı var mı? Onun değerini akıl edip şuurlucana kullanmak, hayatı her rengiyle soluyarak yaşamak… Aklını kalbiyle birlikte şuurlucana kullanamayanlara zaman ne yapsın, kaç asır geçse bir andır öyleler için, kullananlar içinse bir “an” içinde kaç saklı zaman hazinesi vardır… Göreceli, değişken, dairesel, devinimlidir zaman; vakit be vakit her dem aktığı yere, yöne şekiller verir kaderden aldığı emirle… Doğmakla ölmek arasındaki ömür döngüsü, onun elleriyle taşınır zaman öncesinden zaman sonrasına… Ne zaman geçti deyip geriye hayret ve hayıfla bakmak yerine, ne gelecek, nereye gidiyoruzla geleceğe heyecan duyarak ânı yoğurmak, zamanı meyvedar ve bereketli kılar… Geçmiş geçmişse geleceğe daha güçlü hazırlanmak, hazır zamanı heder etmemekle olacaktır; bu yapılmıyorsa olanlar o zaman olacak, çürüyen an çekirdekleri zamanın çöplüğüne atılacak… Yaz, yazgısında yazılanları yaşadı, yitik hüzün olarak dökülüyor ömrü önümüze… Kaç yaz kaldı yaşayacağımız bilemeden Sonbahara bilenmeye başladık bile… Güneş rengi yapraklar ağır ağır çıktığımız merdivenlerden hızla dökülürken, zaman rüzgârı onları zamansız mevsimlere savuruyor… Yaz yazdıklarını yazdı, sıra sırasıyla gelen diğer mevsimlerde; zamanı gelen zamana hükmünü verecek, rengini dokuyacak mekân üstüne… Zamansız mekânlar, mekânsız zamanlar çok yakın; zamanın az ötesinde, az berisinde… Az kalan yazda güzel şeyler devşirmeye hâlâ zaman var, ömrün Sonbaharı gelmeden ölüm kışı kapıya dayanmadan… Zaman yazıyor, kalemi tutan kader, bizse irademizle güzel şeyler yazmak için yaratılmışız… Ne yapsak, zaman zaman günlüklerimizi okusak mı? 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
Vermek güzelleştiriyor insanı |
Dermek’, ne güzel bir kelime. Kulak vermek, gönül vermek ve Allah yoluna hayatı vermek… İllâ Allah için vermek, ne veriyorsak O'nun adına vermek. Verirken güzelleşiyor, seviniyor, mü’min olduğunu anlıyor insan. İşte sahabelerin de yaşadığı bu halis sevinçlerden bir numune: Tâbiîn âlimlerinden Ebû Hâlim, Seleme bin Dinar anlatıyor: “Bir gün, Ashâb-ı Kiram’dan Sehl İbn-i Sad (ra): ‘Cuma günleri pek sevinçli olurduk’ dedi. ‘Niçin sevinçli olurdunuz?’ diye sordum. Şunları söyledi: ‘Yaşlı bir hanım ninemiz vardı. Su kenarlarına dikilen pazı köklerini toplar, onları bir şömineye koyar, içine biraz arpa ilâve ederek pişirirdi. Bu yemeğin içinde ne iç yağı, ne et yağı olurdu. Cuma namazını kılıp döndüğümüzde onu ziyaret ederdik, onun bize ikram ettiği bu yemeğe kaşık sallardık.” (Buharî, Cum’a; 40) Vermek güzelleştiriyor insanı. Vermemek, elindeki nimeti kendinden bilmek, kendine ait zannetmek, cimriliktir. Cimrilik ise cehennem ağacından bir daldır. Allah’ım, kim ne verirse versin, onun eliyle gönderen Sen’sin. Bizi de verenlerden eyle, vermekle sana yaklaşanlardan eyle. Mevlânâ Câmi’den ibretli bir öykü: “Bir cömerte sordular: ‘Muhtaçlara verdiğin, yoksullara dağıttığın şeylerden dolayı gönlünde, kibir ve fakirler üzerine bir minnet yüklemek hisleri geliyor mu?’ Cömert şöyle cevap verdi: ‘Hayır, ne münasebet! Ben bir şey verirken, kendimi aşçının elindeki kepçe gibi farz ediyorum. Veren aşçıdır, fakat kepçeden geçiyor. Kepçe, ‘Rızkı veren benim’ gibi bir histe bulunabilir mi?!’ “Verilen rızk insanların elinden çıkıyorsa da, asıl veren Cenâb-ı Hak’tır. Bundan dolayıdır ki, rızka vâsıta olan hiç kimsenin minnet yüklemesi doğru değildir.” Vermek güzelleştiriyor, insana yakışıyor. Ve onu Allah’a yaklaştırıyor. Hele verenin, verdirenin sadece Allah (cc) olduğunu bilmek ne kadar izzetli ve şerefli, yüksek bir hâldir. *** Rabbimizin güzel isimlerinden biri de Cevad’dır, yani ‘çok ihsân eden, çok cömert olan’. Rabbimiz, Cevad isminin bir tecellisi olarak yarattığı kâinattaki her bir canlıya bol bol ihsan etmekte, yeryüzünü bir nimet sofrası halinde açmakta, hiç kimsenin sayamayacağı sayısız nimetlerini o sofrada sermektedir. Yine bu ismin tecellisidir ki, bahar ve yaz mevsimlerini gayb hazinesinden gelen binler nimetlerle yüklü birer vagon hâline getirip, onları en tatlı ve lâtif rızıklarla doldurup göndermektedir. Allah cömert olduğu gibi, bizim de cömert olmamızı, bizim de kendi servet ve mallarımızdan gücümüz yettiği oranda yardım ve hayırda bulunmamızı istiyor. Bir hadis-i şerifte: “Allah tayyiptir, iyiliği sever; ve Allah cömerttir, cömertliği sever” buyurulur. (Tirmizî, Edep; 41) İnanan bir insan, hakîkî bir tevekkülle Allah’a bağlanmıştır. Her şeyi verenin de alanın da O (cc) olduğuna inanmıştır. Her şeyle birlikte kendisinin ve elindekilerin de, Rabbinin mülkü olduğunu ve O’nun hazinesinin ise bitmez tükenmez olduğunu bilir. Bu bilginin getirdiği güvenle, Hak yolunda yapacağı harcamanın neticesinde, sonsuz hazinelerin sahibi olan Allah’ın (cc) kendisini asla muhtaç bırakmayacağına inanır. İmanı kuvvetlendikçe tevekkülü artar, tevekkülü kuvvetlendikçe cömertliği artar. Cömertlik, inancımızın kuvvetini gösteren ölçülerden biridir. Hz. Peygamberimiz (asm) bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “İki haslet vardır ki, onların ikisi de bir mü’minde bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk.” (Tirmizî, Birr; 41) Gerçekten de cimrilik kuvvetli bir imanla bir arada olamaz, çünkü hayatı ve hayatına lâzım olan her şeyi yoktan var eden sonsuz merhamet sahibi bir Rabb’e iman eden kimsenin, fakir olacağı endişesiyle cimrilik yolunu seçmesi, Yüce Yaratıcının sonsuz rahmetine olan o temiz imanı zedeler, sarsar. Hem bizdeki mal-mülk de fânidir, her an elimizden çıkabilir. İnanana yakışan, Allah’ın vaadine kulak vermektir, şeytanın telkin ve vesveselerinden uzak kalmaktır. “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve kötülüğü emreder. Allah ise lütfundan bir mağfiret ve bir kâr vaad ediyor. Allah’ın kudreti geniştir, her şeyi kemâliyle bilir.” (Bakara, 268) Vermek insanı güzelleştiriyor. Rabbimize yakın ediyor. Bırakın vermeyi, vermeyi istemenin kendisi bile güzel. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” Allah, vermek istemeseydi, bize de isteme duygusunu vermezdi. Allah’ım, kim ne verirse versin, o verme duygusunu insanda yaratan da Sen’sin. Cömertlik yolu, Peygamberlerin yoludur. Her iki dünyanın mutluluğudur. Nasıl olsa elimizden çıkacak olan dünya malı ile Allah’ın rızasını ve ebedî sevapları kazanmak, gönülleri fethetmektir. Bu ne büyük bir şeref ve fazîlettir. Hz. Ali (ra): “Dünya sana yöneldiği zaman, ondan Allah yolunda harca” diyor. “Çünkü o Allah yoluna harcamakla yok olmaz. Dünya senden uzaklaştığı zaman, yine ondan Allah yolunda harca, çünkü o senin elinde kalmaz.” Vermek, sevmek demektir. Allah için vermek, onun en güzel isimlerinden biri olan Cevâd ismine aynadarlık etmektir. *** Vermek kolay değil… Güzel hasletler her zaman ve herkeste doğuştan bulunmayabilir. Bir insan cömert olmayabilir veya hayır ve iyiliğe karşı elini alıştırmış da olmayabilir. Ama şurası bir gerçek ki, her güzel haslet gibi cömertlik de, irâdemizi zorlamakla elde edilir. İnsan vere vere, vermeye alışır. Vermek duygusu, onun bir melekesi haline gelir. Ruh, vermekten ulvî bir zevk almaya başlar. Evet, hiçbir karşılık ve menfaat beklemeden, sadece Allah için yapılan yardımlar ve ikramlar, inanan insanların ebedî kârıdır, kazancıdır. Fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine yapılan yardımlar, Allah nâmına ve O’nun emri dairesinde olmadığı takdirde, boşu boşuna gider ve birtakım tehlikeli sonuçlar doğurur. Bediüzzaman Hazretleri, bizi bu konuda uyarır: “İhsanlar (yardımlar), zekât nâmına olmazsa, üç zararı var. Bazen de faydasız gider. Çünkü, Allah nâmına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, bîçâre fakiri minnet esâreti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duâsından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakk’ın malını, ibâdına vermek için bir tevzîat (dağıtım) memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal (mal sahibi) zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun. “Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak nâmına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye (boyun bükmeye) mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur.” (Mektûbat, 22. Mektub) İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, dünya malını ve servetini zehirli bir yılana benzetir. Uzman doktorlar, onun zehrini ustaca alıp insanlara şifâ vesilesi kılarlar. İşini bilmeyen acemîler ise, yılana kendilerini sokturmak sûretiyle zehirlenirler. Ey sevgili Allah’ım, Rabbim, Rahman’ım! Biz bu dünyada senin misafiriniz. Sofra Senin, nimetler Senin, karşında boyun bükmüş duruyoruz. Senden gelen her şeye râzıyız. Sen bizi, bizden daha çok düşünürsün. Her hâlimizi bizden daha iyi bilirsin. İhsan ve in’âmını bekliyoruz. Ümidimizin boşa çıkmayacağını biliyoruz. Âmin. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Cennetten uzaklaştırma gayretleri |
Topraktan yaratılıp ruh üflenen insanoğlu yeryüzünde Allah adına tasarruf etmekle görevlendirilmişti. Melekleri geçebilecek konumdaydı insan. Çünkü melekler saygı anlamında ona secde etmişler, üstelik Hz. Âdem’in tek tek saymayı başardığı eşyanın isimlerini de bilememişlerdi. Demek insan organ, duygu ve yeteneklerini emir dairesinde kullandığında meleklerin saygı ve sevgisini kazanacak, onları geçebilecek bir konuma ulaşabilecekti. Onun bu konumunu melekler zevkle kabullendikleri halde melekler arasında bulunan, ateşten yaratılan, bu özelliği sebebiyle kendini Hz. Âdem’den üstün gören, kibirli, gururlu şeytan ise bir türlü insanoğlunu hazmedememiş, secde etmemişti. Cenâb-ı Hak da onu, emrini beğenmeyip secde etmemesi sebebiyle lânetlemiş, rahmetinden uzaklaştırmış ve Cennetten kovmuştu. Bu kibir ve gurur şeytanı rahmetten uzaklaştırmakla kalmayacak, Hz. Âdem ve nesline olan hıncını onları doğru yoldan saptırıp Cehennemlik yapmak için çalışmakla da gösterecekti. Onun için Allah’tan diriliş gününe kadar yaşatmasını isteyecek, Allah da o güne kadar değil, Kıyamet gününe kadar mühlet verecekti. Şeytan bu mühleti niçin istemişti? Çünkü şeytan biliyordu ki Hz. Adem ve oğulları yeryüzünde yaşayacaklar ve imtihana tabi tutulacaklardı. Onun için Âdemoğullarından intikam almayı düşünmüş, doğru yolda yürürlerken önlerine oturup yollarını keseceğini; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından üzerlerine gideceğini, çoklarını şükredici bulamayacağını belirtmiş,1 kalplerine fısıldayarak yaratılışlarındaki şehvet, öfke, akıl gibi duygularını orta ve doğru yoldan saptırıp kötülüklere sevk edebileceğini tasarlamıştı. Cenâb-ı Hak da onu, kendisine uyanlarla birlikte Cehenneme atacağını, vaadlerinin aldatmaktan başka birşey olmayacağını bildirmiş ve “Benim ihlâslı kullarım üzerinde senin hiçbir gücün yoktur. Onlara vekil olarak Rabbin yeter”2 buyurmuştu. Demek ihlâslı olan, yaptıklarını sırf Allah için yapanlara şeytan hiçbir zarar veremeyecekti. Aksine atmacanın serçelere musallat olup onların kabiliyetlerinin gelişmesine sebep olması gibi şeytan da asılsız ve aldatmadan ibaret olan vaatleriyle mücadele eden Hz. Ebû Bekir gibi elmas ruhlu insanların yetişmesine vesile olacak, Ebû Cehil gibi kömür ruhlu insanlar ayıklanacaktı. Bir kilo elmas elde edebilmek için tonlarca kömürün yakılması gibi böylesine kömür ruhlu insanlar Cehennemi boylarlarken elmas ruhlu insanlar Cennete lâyık hâle geleceklerdi. Hz. Âdem’le Havva anamız altın taht üzerine oturmuş vaziyette tepeden tırnağa nurdan elbiseler içerisinde Cennete konulmuşlar, Cenâb-ı Hak da gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatıra hayale gelmeyen nefis nimetlerle dolu Cennetten istedikleri gibi yiyip içmelerini, ancak bir meyveyi göstererek ondan yememelerini bildirmiş, ayrıca “Ey Âdem,” dedik. “Şüphesiz ki bu [şeytan] senin ve hanımının düşmanınızdır; sakın sizi aldatıp da Cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersin”3 diye uyarmıştı. Şeytan dişini tırnağına takıp ne yapıp edip Âdem babamızla Havva anamızı Cennetten çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Bakalım ne gibi hilelerle onları aldatacak.
Dipnotlar:
1- A’raf Sûresi: 16-17. 2- İsra Sûresi: 63-65. 3- Taha Sûresi: 117. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Malın şükrü ve zekât emri |
Remzi Bey: “Zekât emrinin yeterince dinlenmediğini ve anlaşılmadığını görüyoruz. Malın şükrü nasıl yapılır? Bir servet sahibi mal varlığından dolayı mahşer suâlinden nasıl kurtulur?”
Malın şükrü, malı verene teşekkür etmektir. Teşekkür etmek, dil ve kalp ile olmakla beraber, davranış hâline de gelmelidir. Teşekkür etmek nasıl davranış hâline gelir? Meselâ bir mal sahibinden emanet bir şey alan birisi, aldığı emaneti korur, kırıp dökmez, saçıp savurmaz, mal sahibinin hassasiyetlerini gözetir, tâlimatlarına uyarsa teşekkürü davranış hâline getirmiş olur. Ayrıca mal sahibine diliyle teşekkür etmeyi de şüphesiz ihmal etmez. Fakat emaneti mal sahibinin talimatlarına uygun kullanmadığı ve saçıp dökerek kullandığını var sayalım. Bu durumda dilde kalan bir teşekkürü mal sahibi makbul saymayacaktır. Şimdi; asıl mal sahibi olan Allah, emanet olarak verdiği mal ile ilgili bazı emir ve talimatlar göndermiş: İsrafa haram demiş. Çalışmayı tavsiye etmiş. Sadakayı teşvik etmiş. İsar hasletini, yani başkasını kendi nefsine tercih etmeyi övmüş. Zekâtı emretmiş. Asıl mal sahibi olan Allah’ın ancak bu emirlerine uymakla, verdiği mal ile ilgili olarak Allah’a teşekkür etmiş oluruz. Ayrıca dilimizle de teşekkürü pekiştirebiliriz. Fakat hayırsız yerlerde malı keyfimizce harcar, sadaka için tutucu olur ve cimrilik yapar, lezzetlerde nefsimizi başkasına tercih eder ve zekâtı vermez isek, yalnız dilde kalmış bir şükrün makbul olmayacağı malûmdur. Öte yandan Acıma Sahibi Olan Allah’ın, mal sahibinden fakir ve muhtaçlara karşı acıma beklemesi, Merhamet Sahibi Olan Allah’ın merhamet etmeyi emretmesi, Cömertçe Veren Allah’ın vermeyi ibadet kapsamına alması, Her Şeyde İktisadı Gözeten Allah’ın iktisat etmeyi istemesi, Sonsuz Kemal Sahibi Olan Allah’ın, nefsine başkasının nefsini tercih etmeyi teşvik etmesi birer şükür emri olarak algılanmalıdır. Bu durumda mal için şükür mânâsı taşıyan davranışlarımızı şöyle sıralayabiliriz: 1- Mümkün mertebe sadaka vermeyi ve isar hasletini yaşamayı, yani nefsimize bizden daha fakir ve muhtaç olanların nefislerini tercih etmeyi prensip haline getirmek. 2- Verirken minnetle değil, başa kakarak değil, övünerek değil, böbürlenerek değil; merhametle vermek, şefkatle vermek, sevgiyle vermek, tevazu ile vermek. Verdikten sonra nefsimize paye vermemek için, artık, ne verdiğimizi, kime verdiğimizi neredeyse unutmak. 3- Malımızın zekâtını eksiksizce hesaplayıp gönül rahatlığı içinde vermek. 4- Malımızı hayırsız yerlerde harcamaktan sakınmak. 5- Tutumlu olmak, fakat cimri olmamak; cömert olmak, fakat müsrif olmamak. Bu beş maddeyi yaşamayı başardığımız an, malımız için şükür içinde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Aksi takdirde dilden “Ya Rabbi, Sana şükürler olsun” deyip başkasına hiç faydamız dokunmazsa gerçek mânâda şükrettiğimiz söylenemez. Bu beş maddeyi kendinde toplayan tek farz ibadet ise zekâttır. Zekâtta sadaka mânâsı vardır, zekâtta îsar hasleti vardır, zekâtta merhamet vardır, şefkat vardır, tevazu vardır, minnet, başa kakmak, övünmek, böbürlenmek yoktur. Çünkü zekâtı veren fakirin hakkını veriyor. Fakire olan borcunu ödüyor. Fakirin kendisinde olan emanetini iade ediyor. Allah’ın emrini yerine getiriyor. Nefsi bundan dolayı herhangi bir paye isteyecek açık kapı bulamıyor. Kezâ, kişinin cimri olmadığını, cömert olduğunu Allah katında göstermesi için, zekâtını doğru hesaplayıp vermesi, zekâttan çalmaması yeterli bir davranıştır. Allah’ın cömert dediği ve övdüğü kişiler, zekâtını doğru bir hesapla hesaplayıp gönül rahatlığıyla veren kişilerdir. Allah’ın yerdiği kişiler ise, zekâttan çalan, az bir şey hesaplayıp verirken de minnetle veren kişilerdir. Bu bakımdan; Allah’ın bize verdiği mala karşılık şükür görevimizi yapmamız, zekâtımızı vermemize bağlıdır. Başka bir ifadeyle, zekâtını veren, şükreden insandır. Zekâtı vermemek veya zekâttan çalmak ise şükürsüzlüktür. Son söz olarak, şükreden insanlarla ilgili olarak Allah’ın şöyle bir müjdesi bulunduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size, ‘Şükrederseniz muhakkak arttırırım. Nankörlük ederseniz, bilin ki, azabım çok şiddetlidir’ diye bildirdi.” 1 “Siz şükredip îmân ederseniz, Allah size niçin azap etsin? Allah şükredenlerin en küçük bir iyiliğine kat kat mükâfât verir. O her şeyi hakkıyla bilir.” 2
Dipnotlar:
1- İbrahim Sûresi: 7 2- Nisâ Sûresi: 147 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
93'te 93 günlük padişah |
Osmanlı padişahları arasında en bahtsız olanların da başında gelen Sultan 5. Murad, 29 Ağustos 1904'te 64 yaşında iken vefat etti. 1876 Haziran'ında henüz 36 yaşında iken 33. padişah olarak tahta geçen Sultan 5. Murad, Tanzimatçı Sultan Abdülmecid'in oğlu ve kendisinden sonra tahta oturan Sultan II. Abdülhamid'in de büyük kardeşidir. Sultan 5. Murad'ın toplam 36 padişah arasında en bahtsızı olarak yâd edilmesinin öncelikli sebebi, onun saltanat süresinin en kısa olup, o sürenin de dayanılmaz sıkıntılar, hatta sonu cinnete varacak ıztıraplar, azaplar içinde geçmesidir. Cinnet geçirdiği günler dahil, onun toplam saltanat süresi 93 gündür: 1876 senesinin 30 Mayıs'ında başlamış ve 31 Ağustos'unda sona ermiştir. O 93 günün tamamı Hicrî takvime göre 1293 senesine dahil olduğu için de, bu bahtsız sultan için şu mânidar ifade kullanılmış:
Doksan üçte doksan üç gün padişah–ı dehr olup Göçtü uzletgâhına Sultan Murad–ı nâ–murad
1876 senesi, Osmanlı tarihi itibariyle en hareketli, en hararetli, en kanlı, en kritik ve en dehşetli geçen bir dönemi ihtiva ediyor. Birçok yönüyle de, içinde bazı "ilkler"i barındırıyor. Bu tarihi "en dehşetli asır" olan âhirzamanın başlangıcı şeklinde niteleyen Bediüzzaman Said Nursî'nin kendisi aynı tarihlerde dünyaya teşrif ediyor. Zira, o da yeni başlayan "Helâket ve felâket asrının adamı"dır. "Saff–ı evvel"den Ahmed Feyzi Kul'un araştırmaya dayalı tesbitlerine göre, Hazret–i Bediüzzaman Hicrî 15 Şaban (Berat) 1923'te dünyaya gelmiş. (Bkz: Maidetü'l–Kur'ân isimli eseri.) Said Nursî, bir eserinde ayrıca "Âhirzaman, uzun bir fasıldır; biz bir faslındayız" diyor. Kezâ, İbrahim Sûresinin sonunda zikredilen "Azizi'l–Hamid" tâbirlerinin de, Sultan Abdülaziz ile Sultan Abdülhamid devirlerine ve onların zamanında yaşanan dehşetli hadiselere işaret ettiğini beyan ediyor. (Birinci Şuâ, 29. Âyet'in tahlili.) İşte o dehşetli hadiselerin en mühimleri 1876'da başlıyor. Bunların bir kaç tanesine maddeler halinde şöyle kısaca bir bakalım: 1) Aynı senenin 30 Mayıs'ında on beş yıllık padişah Sultan Abdülaziz, gayet vahşi ve gaddarâne bir surette tahttan indirilerek, türlü hakaret ve işkencelere mâruz bırakıldı. 4–5 gün sonra da dehşet uyandıran bir yöntemle katledildi. Üstelik, ölümüne intihar süsü verilerek... 2) Darbeyi yapan, Serasker Hüseyin Avni Paşaydı. Dolayısıyla, yapılan şey bir askerî darbeydi. Bu da, ahirzamanın bir cihetle (askerî) darbeler devri olduğunu gösteriyor. Osmanlı'da o tarihte başlayan kanlı darbe sıtması, değişik tarihlerde hep nüksedegeldi. Her darbe, ülkeyi yıllar yılı geri götürecek derecede ağır tahribatlara yol açtı. 3) Yine 1876 senesinin aynı 30 Mayıs gününde tahta getirtilen 5. Murad, şiddetli baskı ve korku altında tutularak, aklî ve ruhî dengesinin bozulmasına sebebiyet verildi. Eli kanlı darbeciler, adeta ona gözdağı vererek "Bak, bizim dediklerimizin dışına çıkma; yoksa senin âkıbetin de amcanınkine benzer" demeye getirdiler. 4) Üç ay üç gün (93 gün) sonra, sağlığı iyice bozulan ve aklî dengesini kaybeden Beşinci Murad, doktorların raporlarıyla tahttan indirilerek, Çırağan Sarayındaki bir odaya hapsedildi. Odanın dışına çıkmasına dahi izin verilmeyen bahtsız sultan, vefat tarihi olan 29 Ağustos 1904'e kadar, yani yaklaşık 28 yıl müddetle burada hapis hayatı yaşamaya mahkûm edildi. (Sarıklı İhtilâlci Ali Suavi, bir ara Çırağan Sarayına baskın düzenleyerek Sultan Murad'ı kurtarmaya ve onu tekrar tahta oturtmaya teşebbüs ettiyse de (20 Mayıs 1878) bunda muvaffak olamaz. Hatta, bu teşebbüsü hayatıyla öder; üstelik, 20–30 kadar kişinin de ölümüne sebebiyet verir.) 5) 33 yıl müddetle hükümet süren Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçmesi, Sultan V. Murad'ın halinden (31 Ağustos 1876) sonradır. Yaşanan dehşet olayların tesiriyle, büyük kardeşinin "cinnet" geçirmesine mukabil, Abdülhamid de hayatının sonuna kadar devam eden "vehim" hastalığına yakalandı. Onun Dolmabahçeden Yıldız Sarayına taşınması ve 33 yıl müddetle saraydan dışarıya hemen hiç çıkmamasının temel sebebi, işte bu vehim hastalığıdır. 6) Osmanlı tarihindeki Birinci Meşrûtiyet yine 1876 senesinde ilân edildi. Ayrıca, ilk anayasa (Kànun–i Esâsî) ile ilk parlamentonun (Meclis–i Mebûsân) teşkili de aynı sene içinde mümkün olabildi. 7) 1876'dan sonra, bu kez kaynağı hariçte olan zincirleme helâket ve felâketler yaşandı. 1877'de Osmanlı–Rus Savaşı (Rumî "93 Harbi") başladı. Dokuz ay devam eden bu savaşta, Osmanlı tarihinin en büyük can, mal ve toprak kaybı yaşandı. Balkanlar'dan sonra Kafkaslar da kaybedildi. Yüz binlerce Müslüman perişaniyet içinde Anadolu'ya göç (mühaceret) etti. Rus kuvvetleri Yeşilköy'e kadar gelip harem–i ismetimize dayandı. Orada, büyük siyasî ve iktisadî zararları netice veren bir antlaşma (Ayastefanos Muahedesi) imzalandı. Ayrıca, bu kayıplar gerekçe gösterilerek, meşrûtiyet askıya alındı, meclis feshedildi, anayasa da yürürlükten kaldırılmış oldu. Osmanlı, böylelikle 30 yıl müddetle hürriyet ve demokrasi nimetinden mahrûm bırakılmış oldu. İşte size, 1876'da başlayan felâketler zincirinin bazı halkaları. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Eş seçiminde, hür irâde ve rıza şarttır |
Müslümanlıkta, bir kişiyi ve çocuğunu istemediği birisiyle evlendirmek yasaklanmıştır. İslâmiyete ters düşen gelenek ve örfler onu bağlamaz! Mihenk, İslâmiyettir. Örf ve gelenekler İslâmî çerçeve içinde ise makbûldürler. Aksi halde, reddedilirler. Kur’ân’ın “Düşünemiyor musunuz, akıl edemiyor musunuz, anlamıyor musunuz?” gibi genel hükümleri, emirleri ve aşağıda zikredeceğimiz hadîsler ve uygulamalar çerçevesinde baktığımızda, “evlenme ve eş seçme hürriyeti”nin 15 asır önce insanlığın ufkuna açıldığını görüyoruz. Evlilik meselesinde de adaylar birbirini gördükten sonra, gönülleri, kalbleri birbirine ısınmamışsa veya birbirini beğenmemişlerse, yâni evlenmeye rızaları yoksa, anne-babaları dâhil, hiç kimse asla onları evlenmeye zorlayamaz. İslâmiyet buna asla cevaz vermez, müsaade etmez. “Nikâhta kerâmet vardır!” sözü bunun için söylenmiş değil. Evlendikten sonra, geçim sıkıntıları ve sâir endişeler, kaynaşma meseleleri için geçerlidir. Kızın gönlü olmadan asla evlendirilemeyeceğine dâir, Asr-ı Saadet’te şöyle bir hâdise nakledilir: Genç bir kız, Resûlullah’a (asm) gelerek, “Babam hakirliğini benimle gidermek için, kardeşinin oğlu ile evlendirdi” diye şikâyette bulundu. Rasûlullah (asm) bu nikâhın kabul veya reddine dâir yetkiyi kıza bıraktı. Kız da, ‘Ben babamın yaptığı işi kabul ettim. Fakat babaların böyle yapmaya hakkı olmadığının kadınlarca bilinmesini istedim’ dedi.1 Dul veya kızın “evlenmeye razı olduğunu” gösteren, psikolojik yapılarını nazara alan şöyle bir hadîs de vardır: “Rasulullah (asm) buyurdular ki: Dul kadın kendi arzusunu açıkça ifâde eder. Bakire kızın rızası, sükûtundan anlaşılır.”2 Anne-babalar, veliler, çocuklarını, kendi istedikleri kişilerle evlenmeye zorlayamaz, zorlamamalıdır. Zira, gönülsüz ve denksiz yapılan evlilikler, hüsranla neticelenmezse bile, huzursuz ve mutsuz bir aile ortamı doğabilir. Ebeveynin yapacağı şey, meseleyi önce kendi zaviyelerinden ele almaktır. Kendileri nasıl evlendi, nasıl sonuçlar doğdu? Meseleyi herkes çok ciddiye almalı. Çocuklarıyla aile ortamında da konuşup, evlilik ve aile konusunu bütün boyutlarıyla ele almalılar. Hayali tasvirlerden, abartılı teşviklerden kaçınmalıdır. Evliliğin, aile hayatının dikensiz bir bahçe olmadığını; güllerin bile dikensiz olmadığını anlatmalıdırlar. Aile yuvası bir gül ise, bunun dikenleri de vardır. Şu öğüde kulak vermeli: “Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme…”3 “Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık perhizine sarıl.” *** Evlenme çağına giren kızı everirler. Düğün-dernek, kapıdan çıkarken kız ayrılık acısına dayanamaz ağlamaya başlar. Babası yanına gelip nasihat yollu: “Ne ağlarsın kızım, kalbimi dağlarsın! Ben seni zorla evlendirmiyorum, râzı değilsen, otur evde; gitme!” “Yok yok, bir iştir oldu babacığım, bırak beni hem ağlayayım, hem gideyim!”
Dipnotlar:
1- Kütüb-i Sitte, c. 17., s. 194.; 2- Kütüb-i Sitte, c. 17., s. 194.; 3- Mektûbât, s. 220. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Geldi Ramazan |
Sayılı günler efendim. “Külli âtin karîb”, yani “Her gelecek yakındır.” Ramazan bu… Orucu var, Sahuru var, İftarı var, Teravihi var, Zekâtı var, Fıtır sadakası var. Ramazan büyük bir bayramdır aslında. Ehl-i imanın cömertlik duyguları zirveye çıkar. Sosyal yardımlaşma en çok bu ayda yapılır. Bunun için hiçbir kanunî genelge yayınlanmaz. Bir ordu gibi herkes Ramazanın şartlarını yerine getirir. Eskiden mayalılar yenirdi. Tava mayalısı, sac mayalısı. Sahurun mönüsü bu idi. Mayalısız ve hoşafsız sofra olmazdı. Zaman değişti. İnsan gücü ile yapılan işler azaldı. Devane semtinde, biri, zamanında her sahurda dokuz mayalı yermiş. Bunu orucun şartı zannedermiş. O gece yenge hanım nasıl oldu ise hamuru biraz az yoğurmuş. Mayalı yedi tane ancak olmuş. Tekrar mayalaması da mümkün değil. Neyse, ezan okunmuş, Ulu Cami’ye gitmiş. Namazı kıldıktan sonra imam efendinin yanına yaklaşmış: Hocam bir maruzatım var: “Buyur efendi” “Efendim, bizim hatun her gün dokuz mayalı yapardı. Bu gece yedi mayalı yapmış. Bunun orucuma bir zararı var mı hocam?” Hoca bakmış durumuna ve demiş: “Yanında hoşafı var mı idi?” Hemen cevap vermiş: “Vardı hocam” “O zaman bir şey lâzım gelmez, orucun sahihtir” İşte böyle efendim. Ramazan’ın her yönü güzeldir. Cenâb-ı Hak feyz ve bereketimizi eksik etmesin, Ramazanınız mübarek olsun. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bölünmez bütünlük |
Devletin ve askerin değişmez iki kırmızı çizgisinden biri olarak öteden beri ifade edilegelen “bölünmez bütünlük” esası, MGK’nın geçen haftaki toplantısından çıkan bildiride de bir defa daha vurgulandı. Ve “Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü pekiştirmek, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığı eşgüdümünde yapılan çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir” cümlesi, “Açılıma üniter yapı şartıyla destek” şeklinde yorumlandı. Aslında bu cümlenin kurgulanış biçimine dikkatle bakıldığında, yine problemli bir durumun söz konusu olduğu fark edilebilir. Çünkü ilk sıraya devleti koyup ülke, millet, kişi, toplum diye devam eden bu silsiledeki yaklaşım, fıtratla, sosyal gerçeklerle ve çağın anlayışıyla bağdaşmıyor. Birinci önceliğin evvelâ birey olarak insana verilip, ondan sonraki sıralamanın bireylerin oluşturduğu toplum, onların birlikte yaşadığı vatan ve o vatandaki devlet organizasyonu şeklinde tanzimi, çok daha mâkul ve uygun düşerdi. İşte Türkiye’deki sıkıntının en önemli sebeplerinden biri bu. Yaşanan sancıların temelinde devleti asıl, bireyi gerektiğinde kolayca feda edilebilecek bir detay olarak gören anlayış yatıyor. “Bölünmez bütünlüğün korunması” isteniyorsa, bunun en büyük güvencesi, her bir ferdin vicdanı, gönlü ve aklıyla, bu topraklarda birlikte ve kardeşçe yaşama iradesini sahiplenmesidir. Birey ve toplum hukukunu hiçe sayan tepeden inme uygulama, baskı ve dayatmalar değil. Nitekim bugün kendisini terörle ortaya koyan “bölücülük” en önemli iç tehditlerden biri haline geldiyse, “bölünmez bütünlük” adı altında herkesi tektipleştirmeye çalışan, asırlarca zenginliğimiz olarak kabul edegeldiğimiz farklılıkları ezip yok etmek isteyen, hukuku hiçe sayıp demokrasiye hayat hakkı tanımayan baskıcı ve dayatmacı uygulamalar bunun en büyük sebebidir.
Üniter yapı demokrasiyle korunur Prensip olarak üniter yapı elbette korunmalı. Vaktiyle üç kıt'aya yayılan bir cihan devleti olarak hükmettiğimiz topraklardan elimizde kalan bu vatandan yeni parçalar koparılmasına burada yaşayan hiç kimse razı olmaz, onay vermez. Ama Türkiye’nin talihsizliği, millî mücadeleyi hep birlikte verip bu vatanı işgalden kurtaran ve üzerinde yeni bir devlet kuran milleti teşkil eden unsurların çoğunun, zaferden sonra ipleri eline geçiren kadrolarca baskı altına alınıp dışlanması ve böylece tehlikeli fitne tohumlarının atılması. Cumhuriyet adı altında tesis edilen tek parti ve komite istibdadının, herkesi kendisine boyun eğdirme ve eğmeyenleri ezme esasına dayandırdığı bir bütünlüğün yaşama şansı olabilir miydi? Eğer o baskılar devam etseydi, Türkiye şimdiye kadar çoktan parça parça olup dağılmıştı... Ama çok şükür ki, temelde aynı ortak inançları paylaşmanın getirdiği kardeşlikle bin senedir iç içe beraber yaşayan toplum, ortak bağlarına bizzat devlet eliyle indirilen ağır darbelere rağmen, özellikle manevî hizmetlerin destek ve katkısıyla, sağduyusunu ve birliktelik iradesini koruyarak, tehlikeli fitne ve tuzakları boşa çıkardı. Böylece, bölünmez bütünlüğün lâfla değil, bilfiil yaşanarak gerçekleşeceğini ispatlamış oldu. Bu süreçte Türkiye’nin önemli bir şansı da, 1950’de çok partili demokrasiye geçerek tek parti diktasından kurtulması ve demokrat iktidarın, Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere halk nezdinde büyük itibar ve ağırlığı olan kanaat önderlerinden aldığı güç ve destekle, hak ve hürriyetler üzerindeki baskıları hafifletmesiydi. Şimdilerde içeriği meçhul bir açılımı tartışırken, 1950'de DP ile birlikte gerçek açılımın ilk adımlarının atıldığını, tek parti devrinde itilip kakılan bölge insanının Mecliste gerçek anlamda temsiline imkân verildiğini, kalkınma sürecinin başlatıldığını, şark isyanlarının sona erdiğini, böylece üniter yapının ancak hukuk ve demokrasiyle korunabileceğinin ispatlandığını unutmayalım. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Neyin “açılım”ı? |
“Açılım”ın en büyük handikapı hâlâ belirsizlik içinde olması. “Açılım”ı ortaya atan hükûmetin mâhiyetini ortaya koyamaması. Bu yüzden herkes kendine göre bir “açılım”dan bahsetmekte; doğru dürüst tartışılamamakta… Genelkurmay Başkanı’nın, Zafer haftası münasebetiyle, “ulus-devlet ve üniter-devlet yapısına hiçbir gerekçeyle zarar verilmesinin kabul edilmeyeceği” açıklaması üzerine, Başbakan’ın şehid âilelerini kabulde “üniter yapımız üzerinde herhangi bir spekülasyona meydan verilmesi asla kabul edilemez” demesi, siyasî iktidarın belirsizlik içinde yalpalanan demokratik irâde zâfiyetinin açık ifâdesi. Başbuğ’un, “Kültürel farklılıklar siyasallaştırılamaz, siyasal temsil aracı ve toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilemez” çıkışının ardından Erdoğan’ın, seçim meydanlarındaki “tek bayrak, tek devlet, tek millet” tekerlemesini tekrarı, hükûmetin “açılım” hazırsızlığının belirtisi. Keza aylık “ulusa sesleniş” konuşmasında uzun uzun “açılım”ın önemini anlatan ve kimsenin bu süreçten ihânet çıkarmaması gerektiğini söyleyen Başbakan’ın, “Biz bir çerçeve dayatmıyoruz, çünkü biz Türkiye’nin bütünü değiliz” cümlesi, bunca tartışmaya rağmen hâlâ hükûmetin “açılım çerçevesi”nin çizilmediğinin açık ikrarı.
BELİRSİZLİK İÇİNDE DEMOKRATİK İRÂDE ZAAFI… İktidarının yedinci yılında meseleyi ancak gündeme getiren Erdoğan’ın, sürekli asıl sorumluluğu önceki hükûmetlerin üzerine atması ve sıfırdan aldığı terörün en son karakol baskınlarıyla azmasının ardından gündeme getirilen “açılım” hakkında hâlâ olarak hâlâ siyasî ve sosyal çevrelere “Gelsinler yeni açılım yapalım” çağrısı, sözünü ettiği “açılım projesi”nin olmadığını ele veriyor. Belli ki ortaya çerçevesi belirlenmiş bir “açılım projesi” yok. Siyasî iktidar esen rüzgâra göre yelken açıyor. Siyasî iktidarın yedi yıl sonra konuyu gündeme getirdiği “açılım”ın daha adının bile konmamasının, kâh “Kürt açılımı”ndan, kâh “demokratikleşme”den dem vurulması bunun göstergesi. Oysa “etnik haklar”ın olmayacağı, bölgesel ırkî ayırımlar ve kimlik farklılıkları üzerine bina edilen bir “demokratikleşme”nin birliğe ve bütünlüğe değil, ayrılığa sebebiyet vereceği aşikâr. Meselenin münhasıran bir “Kürt sonunu ve açılımı” olarak ele alınması, problemleri çözmek yerine daha da derinleştirir. Hak ve hürriyetlerin ırk ve kavmiyet temelinde istimali, fitneyi azdırır. Demokrasi ve özgürlükler alanındaki müsbet gelişmeleri de tersine çevirip ayrılığın tahrikine sebebiyet verdirir. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, meyl-i iftirak (ayrılık düşüncesi) marazını tahrikle “asabiyet-i câhiliyeyi (kavmiyetçiliği, ırkçılığı) ikaz eder (uyandırır.) (Eski Said Dönemi Eserleri, 183-184) Ankara’nın bu “sorun”u da içine alan bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olduğu, Cumhuriyet tarihinin en kabarık iddianâmeli ve en kalabalık sanıklı dâvâlarının başında gelen “Ergenekon”a rağmen, gerçek darbelerin ve darbecilerin hâlâ yargılanmamasıyla ortada. Hâlâ “darbe anayasası” yürürlükte. Millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatan, meşrû hükûmeti deviren darbeciler hâlâ korunup kollanıyor.
TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜKLER SORUNU VAR Üzerinden 29 yıl geçtiği halde darbecileri koruyup kollayan “geçici 15. madde”yle 12 Eylül darbesini yapanlar, darbeciler ve siyasî taşeronlarının “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddia edilemeyeceği ve yargılanamayacakları” hükmü duruyor. “İrtica tehdidi”yle ülkede terör estiren, onbinlerce vatandaşı fişleyen, yüksek yargı mensuplarını, rektörleri, bürokratları, iş adamlarını, gazetecileri karargâhta toplayıp dakikalarca “irtica ile mücadele” nutkunu alkışlatan 28 Şubat “postmodern darbe” dayatıcıları, dışarıda. Tatil şehirlerine ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar. Darbelerden kalma yasaklı yasalar hak ve hürriyetleri kısıtlıyor. Türkiye’nin AB’ye taahhüdüne rağmen, siyasî partilerde lider-genel merkez sultasıyla seçmen irâdesinin tecellisini engelleyen, siyasetin demokratikleşmesinin önünü kapatan “siyasî partiler ve seçim kanunu” çıkarılmış değil. YAŞ’ın sorgusuz-sualsiz yargısız ihraçlarından, Kur’ân kurslarındaki yaş yasağına kadar, temel insan hak ve hürriyetlerinin başında gelen inanç ve eğitim hakkı ve hürriyeti engelleniyor. Doğrusu, Türkiye’nin münhasıran bir “Kürt sorunu” değil, bütün millet için topyekûn demokrasi ve özgürlükler sorunu var. Bütün vatandaşların bireysel hak ve hürriyetler problemi var… Ankara’nın “açılım”ı kültürel, ekonomik ve sosyal bütün veçheleriyle, topyekûn demokratikleşme ve özgürlükler sorunu kapsamında ele alması lâzım… 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Çözümden uzak açılımlar ve arayışlar… |
Bir şey tamamen elde edilmediğinde, tamamen terk edilmez, kaidesince hükümetin şu Kürt, Alevî ve demokratik açılımlarının tamamen faydasız olduğunu iddia etmek, haksızlık olur. Dünyanın gelişen yeni dengeleri, İngilizlerin ansızın Irak’tan kaçmaları ve Amerikan yönetiminin karşı karşıya kaldığı durum, ister istemez hükümeti yeni açılımlara ve arayışlara sevk edecekti. Geçmiş meselelerde olduğu gibi, bu meselede de zihinleri sıkıştıran sorunun “inisiyatifin kimde olduğu”dur. Yetkililerin, "Elimizde bir yol haritası yok, belli bir projeye sahip değiliz, ileriye dönük planlanmış bir icraatımız olmayacak" demeleri, inisiyatifin kendilerinde olmadığını ve haricî bir kuvvetin itmesiyle bu meçhul sürece sürüklendikleri hissini veriyor, kanaatindeyiz. Herkes gibi başbakan da biliyor ki, ülkemizin şimdiye kadar üzerinde en çok konuşulmuş “Doğu meselesiyle” alâkalı milletimizde büyük bir irade var. Vatanlarını ülkenin bütünlüğü çerçevesinde seven binlerce münevverin bu hususta arz edeceği milyonlarca fikri vardır. Fakat hükümet müşahhas hareket ve neticelerden çekiniyor izlenimini veriyor. Tanımı yapılmayan, belirsiz bir sürecin de bu meselede müsbetten ziyade, menfî algılandığı kanaatindeyiz. Yine tribünlere oynuyor, efkâr-ı ammeyi oyalayan ve hiç kimseyle ciddî meşverete yanaşmayan önceki icraatlardan tanıdığımız bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu iddia edenler, ciddî delillere dayandırıyor iddialarını.... Kamuoyu, PKK hadisesini, Türkiye’nin bütünlüğünü bozmaya çalışan komünist ve masonların dünyaya sundukları tarzda algılamıyor. Aynı millet potasında bin seneden beri erimiş Türkleri ve Kürtleri ırk olarak farklı görmüyor. Zira Anadolu pratiği çatışmayı tekzib ediyor. Dolayısıyla çatışmayı körükleyen Kemalistlerle global Bolşeviklerin iddialarını doğrular üslûpta hükümetin “barış senaryolarına” kalkışması neticesiz kalıyor. Halkın içinde çatışma yok ki, barış olsun. Çatışma projelerinin hazırlandığı Hudson Enstitüsü toplantılarına katılmış tümgeneralimize sorsanız da, aynı cevabı alacaksınız. Türkiye’de Kemalistlerin, global düzeyde neocon ve neoliberallerin emrinde çalışan inisiyatifsiz bir hükümetin açılımlarından millet fazla bir şey beklemiyor. Global menfaat çetelerinin teşvikiyle mevcut hükümete büyük yatırım yapan malûm ve çevrelerin alâ-yı valâ ile seslendirdikleri bu tür şovların hedeflerinin bir erken seçim olduğunu söyleyenler de var. Türkiye ekranlarının sihir ve hipnotizmasına yakalanmayanlar bilirler ki, global terörü besleyen odaklar PKK’yı bize teslim etmeyecekler. Afganistan, Ermenistan, İran, Irak, Arabistan ve Suriye’yi alâkadar eden “Kürt meselesini” Türkiye tek başına çözemez. Ancak mezkûr devletlerle ciddî işbirliklerine gider, konferanslar düzenlerse müştereken bir neticeye gidebilir. Bu güne kadar Doğu’da Çekiç Güç’ün, Bekaa Vadisinin, Hizbullahın ve en çok da neocon destekli PKK’nın zulmüne uğramış Doğulu vatandaş ile ilgili hükümet hiçbir çalışma yapmamış. Terör bahanesiyle derin devletin aç ve bi ilâç yerinden yurdundan ettiği, herbirisi günde yüzlerce kişiye ekmek dağıtırken, varoşlarda bir ekmeğe muhtaç bırakıldığı, kalabalık aileler halinde Adana, Mersin, Antalya, Antep ve Diyarbakır gibi meçhullere mahkûm edilen bu masumlarla alâkalı devletin hiçbir çalışması olmamış. Avrupa kamuoyunun bile bütün çıplaklığıyla gördüğü bu trajediden dolayı özür dilemeyen, yaraları sarmayan ve zararları tazmin etmeyen bir hükümete kim güvenebilir ki... Mecliste istişare edilmeden, heyetler teşkil olunmadan ve mahallî bilgilere başvurulmadan, Beşir Bey’in ferd-i yekta halinde sağda-solda görüşmelerde bulunması, hükümetin samimiyetsizliğini çok net bir şekilde dışa vuruyor... Düşmanlarımızca yüzyılı aşkındır kaşınan Doğu meselesinde çözümün eğitimden geçtiğini herkes söylüyor. Kemalistlerin bolşevikleri ve masonları örnek alarak boşalttıkları din karşıtı ve geleneği tezyif edici eğitimin, bölgedeki hastalığı şiddetlendirdiğini yazıp-çizen binlerce insan var. Korku, kompleks ve inisiyatifsizliğinden ötürü dinden fersah fersah kaçan şu siyasî irade ile Doğu’nun problemlerini halletmek mümkün olmadığı gibi, konuşmak da abeste iştigaldir. Irkçılığın üzerine bina edilmiş Kemalizmi referans gösteren Gül ile Erdoğan, işin başında kaybediyorlar. Niyetleri okuyamayız. Fakat gelişen hadiseleri değerlendirebiliriz. Amerikalı Demokratların içinde neoconların rollerini ekseriyetle devralan neoliberallerin sıkıştırmasıyla Doğu bölgelerimiz sükûnete kavuşamazlar. Bölgedeki insanı dinden, ahlâktan, gelenekten ve temel insanî değerlerden soyutlamaya çalışan Kemalist ve PKK işbirliğine parasal ve politik destekte veren neoliberallerin maksad ve hedefini artık herkes biliyor. Hükümet burada taşeron vazifesi görmemelidir. Erbil’deki Abant Platformuyla birlikte hızlandırılan bu çalışmaların netice itibarıyla ne Türkiye’ye, ne Irak’a, ne Amerika’ya ve ne de AB’ye fazla bir faydası olmayacaktır. Kıblesiz ve abdestsiz namaza dönüşen bu açılımın içini hükümet doldurmadıkça, başta hakikî bir demokrasi olmak üzere, meselenin diğer temel meselelerini süreçte esas almadıkça ve ümitlerini neoliberallerin vaadlerine bina ettikçe, Kürt açılımı müşahhas bir sonuç vermeyecektir. Konuşacağız. Bu da güzeldir. Zaten süreçten de bu kastediliyormuş. Öyleyse buyrun sohbet edelim, fakat ümitlenip bir çözüm beklentisine girmeyelim... 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
ABD Genel Kurmay Başkanından muhtıra! |
Amerikan Genel Kurmay Başkanı Amiral Mike Mullen, Obama Yönetiminin İslâm dünyası ile daha iyi iletişim kurma politikasını eleştirerek, “sorun iletişim sorunu değil; politika ve uygulama sorunu. Eğer değerlerimize uygun davranmaz veya sözlerimizi tutmazsak, düşmanlarımızın iddia ettiği kibirli Amerikalılar tipine daha çok benzeriz” dedi. Genel Kurmay Dergisi’nde yayınlanan röportajında Amiral Mullen’in söyledikleri hem hükümete, hem de ordunun yerinin tartışıldığı ülkelere yönelik ciddî dersler içeriyor. Amerikalıların Irak ve Afganistan’daki karşı güçlerin propagandasına enformasyon kampanyalarıyla karşılık verme fikrinin “ciddiyetten yoksun olduğunu, çünkü güven ve ilişki kurmaya yeterince yatırım yapılmadığını” söyleyen Genel Kurmay başkanı, “sözlerimizi tutmuyoruz” diyor. Ebu Garib’in Amerikan millî karakterinde bir leke olduğunu, burada yapılanların kendilerine karşı savaşan bir çok gence savaşma gücü kazandırdığını da sözlerine ekliyor. İslâm dünyası ile ilişkilerde “yalnızca kendi öykümüzü anlatmak yetmez” diyor, “aynı zamanda daha iyi dinleyiciler olmalıyız… İslâm dünyası bizim tam olarak anlamadığımız—ve anlamaya da her zaman teşebbüs etmediğimiz—ince bir dünya” diye devam ediyor; “ancak bu insanların kültürü, ihtiyaçları ve umutlarını anlayarak ve takdir ederek, kendimizi düşmanların söyleminden kurtarabiliriz”. Röportajında Amerikan Genel Kurmay Başkanının bütün ülkelerin ordu yönetimlerine örnek olacak bir açıklaması da var: “Ordu mutlaka siyaset dışı kalmalı ve ordunun sivillerce kontrolüne kutsal bir kural olarak uymalıdır. Biz politikayı uygularız, politika yapmayız. Elbette başkan olarak tavsiyede bulunurum; ama bu tavsiyemi gizli yaparım ve hükümet karar verdiği anda biz harekete geçeriz.” Obama yönetiminin İslâm dünyası ile ilişkilerini düzeltmesinin tek ve en kolay yolunu söylüyor Amiral Mullen; verdiği sözleri tutması ve ortak insanlık değerlerine bağlı kalması. Ebu Garib, Guantanamo, sırf kendi ülkesinde yasalar izin vermiyor diye başka ülkelerde şüphelilere işkence yapılacak hapishaneler kurması, insansız uçaklarla Pakistan’da sivilleri vurması, hak, adalet ve vazgeçilmez temel insan haklarına Amerikan ordusunun bağlı kalmadığının yalnızca birkaç örneği. Geçen hafta Obama’nın özel temsilcisi Richard C. Holbrooke, Pakistan’ı ziyaret ettiğinde ona, Amerika’nın Pakistan’da sevilmemesinin sebebi yalnızca Usame bin Ladin’i bulup öldürmeyi takıntı haline getirmesi, bunu yaparken hiçbir değeri önemsememesi olduğunu anlattı Pakistanlılar. Umarız kendi genel kurmay başkanlarının söylediklerini dinler Obama Yönetimi. Ve Müslümanların kalplerini kazanmak için yalnızca onların bayramlarını kutlamanın ve “Selamünaleyküm” demenin yetmeyeceğini, sözden çok fiilleriyle İslâm dünyasını anladıklarını ve önemsediklerini göstermeleri gerektiğini anlarlar. Tabi eğer mesele ABD’nin gerçekten “kibirli” olması ve kendisi dışında hiçbir ülke ve kültürü önemsememesi değilse. 29.08.2009 E-Posta: [email protected] |