Bediüzzaman Said Nursî, altı bin küsür sahifeyi aşan Risâle-i Nur tefsiri ile iman şartlarını, İslâm esaslerini ve sâir meseleleri ispat ve izah eder. Müslümanların ve insanlığın ferdî, ailevî, içtimaî, siyasî tüm problemlerine çözüm üretir, hastalıklarını tedavi eder, reçete yazar. Aynı zamanda günümüz Kur’ânî ve Peygamberî hizmet stratejisini belirlemekle de vazifeli olduğundan, başka hiç kimse başka bir çığır açamaz ve hizmet stratejisi çizemez. Zira, vazife onun. Takip edelim:
“Mecbur olarak haber veriyorum ki: Bu dürûs-u Kur’ân’iyenin (Kur’ân dersleri olan Risâle-i Nur) dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri—ulûm-u îmâniye cihetinde—yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
“Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır.”1
“Allâme” dünya çapında bir mütefekkir ve âlimdir. “Müçtehid” ise, Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkaran âlim, imam, mezhep önderi demektir. Demek ki, “allâme ve müçtehid” de olsalar, görevleri, kendi kafalarına göre değişik bir yol, başka bir siyasî strateji çizmek değil, Risâle-i Nur’daki formülleri “izah etmek, şerhetmek/yorumlamak ve düzenlemektir.” Ve bu da, Risâle-i Nur’un ruhuna uygun yapılmalı.
“Ulum-u imaniye”, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’den ilhamla tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf, ahlâk gibi mânevî ve fen ilimlerinin harmanlanmasıyla hâsıl olan en yüksek İslâm ilmidir. Risâle-i Nur’u inceleyen akıl ve insaf sahibi herkes; fıkıh dahil (ihtiyaç olan konularda), içtimâî ve siyâsî meseleleri de halletmiş, problemleri çözmüş, hastalıkları teşhis etmiş, hizmet stratejisini belirlemiş olduğunu görür. Dolayısıyla farklı metot, şahsî, indî değerlendirmeler ona karıştırılmaz. Risâle-i Nur’u kabul ile dairesine girenler erkân, sahip, has, nâşir, talebeler, dostlar gibi sınıflara ayrılır. Nur talebesi, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine sadık kalarak hizmet edenlerdir. Zıt bir mesleğe girmemek şartıyla, talebeliği devam eder.2 Zıt bir meslek, felsefî veya siyâsî cereyan, Risâle-i Nur’un hizmet anlayışına ters bir metot benimsemek veya çığır açmak da olabilir.
Risâle-i Nur, talebelerinden fiyat olarak (meslek ve meşrebine) tam, halis bir sadakat, daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Ayrıca, Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunan ilim, tarikat eli ve sofî meşrep zatlar, enaniyetlerini hizmetin havuzunda eritip, onun cereyanına girmeli. İlim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermeli ve genişlemesine çalışmalı, teşvik etmeli.
Risâle-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açan hem o zarar eder, hem bu müstakîm ve metin Kur’ân yoluna bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevî yardım olur.3
Risâle-i Nur’u okumak, istifade etmek ayrı şeydir, meslek ve meşrebine, yani çizdiği hizmet stratejisine sadık kalarak hizmet etmek ayrı şeydir. Dolayısıyla kimi zaman bu dairelerde yer alanların, kimi zaman Risâle-i Nur prensiplerine aykırı duruş ve düşünceleri olabilir.
Akl-ı selim, meslek ve meşrebe uyulup-uyulmadığını şahıslarla değil; şahısları Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinin prensipleriyle değerlendirmeyi, mihenge vurmayı gerektirir.
Dipnotlar:
1-Mektubât, s. 413.
2-Mektubât, s. 329.
3-Kastamonu Lâhikası, s. 88.
06.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|