Türkiye’nin demokrasiyi katleden darbelerle ve ara rejimlerle yüzleşmemesi, en büyük ayıbı…
48 yıldır 17 Eylül’le demokrasiye kan bulaştıran, ülkeyi kutuplaşmaya iten 27 Mayıs cuntasının hesabı sorulmamış. 37 yıl sonra bile 12 Mart muhtırasının soruşturması yapılmamış. 28 Şubat “postmodern darbe”yle devam eden 12 Eylül darbesinin üzerinden 28 yıl geçtiği halde hâlâ hesaplaşmamış.
Bu yüzden darbe zihniyeti sürüyor; etkileri, anayasası, yasaları, dayatmaları yürürlükte; demokrasiyi hastalıklı hale getiriyor. 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın bilânçosu da çıkarılmış değil; Türkiye hâlâ darbelerle yüzleşmiş değil...
12 Eylül darbesinin demokrasiyi zaafa uğratan en büyük etkisi, şüphesiz “darbe anayasası”nın hâlâ yürürlükte olması. Ve onca yamaya rağmen, darbecilerin bu anayasada “korunup kollanması” tıpkı ilke ve inkılâpların “korunup kollanması” gibi…
Darbecilerin, daha baştan “hayır” demenin yasaklandığı ve “evet” propagandasının bizzat darbe yönetimince devlet imkânlarının kullanılarak resmen yapıldığı anayasa ile kendilerini “koruma” altına almaları…
HİÇBİR DÜŞÜNCE VE MÜLÂHAZANIN
KORUMA GÖREMEMESİ…
12 Eylül “darbe anayasası”nın dibâcesinde, darbecilerin darbeyi “Türk milleti adına, koruma ve kollama göreviyle yaptığı” cümlesi çıkarıldı; lâkin darbenin “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapıldığı” belirtiliyor.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclisi lağveden, meşrû hükümeti deviren, demokratik sistemi rafa kaldıran 12 Eylül darbesinin “Türk milletinin çağrısıyla gerçekleştirildiği” uydurması çıkarıldı; ancak “hiçbir düşünce ve mülâhazanın (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” kaydı duruyor. Bu yasakla, anayasa ve sistemi kelepçelemiş; demokratikleşme, hür düşünce ve çağdaş açılımları engelliyor.
Gerçi “Geçici 15. Madde” ile teminat altına alınan, “12 Eylül darbesi döneminde çıkarılan kanunların, kanun hükmündeki kararnâmelerin ve tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyeceği” hükmü önceki siyasî iktidarlar döneminde anayasa metninden çıkarılmıştı.
Ancak, “12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” ibaresiyle darbecilerin korunmasına ve kollanmasına devam ediliyor.
12 Eylül darbesi döneminde ve devamında “bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar”ın cezaî, malî veya hukukî sorumlulukla yargılanmayacakları, yine “12 Eylül anayasası” ile güvence altına alınmış.
Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak bir biçimde, demokrasiyi ortadan kaldıran darbeciler ve onların adına iş görenler, üzerinden bunca zaman geçtiği halde anayasa ile ayrıcalık tanınarak kanunlar karşısında korunuyorlar.
Kısacası, AB sürecinde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını hedefleyen Türkiye’nin anayasası hâlâ bir yığın garâbetle muallel…
DEMOKRASİLERDE
“RESMÎ İDEOLOJİ” OLMAZ…
Ve ne yazık ki her fırsatta demokrasinin nimetlerinden dem vuran siyasî iktidar, hâlâ darbelerin bilânçosunu çıkarmış değil. Hâlâ günübirlik polemiklerle, politik atraksiyonlarla vakit geçirip Türkiye’nin bu temel sorununa eğilmiyor. Makyaj mevzuat değişiklikleriyle geçiştiriyor, kamuoyunu oyalıyor.
Darbe kültürünü ve izlerini silmek, darbecilerin millet adına yargılanmasına zemin hazırlamak bir yana, darbecilik zihniyetini daha da katmerleştiren, 28 Şubat sürecinden kalma dayatmalara seyirci kalınıyor. Emr-i vakileri sürdürülüyor.
Dahası darbe kalıntılarını toptan ortadan kaldıracak “yeni anayasa” çalışmalarını askıya alıyor; milletin verdiği emaneti ve iktidar yetkisini boş popülist tartışmalarla harcıyor; ülkenin enerjisini tüketiyor.
Oysa Türkiye’nin, darbe vesâyetini ortadan kaldıracak, siyaseti demokratikleştirecek, yargı reformuna zemin hazırlayacak, demokratik eğitimi temin edecek; temel hak ve özgürlükleri sağlayacak başta yeni anayasa olmak üzere köklü reformlara ihtiyacı var.
Sahi, hangi demokratik ülkenin anayasasında, şahısların zihniyeti ve ideolojileri anayasa hükmü haline getirilerek peşinen “koruma ve kollama” altına alınmış? Çağdaş, demokratik ve hürriyetçi esaslarla uyumlu hangi anayasada devlete “resmî ideoloji” gömleği biçilmiş?
“Batı Gözüyle Kemalizm”i tahlil eden Dr. Theo Sommer’in tesbitiyle, hangi demokraside, şahısların felsefeleri ve görüşleri, tumturaklı cümlelerle anayasa metnine konularak, anayasayı ve bütün sistemi vesâyet altına alan “devlet ideolojisi” kılığına sokulmuş?
Gerçek bir demokrasi için Ankara’nın önce buradan başlaması gerekmez mi? Fakat ne yazı ki siyasî iktidar, millet irâdesinin hakkını vermek yerine, hep başka telden çalıyor…
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|