|
|
Şükrü BULUT |
İstanbul’da Ramazan ve İBB |
|
Ben de yeni öğrendim. Bu üç harf, dünyanın en büyük metropollerinden birisinin kısaltılmış ismi imiş. Halbuki sizler o şehri, daha ziyade minarelerini tedai ettiren ambleminden tanıyorsunuzdur.
Dünyada en çok uğrunda gözyaşı dökülen, hasret ve aşk şiirleri yazılan; gazellere, romanlara, tarih ve kültür dizilerine mevzu olan şehirlerin—Hicaz ve Kudüs hariç—başında gelir İstanbul. Şair olup da onun hakkında şiir yazmayan kaç isim verebilirsiniz ki… Osmanlı estetik şairinin, bütün Acem mülkünü bir tek taşına değişmediği İstanbul hakkındaki övgüler yalnızca arzî değil… Sema âleminden de ona övgüler yapılmış. Estetik, zarafet, hoşgörü, güzel sanat, ihtişam ve hakikî medeniyet cihetlerinde Avrupa ve Asya metropollerinin biricik temsilcisi güzel İstanbul´a modernite, millet iradesi ve çağdaşlık yaftaları altında reva görülen zulümleri gördükçe, zihnim kaderin fetvasına istinadı arar, durur.
Avrupa şehir zarafetinin sembolü Paris'i üçüncü ziyaretimde, zavallı nazenin şehrin mütecaviz dinsiz Avrupa ile medenî İsevî Avrupa arasında itilip kakılırken görmüştüm. Her iki Avrupa da o güzele sahip olmak istiyorlardı. Bu Ramazan-ı Şerifi kısmen İstanbul'da idrak ettiğimde, dünyam İstanbul'un ağlayan, inleyen ve tarihini hasretle yad eden resimleriyle doldu. Bir zamanların afet-i devranı İstanbul'a sefih, münafık ve habis ruhları musallat olmuş gördüm.
Manzaranın fecaati ta uzaklarda başlıyordu. Çevre yollara nâzır müstehcen reklâmlar, İBB'ye ait toplu taşıt araçlarını sarmalayan ahlâksız görüntü ve mesajlar ve nihayet mübârek meydanları bu mübârek zamanda kirleten panolar… Ekranlarda Avrupa'ya özenmiş köylü bir kadının uçuk giysilerini giydirmişler İstanbul'a… Sanki maksatlı yapılıyor bunlar… Bir tereddî hedeflenmiş. Adeta Avrupa metropollerinden de aşağıya bir ahlâksızlık projesi hazırlanmış İstanbul için… Çirkin, itici ve iğrenç resimlerle cezalandırılmış İstanbul… Elbette ki Müslümanlar İstanbul'a bunu reva göremezler…
Neoliberaller dindar Köln'ü ahlâksızlığın merkezi yapmak için büyük gayret sarf ediyorlar. Peki İstanbul' fuhuşa sürükleyen habis ruhun sahipleri kimler? İstanbul çocuklarını fahişeliğe özendiren reklâmı bu mübârek şehrin en kalabalık yerlerine kimler asıyorlar? İstanbul'da bozulmaya ve çürümeye dolu dizgin koşan bu manzaraları; İstanbul'un ruhunu, sağlığını, estetiğini, tarihini, iffetini ve bütün bediiyyatını korumakla vazifeli olanlar acaba neredeler?
Ecdadımız İstanbul'u emin insanlara emanet ederken onlara "şehremini" rütbesini vermiş. İsmin şehreminlikten İBB'ye kayması bu tereddîye sebep olmuş olamaz. Şehri, şehir ahalisinin canını, malını, namusunu ve maddî-manevî sağlığını korumaya çalışmakla vazifeli şehreminlik, belediye başkanlarını Allah'ın bir lütfudur. İstanbul'un şehreminleri veya belediye başkanları; bir kısım yerli ve yabancı şebekelere yaranmak uğruna, dünya incisinin başına bunca pisliğin boca edilmesine müsaade etmemelidirler. Aksi takdirde İstanbul'u, ne Kanunî'nin Kırk Çeşmesi ve ne de modern Türkiye'nin İstanbul'un etrafında biriktirdiği, ama kuraklıkla boşalmaya yüz tutan baraj gölleri temizlemeye yetmez.
İstanbul'un İslâm dünyası için mübarek beldelerden birisi olduğunu hepimiz biliyoruz. İstanbul'da Ramazan'ı yaşama arzusu ile yollara düşen âşıkların inkisar-ı hayallerine Sultanahmet, Fatih, Eyüp ve Üsküdar semtlerine hizmet eden belediyeler sebep olmamalıdırlar. Ramazan mevsimi hokkabazların çadırlarda insanları eğlendirmeye çalıştığı bir zaman değildir. Belediyelerce kurulan sirk çadırlarındaki müptezellik, İstanbul'u kanları pahasına vatan edinmişlerin ruhlarını incitiyor. Şov, menfaat ve sefih Avrupa özentileri İstanbul Ramazanlarının tadını çoktan kaçırmış.
İstanbul' Müslüman kimliğinden koparmak isteyen ruhun, Sahabelerin medfun bulunduğu Surdibi, Balat ve Eyüp arasında ne dolaplar çevirdiğini merak edenler, sahilden Eyüp Sultan'a doğru, bir teravih sonrası uğrasınlar… Habis ruhun manevî alanlarımızı da işgale nasıl yeltendiklerini gözleriyle göreceklerdir.
Tebeddül-ü esma ile hakikat değişmez. İBB'li başkanlar, meşveret ruhuyla İstanbul'a dünkü şehreminlerden daha güzel hizmet edebilirler. Fakat evvelâ İBB'nin karar vermesi gerekiyor: Hangi İstanbul?
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Gelin bu sefer! |
|
Hayaller ve umutla geleceğe bakışlar. “Abi ne olacak bizim halimiz”in tefsiri gibidir. Kendisinin ne olduğunu bilmekle başlayacak bir serüveni başlatamayan hayalin ve umudun elinden muhakkak ümitsizliğe ve yeise düşecektir.
İleriye doğru atılacak bir adımın, önünü, arkasını, sağını, solunu araştırmayanlar kendi adımlarının fasid dairesinde boğulmaya mahkûmdurlar. Ne kendini, ne de başkalarını sıkıntıya düşürmeden atılacak bir adımın hesabı daima iyi yapılmalı ve neticede üzülmemelidir.
Kendi kendimizi, duygularımızı dinleyelim. Dar kalıplara ve kısır kurallara hapsettiğimiz fikirlerimizin, düşüncelerimizin açılımlarını dinleyelim. Ta ki nefis ve şeytanımıza fırsat vermeden başkalarına da kendimizi dinlettirelim. Kendinden bihaber, âlemden ne haber vaziyetine düşmeyelim.
Yani hali halletmeden, gelecekte kim neyi halletmiş ki biz bir şeyleri halledelim, yapalım, gerçekleştirelim. Mümkün değil…
Kum saati gibi işleyen bir hayatın içinde kendi akıntımızı sağlamadan birisinin gelip bizi çevirmesini beklemek, başkalarının başımıza giydireceği her giysiye evet demek olacaktır… Çizilmiş, yapılmış yollardan geçmek için çaba, gayret gerekmiyor. Önemli olan kendiliğinden çizilmiş, gitmek için planlanmış bir yolumuz olsun. Herkesle beraber olmak demek, her şeye iyi-kötü, zararlı-faydalı razı olmak demektir…
Allah’tan korkmanın en iyi neticesi Allah’ı severek O’na itaat ve inkıyadımızı, bağlılığımızı O’na ibadet ederek göstermekle olur. Biz de korktuğumuz her şeyi hayatın içinde sevecek, sevilecek şekle sokabilmeliyiz. Muhabbetin derin vadilerinde tayeran edip uçabilmeliyiz… Nefret, kin, haset, kötülükler bu vadilerin diplerine demir atmak gibi bir şey herhalde!..
Kendi iç dünyamızda başarıyı yakalayabildiğimiz anda bir tren katarının peşimizden bizi zorlayarak ittiğini ve mahalli maksudumuza, istediğimizi, arzuladığımız hedeflerimizi zirvelere doğru hareket ettirdiğimizi göreceğiz… Denemek çok zor değil…
Hayallerimizle gerçeği buluşturmak için her zaman kafamızın bir yerlere “dank” diye vurulması ve kırılması gerekmemektedir. İnsan olana bir işaret, bir hareket yeterlidir her hâlde.
Her zaman muharrik güç, harekete geçirecek kuvvet dışarıda aranır… Bilâkis güç, kuvvet içimizde. Aklımız, ruhumuz, kalbimiz ve bütün duygularımız sadece: Yapacağım, yapabilirim ve yaparım komutunu bekliyor. İman ve itikadın şifreli bilgileriyle kendimizi uçurumlara atmadan kendimizi bu doğru kelimelere yönlendirebilmeliyiz.
Gelin bu sefer ve her sefer başkalarından beklediklerimizi, kendimizden bekleyelim. Kendi halimizi ve gerekenleri düşünelim…
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah katında büyük bir şefaatçi |
|
Resûl-i Ekrem’in (asm) şefaat-i kübrâsı dışında amellerimizin de bize şefaatçi olacağını düşündük mü? Sözler’de, kâmil insanların acz, yani Allah’a karşı acizliğini hissedip O'na yönelmelerinden bahsedilirken, onda öyle bir lezzet bulduklarına dikkat çekilir ki kendi güç ve kuvvetlerinden sıyrılıp, Allah’a acz ile sığındıkları, aczlerini kendilerine şefaatçi ettikleri belirtilir ve “‘Emr-i kün feyekûne’ [Birşeye ol dediğinde o şey hemen oluverir] malik Sultan-ı Cihana acz tezkeresiyle istinat eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira, en müthiş bir musibet karşısında ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz’1 deyip, itminan-ı kalp [kalp huzuru] ile Rabb-i Rahim’ine itimat eder.”2
Kâmilliğe, olgunluğa giden yol hep acz ve fakrını Allah’a karşı hissetmekle başlamıştır. Büyük Allah dostu Aziz Mahmud Hüdayi’yi de dize getiren, Üftade Hazretlerinin karşısında acz ve fakrını açıkça hissetmesi değil miydi?
Karşılaştığı kerâmetvarî bir hadiseyle intibaha gelen Bursa kadısı Aziz Mahmut Hüdayi, Üftade Hazretlerine talebe olmaya karar vermişti. Hazırlanıp yola çıkmış, Üftade Hazretlerinin dergâhının bulunduğu sokağa geldiklerinde sert bir kayaya atının ayakları saplanmış, bir türlü çıkaramamışlardı. Çıkaramayınca da dergâha yüreyerek gitmeye karar verdi. Üzerinde şatafatlı elbisesi vardı. Kelli felli vaziyette dergâhın avlusundan içeri girdi. Bahçede hizmetçi olduğunu düşündüğü sade kıyafetli birini gördü. Ona Bursa kadısı olduğunu, şeyh Üftade Hazretlerini görmek istediğini söyledi ve “Çabuk geldiğimi söyle” dedi.
Baltayı taşa vurmuştu. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri. Hizmetçi zannettiği zat, Üftade Hazretlerinden başkası değildi. Hafifçe doğrulup, “Kadı Efendi,” dedi. “Siz her hâlde yanlış bir yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır. Biz de bu kapının kuluyuz.
“Siz varlık sahibisiniz. Onun için ikimizin bir arada bulunması mümkün değil.
“Siz ilminiz, malınız, mülkünüz, mevkiiniz, şanınız, şöhretiniz ve mamur ettiğiniz bir dünyanın içindesiniz. Bizim ise sadece Allah’ımız var” dedi.
Bunlar çok doğruydu. Sonunda Üftade Hazretlerinin söylediği şu söz ise onu çarptı âdetâ. “Atın bile kayaya saplanıp kalması bu hâlinle bu dergâha gidelemeyeceğini sana hatırlatmadı mı?”
Demek hak yolunda insan bir kısım şeylere sahip olsa da kalben onları terk etmeliydi. Acz ve fakr yolu bunu gerektiriyordu.
İnsan kendini birşey zannederek bu yolda gidemezdi. Aziz Mahmut Hüdayi dersini aldı: “Efendim,” dedi. “Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde bıraktım. Lütfen beni talebeliğe ve hizmetinize kabul buyurun.”
İşte Aziz Mahmut Hüdayi’yi bulunduğu mevkiye çıkaran bu acz ve fakr hâliydi.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 156. 2- Sözler, s. 36.
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tarikatın kısa bir tarifi |
|
Kelime mânâsı “yol” olan tarîkatın gayesi, marifet-i İlâhî (Âlemlerin Sahibini bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak, idrak etmek) ile Peygamber Efendimizin (asm) gölgesi ve sâyesi altında kalp ayağıyla, rûhânî bir seyahat neticesinde, zevkî, hâlî (yaşayarak) ve bir derece şuhûdî (gözleme dayalı) îmân ve Kur’ân hakikatlarına mazhariyettir.
Tarikat ve tasavvuf, insanlık sırrının; ulvî mertebe ve kemâlâta götüren hizmet yollarıdır. Tarîkat başta ikiye ayrılır:
1- Cehrî, 2- Hafî
Sonra herbiri kendi arasında çeşitli mesleklere, meşreplere, kollara ayrılırlar. Her tarikatın kendisine mahsus bir zikir, şükür, uslûb, metod ve virdi vardır.
Tarîkatın, insanlığın kemâline vesile olmasının ve hadsiz âhiret faydalarının yanında, dünyevî faydaları da pek çoktur. Dağdağalı, perişan, ağır hayat şartlarından, problemlerinden bunalan insanlar; ancak zikir, fikir ve şükür halkaları ile bir araya gelerek dayanışma içine girerler ve birbirine teselli verebilirler. Patlama derecesine gelen nefsânî ve insânî duygular ancak bu sayede teneffüs eder ve rahatlar. Bu da emniyet ve asayişin en büyük teminatlarından birisi. Halbuki, Cumhuriyetten sonra devleti yapılandıran ve kontrol mekanizmalarını ele geçiren idâreciler, bu gerçeğe kulak tıkadı.
Bütün ehl-i imân, kendi meslek ve meşrebini devam ettirmek, hizmet metoduna ve üslûbuna sahip olmak, mesleğini ve bulunduğu cemaati sürdürmek şartıyla, İslâmiyetin istediği “ihlâs, uhuvvet, kardeşlik, ittihad”ın sırlı gücünü kazanabilir.
Bediüzzaman, Mektûbât isimli eserinde tasavvuf-tarikat hakikatini tahlil eder, faydalarından uzun uzun bahseder.
Tarikatların en son noktasının imân hakikatlerinin inkişafı olduğunu söyler ve tarikatların, dalâlet ehlinin hücumu zamanında imânı muhafaza ede geldiğine dikkatleri çeker.1
Tarikatın en önemli özelliklerinden birisi olan seyr-ü sülûk denen mânevî seyahat ve gözlem ile yolculuğun anahtarları ve vasıtaları da Allah’ı anmak, tanımak, zikretmek ve tefekkürdür. Bu da, kâinatı, varlığı, yaratılanı gözlemlemek, incelemek, onlara yaratanları hesabına bakmayı gerektirir. Hayatın dağdağaları, problemleri sıkıntıları çoktur. İnsan hemen her saat, hergün, çeşitli engellerle, üzücü olaylarla karşılaşır. İşte hayatın bu ağır şartları, problem ve sıkıntılarından bir derece kurtulmak ister. Sıkılan ruhunu dinlendirmek arzu eder. Başına gelen hâdiselerden dolayı tesellî bekler. Üzüntü ve kaygı verici olayları unutacak bir meşgale ister. Bunun da çeşitli yolları vardır: Herhangi bir iş ile meşgul olup üreterek, kendini sanata vererek, hobilerini gerçekleştirerek olduğu gibi, problemleri unutma şeklinde de bu ihtiyacı giderebilir.
Unutma da, ya uyuyarak, ya aklı uyuşturarak veya oyun ve eğlenceye dalarak hisleri iptal etmekle olur. Yâni, alkol veya uyuşturucularla unutkanlık perdesi arkasına saklanılır ve problemlerden uzaklaşıldığı sanılır. Bunun faturası ise pek ağırdır.
Diğer taraftan insanlar, hemcinslerinin başlarına gelen felâket, üzüntü ve sıkıntılardan dolayı kendilerini tam teselli edemez. Ya karşısındakinin sıkıntılarını tam hissetmediğinden (empati yapamadığından), anlayamadığından; ya kendisi de bir sıkıntı ile karşı karşıya bulunduğundan; ya hayatını kazanmak mecburiyeti olduğundan, ya güçsüz, zayıf olmasından, ya kıskançlığından veya sırf kendisini düşündüğünden, hemcinslerinden uzaklaşır. Ne teselli edebilir, ne teselli bulabilir...
Dağlarda, derelerde veya kalabalık şehirlerde yaşayıp “yalnızlık” içinde kıvrananlar, dostluk, komşuluk, akrabalık gibi ilgi, münasebet, yardımlaşma ve teselliyi bulamıyor. Aynı apartmanda oldukları halde, yine günlerce, haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca birbirinden uzaktalar! İşte yalnızlığın vahşetini, sıkıntısını ancak, kalbi tefekkür ve zikirle “Allah” diyerek işleterek tesellî bulabilir insan. Bunu tarikattaki zikir, fikir, şükür, tefekkür ve sohbetle gerçekleştirir:
“Zikrettiğim Hâlıkımın, her tarafta kulları vardır ve yaratılışta kardeşim olan bu varlıklar, mükemmel bir nizam ve intizamla terbiye ediliyorlar, öyle ise yalnız değilim, vahşet ve yalnızlık korkuları çekmek boşunadır...”
Artık tefekkür ufku nerelere kadar açılıyorsa, kendisini o derece tesellî eder. Allah’a şükreder, huzur ve mutluluğu yakalamaya çalışır. Allah dostlarının, gerçek tarikatın eğitim ve tefekkür potasından geçerek olgunlaşan kâmil insanların, mutluluk ve huzurlarının yüzlerinden okunması, yersiz ve boş korkulara kapılmamaları, tevekkül etmeleri, mütebessim olmaları, kendilerinden ziyâde sâir insanların imdadına koşmaları, bu sırrı yakalamalarındandır.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 430.
19.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
1,4 milyar dolarlık savaş uçağını düşüren bir damla su. İnsanın mebde-i hayatı bir damla su. Çöllerde ha-yatın kaynağı bir damla su. Ayların sultanı Ramazanda hâsseten bu sıcak günlerin iftarında bir damla su. Mevlânâ dergâhında Nisan tasına düşen ve sonra içilen bir damla su. Hz. Hacer annemizin Mekke’nin “Safa ve Merve” tepelerinde koşarak istediği bir damla su. Umrecilerin ve hacıların ağızlarına damlattıkları bir damla su. Şehitlerin ve mevtâların son anda istedikleri bir damla su. Kıymeti ve lüzûmiyeti bitmeyecek kadar olan ve özetinde bulunduğumuz bu ni’met-i İlâhiye için birkaç tesbit ilâve etmek istiyorum.
Geçtiğimiz Şubat ayında, dünyanın en gelişmiş jeti B-2 ve 1.4 milyar dolarlık savaş uçağının “algılayıcıları” bir damla su yüzünden yere çakıldı. ABD’de dünyanın en gelişmiş bombardıman uçağı B-2’lerden biri olan “Kansas Ruhu” Guam Adası’ndaki Andersen Hava Üssü’nden kalkışı sırasında yere çakılmıştı. Pilotlar fırlatma koltukları sayesinde hayatta kalırken, ABD Ordusu jetin düşüş sebebini bulmak için araştırma başlatmış, araştırma neticesinde 1.4 milyar dolarlık savaş uçağının kontrol sistemini (FCS) besleyen 24 basınç sensöründen 3’ünün ıslandığı ortaya çıkmıştı.1 Kudret-i İlâhiye, bir damla su ve insanın aczi...
Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Hakîm’de “Hiç içtiğiniz suyu düşündünüz mü? Siz mi onu bulutlardan indirdiniz, yoksa Biz miyiz onun yere inmesini sağlayan? (O tatlı bir su şeklinde iner, ama) dileseydik yakacak kadar tuzlu ve acı yapabilirdik. Öyle ise neden (Bize) şükretmiyorsunuz?” 2 buyuruyor.
Türkiye’nin 779 bin kilometre kare sahası var. Türkiye’nin ekili kullanılabilir 279 milyon dekar arazisi var. Bu 279 milyon dekar araziden bugün takriben toplam 40 milyon dönümü sulanmaktadır. Türkiye’nin 779 bin kilometre kare sahasının üstüne yıllık olarak düşen yağmur, tesbitlere göre 500 milyar küsûr metre küptür. 2008 yılında bu yağışlar da yok, müthiş bir kuraklık var. Türkiye’de 200 baraj ve 3 bin gölet vardır. “Acaba isyanımız, şükürsüzlüğümüz ve israfımızdan mıdır bu kuraklık?” diye düşünmek lâzım. Bunların çoğu kurumuş, barajlar dibe vurmuş. Manzara elem verici ve hazin. Bir damla suya doğru gidiyoruz.
Su denilince bütün ehl-i imanın bir anda verdiği cevap “zemzem”. Nasıl ki; ayların sultanı Ramazan ise, suların sultanı zemzemdir. Fahr-ı Kâinat, önderimiz, Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bir hadisinde: “Zemzem hangi niyetle içilirse, o husule gelir” dedikten sonra, faydalarını şu üç cümleyle özetler: “Doymak için içersen doyurur, susuzluğunu gidermek için içersen susuzluğunu giderir, eğer şifa için içersen Allah şifa verir.” Peygamber Efendimizin (asm) buyurduğu gibi, yapılan ilmî araştırmalarda zemzemin şifa kaynağı olduğu, otuzun üstünde hastalığa iyi geldiği tesbit edilmiştir. Zemzem vücuda verilen serum görevini de yapmaktadır. Tavaf sonrası içmek, Peygamber Efendimizin (asm) sünnetlerindendir. Ayrıca Efendimiz Hz. Muhammed (asm), suyu her zaman oturarak içerdi, yalnızca zemzem suyunu ayakta ve Kâbe’ye bakarak içmiştir. Zemzem bitmiyor fakat bizim barajlar kuruyor, bu ne demek acaba?
Oruç ve içindeki iftar ve sahur mübarektir. Bu mübarek ağızlarla yağmur için duâ etmeliyiz. Mezkûr Hadid Sûresindeki âyete “beş cihetle” kulak vermeli ve yağmur duâlarına çıkmalıyız. Yağmur iktisadî, sınaî, ictimâî ve şahsî hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Ülfet, yakıcı bir ateştir. Onun için bir damla su dedik. Acaba bu ülfet perdesini kaldırıp, ülfet ateşini söndürebilir miyiz? Üzerinde düşünülen, tefekkür edilen bir damla su, bunları söndürebilir. Yoksa isyan ve vurdumduymazlıkla bir yere varamayız.
Dipnotlar:
1- Basın Temmuz 2008; 2- Hadid Sûresi, 68, 69, 70. âyetler
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hürriyet kahramanları yeniden gündemde |
|
Meşrûtiyetin ilân edildiği günlerde öne çıkan ve yıldızı parlayan iki büyük hürriyet kahramanı vardı.
Bunlardan biri Resneli Niyazi Bey, diğeri ise bilâhare saraya damat olan Enver Paşadır.
Meşrûtiyet devrinde basılan gazete, mecmua, afiş ve kartpostalların pekçoğunda bu iki şahsiyetin isim ve resmini birarada görmek mümkün.
Ayrıca, gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak seslendiren en çarpıcı slogan, yine bu iki hürriyet kahramanını öne çıkarıyordu: "Yaşasın Enver! Yaşasın Niyazi!"
Kaderin garip bir tecellisidir ki, bu her iki kahraman şahsiyet de şehiden vefat edip gittiler.
Kolağası Niyazi Bey, Avlonya'da Arnavut asıllı koruması tarafından ihanetle vurularak (1913) şehit edildi.
Osmanlı Devletinde en yüksek komuta kademesine kadar çıkmış olan Enver Bey ise, Ruslar'la Buhara taraflarında çarpışırken şehit olup gitti.
Aynı zamanda, İttihatçılar'ın en iyi ve en temiz şahsiyetleri arasında kalmayı başarabilen bu iki isim, vefatlarından sonra öylesine karalanıp kötülendiler ki, gerçek hüviyet ve mahiyetleri adeta ters yüz edildi.
Oysa, Meşrûtiyetin, yani bugün pekçok nimetinden istifade ettiğimiz demokrasinin ilân ve tesis edilmesinde en büyük ve en samimi emek ve gayret sarf edenlerin başında bu iki şahsiyet geliyor.
Öte yandan, Balkan Savaşlarında en başarılı hizmetlerde Niyazi Beyin imzası görülürken (1912–13), Çanakkale destanının yazılması esnasında ise, Enver Bey en büyük amir ve komutan mevkiindeydi.
Yazık ki, kasıtlı şekilde onların bu hizmetleri görmezden gelinerek, alabildiğine kötülenmeye, karalanmaya çalışılıyor. Üstelik, tarihî vakıalar çarpıtılarak, ters yüz edilerek ve kimi hainler kahraman yapılarak...
* * *
Enver ve Niyazi Beylerin yeniden ve bu kez hayırla yâd edilerek gündeme gelmesi, bir nebze olsun yüreğimize su serpmiş oldu.
İstanbul Şişli ilçesinde yeni inşa edilen ve protokol heyetinin eksiksiz katılımıyla temeli atılan bir ilköğretim okuluna "Resneli Niyazi Bey İlköğretim Okulu" ismi verildi.
İkinci sevinçli haber ise, Azerbaycan'dan geldi. Burada da "Enver Paşa Dergisi" adı altında yeni bir aylık mecmua neşredilmeye başlandı. Türkiye'den bazı ilim ve fikir adamının da katılımıyla neşredilen bu dergide, Azerbaycan'ın kuruluş ve kurtuluş faaliyetlerinde Enver Paşanın pek büyük hizmetleri olduğu delilleriyle birlikte gözler önüne serilmekte.
Ayrıca, Enver Paşa ile Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dostlukları ve müşterek bazı hizmetleri de ehemmiyetle nazara verilmektedir.
Bu iki hürriyet kahramanının hakiki çehreleriyle yeniden gündeme getirilmesinde emeği geçenleri tebrik ederiz.
Tarihin yorumu = 19 Eylül 1515
32 sancaklı Diyarbekir eyaleti
Meşhûr halk şâiri Karacaoğlan, dünya hayatını içine alan bütün bir zaman ve mekân içinde "elâ gözlü sevgili"yi aradığını dile getirdiği şiirinin bir dörtlüğünde şu mânidar mısraları sıralıyor:
Yeşil ördek yayılıyor çimende
Kürt'te, Hindistan’da, Çin’de, Yemen’de
Mehdî günü doğar âhirzamanda
Acep gezsem elâ gözlüm var m’ola?
Aynı şiirin bir başka dörtlüğünde ise, yaşadığı dönemde (1606–1689), Diyarbekir'in otuz iki sancaklı bir Osmanlı eyaleti olduğunu şu şekilde hatırlatıyor:
Hey geri de deli gönül hey geri
Adana, İlbeyi, Göksun, Tekir’i
Otuz iki sancak Diyarbekir’i
Acep gezsem elâ gözlüm var m’ola?
Şarkî Anadolu'nun en büyük ve en stratejik merkezlerinden biri olan Diyarbekir'in 32 sancaklı bir Osmanlı eyaleti olmasının gün itibariyle tarihi 19 Eylül 1515'tir.
Diyarbekir çevresi ile surlarla çevrili olan şehir merkezi, bu tarihten evvel İran'daki Safevî devletinin hükmü ve tahakkümü altındaydı.
Ağustos 1514'teki Çaldıran Savaşından sonra, bölgedeki dengeler değişmeye başladı. İki taraf arasındaki çekişme, bilhassa Urfa, Mardin ve Diyarbekir taraflarında bütün şiddetiyle devam ediyordu.
Bölgede bulunan yaklaşık yirmi beş Kürt beyi, Mevlâna İdris (İdris–i Bitlisî) vasıtasıyla Osmanlı'ya bağlanma yönündeki isteklerini Sultan Selim'e ilettiler.
Yerli halktan kuvvet alan Yavus Sultan Selim ise, Bıyıklı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu bölgeye göndererek, Kürtlerle birlikte Safevîler'e karşı çok yönlü bir mücadele harekâtını başlattı.
Safevî hükümdarı Şah İsmail'e bağlı kuvvetler, bu büyük taarruza karşı daha fazla dayanamayarak, Eylül 1515'te bölgeyi tamamıyla terk ettiler.
19 Eylül 1515'te ise, bölge yeni bir statüye kavuşturuldu. Diyabekir eyaleti ile ona bağlı 32 sancakta, yeni ve özerk bir idare kuruldu: Yönetim, babadan oğula geçmek sûretiyle, bu eyalet ve bağlı sancaklar iç işlerinde özerk, dış işlerinde ise Osmanlı devletine bağlı olacak şekilde dizayn edildi.
Diyarbekir eyaleti, 1864'te çıkartılan "Vilâyet Nizamnâmesi"ne kadar aynı statüde kaldı. Ardından, Diyarbekir vilâyetine çevrildi.
Diyarbekir eyaletine bağlı 32 sancağın büyükleri şunlardır: Amid (merkez), Harput, Mardin, Ergani, Siverek, Nusaybin, Hısn–ı Keyfâ, Alçakale, Habur, Garzan, Meyyafarikıyn (Silvan), Siird, Kığı, Birecik.
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Öğretmenevinde mescid olsa kıyamet mi kopar? |
|
“Öğretmenevinde mescid olsa kıyamet mi kopar?” şeklindeki bir soru karşısında “Dünya neyi tartışıyor, siz neyi tartışıyorsunuz?” diyenler olabilir. Ama burada kabahatli olanlar, inançlara saygı göstermeyip ibadet etmek isteyenlere zorluk çıkaranlardır. Biz de böyle problemleri tartışmak istemeyiz, ama ihtiyaç hasıl olduğu için tartışmak durumundayız.
Malûm olduğu üzere mübarek Ramazan ayı vesilesiyle çeşitli iftar davetleri düzenleniyor. Geçen gün, biz de İstanbul Koşuyolu Öğretmenevinde tertiplenen bir iftar yemeğine davetliydik. Yoğun trafiğe takılmamak için biraz erken saatlerde davet mahalline ulaştık. Haliyle ikindi namazını kılamamıştık. İçeri girişte otopark görevlisine öğretmenevinde mescid olup olmadığını sorduk. O da, “Siz buyurun, arkadaşlar yardımcı olur” dedi. Her halde ‘mescid’ var da, ‘ayıp olmasın(!)’ diye söylemedi diye düşündük. İçeri girdik, yemeğin verileceği bölüme gittik ve görevlilere, ikindi namazımızı kılmak istediğimiz, mescid olup olmadığını sorduk. “Hayır, burada mescid yok” cevabını aldık.
İşin doğrusu şaşırmadık. Çünkü böyle bir yerde mescid olmuş olsaydı mutlaka irtica hortlamış olurdu!
Akşama daha vakit vardı ve “Dışarda namazımızı kılıp gelelim” diyerek öğretmenevinden ayrıldık. Çıkışta “En yakın cami nerede?” diye sorduk ve tarif edilen yöne (Koşuyolu istikameti) doğru yürüdük. Bir-iki defa daha sorarak yaklaşık 1 km uzaklıktaki camiyi bulduk. “Koşuyolu Camii,” Validebağ Adile Sultan Kasrı Ögretmenevine 10 dk. yaya yürüyüş mesafesinde bulunuyor. Allah kabul etsin, namazlarımızı eda ettikten sonra tekrar iftarın verileceği öğretmenevine döndük.
Yaklaşık 10 gün önce iki Budist ülkeyi (Myanmar ve Tayland) gören bir kişi olarak öğretmenevinde mescid olmamasını bin defa yadırgadım. İnanın, Myanmar ve Tayland’da böyle olmaz. Oralarda yaşayan Müslümanlar ‘azınlık’ oldukları halde böyle bir muameleye tabi tutulmaz. Türkiye’de Müslümanların çoğunluk olması suç mu? Camiler var ve irtica hortlamıyorsa, öğretmenevinde mescid niçin olmasın? Diğer ziyaretçilerden vazgeçtik, öğretmenlerin namaz kılma hürriyeti yok mu? Hadi yok diyelim, Millî Eğitim’den maaş alan ilâhiyat fakültesi mezunu ‘din dersi’ öğretmenlerinin de namaz kılma hak ve hürriyeti yok mu? Bir din dersi öğretmeni oraya gidince, namaz kılmak için gidiş-geliş 20 dakikalık mesafedeki camiye mi gitmeli? Böyle yanlış, böyle anlayış, böyle inanca saygı olur mu?
Hiç kimse ‘kamusal alan/ kamusal yalan’ bahanesine sığınmasın. İhtiyaç ve talep var ise her yere mescid açılabilmelidir. Mescidden korkarak bir yere varmak mümkün değildir. Mescid açmayarak insanların düşüncesine, aklına, kalbine ipotek koyabilir misiniz?
Nitekim iftar sonrası akşam namazı için bir odaya 3-5 seccade serildi ve akşam namazımızı orada eda edebildik. Bilmiyorum, biz oradayken kıyamet kopmamış, irtica da hortlamamıştı. Acaba daha sonra hortladı mı?
Milletimiz, Türkiye’yi ‘idare edenler’den insana ve inanca saygı istiyor...
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Darbeler hâlâ korunup kollanıyor… |
|
Türkiye’nin demokrasiyi katleden darbelerle ve ara rejimlerle yüzleşmemesi, en büyük ayıbı…
48 yıldır 17 Eylül’le demokrasiye kan bulaştıran, ülkeyi kutuplaşmaya iten 27 Mayıs cuntasının hesabı sorulmamış. 37 yıl sonra bile 12 Mart muhtırasının soruşturması yapılmamış. 28 Şubat “postmodern darbe”yle devam eden 12 Eylül darbesinin üzerinden 28 yıl geçtiği halde hâlâ hesaplaşmamış.
Bu yüzden darbe zihniyeti sürüyor; etkileri, anayasası, yasaları, dayatmaları yürürlükte; demokrasiyi hastalıklı hale getiriyor. 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın bilânçosu da çıkarılmış değil; Türkiye hâlâ darbelerle yüzleşmiş değil...
12 Eylül darbesinin demokrasiyi zaafa uğratan en büyük etkisi, şüphesiz “darbe anayasası”nın hâlâ yürürlükte olması. Ve onca yamaya rağmen, darbecilerin bu anayasada “korunup kollanması” tıpkı ilke ve inkılâpların “korunup kollanması” gibi…
Darbecilerin, daha baştan “hayır” demenin yasaklandığı ve “evet” propagandasının bizzat darbe yönetimince devlet imkânlarının kullanılarak resmen yapıldığı anayasa ile kendilerini “koruma” altına almaları…
HİÇBİR DÜŞÜNCE VE MÜLÂHAZANIN
KORUMA GÖREMEMESİ…
12 Eylül “darbe anayasası”nın dibâcesinde, darbecilerin darbeyi “Türk milleti adına, koruma ve kollama göreviyle yaptığı” cümlesi çıkarıldı; lâkin darbenin “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapıldığı” belirtiliyor.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclisi lağveden, meşrû hükümeti deviren, demokratik sistemi rafa kaldıran 12 Eylül darbesinin “Türk milletinin çağrısıyla gerçekleştirildiği” uydurması çıkarıldı; ancak “hiçbir düşünce ve mülâhazanın (…) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” kaydı duruyor. Bu yasakla, anayasa ve sistemi kelepçelemiş; demokratikleşme, hür düşünce ve çağdaş açılımları engelliyor.
Gerçi “Geçici 15. Madde” ile teminat altına alınan, “12 Eylül darbesi döneminde çıkarılan kanunların, kanun hükmündeki kararnâmelerin ve tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyeceği” hükmü önceki siyasî iktidarlar döneminde anayasa metninden çıkarılmıştı.
Ancak, “12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” ibaresiyle darbecilerin korunmasına ve kollanmasına devam ediliyor.
12 Eylül darbesi döneminde ve devamında “bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar”ın cezaî, malî veya hukukî sorumlulukla yargılanmayacakları, yine “12 Eylül anayasası” ile güvence altına alınmış.
Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak bir biçimde, demokrasiyi ortadan kaldıran darbeciler ve onların adına iş görenler, üzerinden bunca zaman geçtiği halde anayasa ile ayrıcalık tanınarak kanunlar karşısında korunuyorlar.
Kısacası, AB sürecinde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını hedefleyen Türkiye’nin anayasası hâlâ bir yığın garâbetle muallel…
DEMOKRASİLERDE
“RESMÎ İDEOLOJİ” OLMAZ…
Ve ne yazık ki her fırsatta demokrasinin nimetlerinden dem vuran siyasî iktidar, hâlâ darbelerin bilânçosunu çıkarmış değil. Hâlâ günübirlik polemiklerle, politik atraksiyonlarla vakit geçirip Türkiye’nin bu temel sorununa eğilmiyor. Makyaj mevzuat değişiklikleriyle geçiştiriyor, kamuoyunu oyalıyor.
Darbe kültürünü ve izlerini silmek, darbecilerin millet adına yargılanmasına zemin hazırlamak bir yana, darbecilik zihniyetini daha da katmerleştiren, 28 Şubat sürecinden kalma dayatmalara seyirci kalınıyor. Emr-i vakileri sürdürülüyor.
Dahası darbe kalıntılarını toptan ortadan kaldıracak “yeni anayasa” çalışmalarını askıya alıyor; milletin verdiği emaneti ve iktidar yetkisini boş popülist tartışmalarla harcıyor; ülkenin enerjisini tüketiyor.
Oysa Türkiye’nin, darbe vesâyetini ortadan kaldıracak, siyaseti demokratikleştirecek, yargı reformuna zemin hazırlayacak, demokratik eğitimi temin edecek; temel hak ve özgürlükleri sağlayacak başta yeni anayasa olmak üzere köklü reformlara ihtiyacı var.
Sahi, hangi demokratik ülkenin anayasasında, şahısların zihniyeti ve ideolojileri anayasa hükmü haline getirilerek peşinen “koruma ve kollama” altına alınmış? Çağdaş, demokratik ve hürriyetçi esaslarla uyumlu hangi anayasada devlete “resmî ideoloji” gömleği biçilmiş?
“Batı Gözüyle Kemalizm”i tahlil eden Dr. Theo Sommer’in tesbitiyle, hangi demokraside, şahısların felsefeleri ve görüşleri, tumturaklı cümlelerle anayasa metnine konularak, anayasayı ve bütün sistemi vesâyet altına alan “devlet ideolojisi” kılığına sokulmuş?
Gerçek bir demokrasi için Ankara’nın önce buradan başlaması gerekmez mi? Fakat ne yazı ki siyasî iktidar, millet irâdesinin hakkını vermek yerine, hep başka telden çalıyor…
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Akredite… |
|
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, hafta içi önce gazete sonra da televizyonların genel yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcileri ile “iletişim toplantısı” yaptı. Toplantı askerî konular başta olmak üzere 28 Şubat kararları, bildiriler, AB, terör, güvenlik gibi konular 3.5 saat boyunca sorular ve cevaplar şeklinde gerçekleşmiş! “Miş” diyoruz, çünkü ne Genel Yayın Müdürümüz, ne Yeni Asya’nın “Ankara temsilcisi” olarak bendeniz dâvet edilmedik, çünkü akredite (!) değildik.
Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olarak basınla yaptığı ilk toplantısı olması dolayısıyla toplantının önemi vardı. Başbuğ’un neler söyleyeceği, performansının nasıl olacağı merak ediliyordu. Bu toplantının bir diğer önemi de yıllardır uygulanan akreditasyonun iki gazete için kaldırılmasıydı. Star ve Yeni Şafak için akreditasyon kalkarken, aralarında gazetemizin de olduğu, Zaman, Taraf, Bugün, Millî gazete, Vakit gibi gazeteler için bu garip (!) uygulama devam ediyor.
* * *
28 Şubat’ın icatlarından birisi olarak başlatılan gazete ve televizyonlar arasında ayrımcılık yapan akreditasyon uygulaması ile en başta haber alma hakkı engelleniyor. Bazı gazeteler toplantılara alınırken, bazılarının da alınmaması yani gazeteler arasında ayrım yapılması hem toplum tarafından, hem de o ayırt edilen gazete açısından rahatsız edici bir durum.
Muhabir olarak 1992-94’lü yıllarda onlarca kez Genelkurmay’ın düzenlediği programlara katıldım, askerî birlikleri gezdim. Sınır karakollarında askerimizin fedakârlıklarını görüp bunları notlar, haberler şeklinde yazdım. Gazetemizde de bunlar yayınlandı. O zaman gazeteler arasında bir ayrım söz konusu değildi. Ne olduysa 28 Şubat sürecinde böyle bir uygulama başladı ve 10 yılı aşkındır da bu ayrımcı uygulama devam ediyor.
Durumu özetlemesi açısından bir örnek vereyim. Başbakan Tayyip Erdoğan Lübnan’ı ziyaretinde bazı gazetecileri yanında götürür. Bu gazeteciler arasında Genelkurmay’a akredite olmayan iki gazete yetkilisi de vardır. Başbakanın heyeti gezi kapsamında Lübnan’da bulunan Türk birliğini de ziyaret edecektir. Bu gazeteciler başbakanla tâ Lübnan’a kadar gitmelerine rağmen, “akredite” olmamaları sebebiyle askerî birliğe alınmazlar.
Şimdi bu uygulama biraz genişletilir gibi oldu. Fakat her an bir daraltma da yapılabileceği açıklandı. Org. Başbuğ da akreditasyonun kapsamının “duruma göre” daraltılabileceğini ve genişletilebileceğini söylerken buna işaret etmiş. Org. Başbuğ, akreditasyonda bundan sonra tek ölçü olarak basın meslek ilkeleri alacaklarını da açıklamış. İnsanın aklına şu soru geliyor. Kendi adımıza soralım. Yeni Asya ne zaman basın meslek ilkesine uymadı?
Yeni akredite olan Yeni Şafak Gazetesinin Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi, “Bugüne kadar Genelkurmay’daki toplantılara katılamayışımız bizi yaralıyordu” derken kapalı olan kapıların diğer basın kuruluşlarına da açılmasını ümit ettiğini söyledi. “Şimdi ve sağduyulu davranacağız” dedi. Biz gazete olarak her zaman sağduyulu davrandık. Bundan sonra da böyle olacaktır, akredite olmamak bunu değiştirmeyecektir.
Yeni Asya’nın basın meslek ilkelerine uymadığımızı kimse söyleyemez. Akredite olmak gibi bir derdimiz de yok. Takdir akreditasyon yapanlarda… Fakat, ortada bir haksızlık, bir ayrımcılık varsa buna da itiraz etmek hakkımızdır diye düşünüyoruz.
Akredite olmayan gazeteciler arasında yıllardır bir espri yapılırdı. “Eğer birisi akredite edildiyse ondan şüphelenmek lâzım” denilirdi. Buradan Star ve Yeni Şafak yetkilileri hakkında şüphelendiğimiz anlamı çıkarılmasın. Genelkurmay’ın yeni dönemde bu gibi ayrımcı uygulamalara son vererek bu “kara mizah” esprilerden de, “ayrımcılık” yapılıyor imajından da kurtulmasını temennî ediyoruz.
* * *
Burada yeri gelmişken aynı uygulamanın bir benzerinin hem Başbakan Tayyip Erdoğan hem de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da uygulandığını hatırlatmadan geçmeyelim. Hem Gül, hem de Erdoğan yurtdışı gezilerde genelde aynı gazetelerin temsilci ya da yöneticilerini uçaklarına alarak bir nev'î akreditasyon uyguluyorlar. Bunun aksini kim iddia edebilir? Acaba Başbakanlık ve Köşk’ün kriteri nedir?
Gazeteler ve televizyonlar arasında akredite ayrımı yapanların bu haksız ve ayrımcı uygulamadan bir an önce vazgeçmesini diliyoruz.
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bu paralar nereden? |
|
Erdoğan-Doğan kavgasında üçüncü hafta da doluyor, ama hadise başlangıçtaki işaretlerle örtüşmeyen bir zemine kaydı.
Bilhassa Başbakan “Sana beş gün süre, açıkladın açıkladın, yoksa ben yapacağımı bilirim” tehdidinin arkasını getirmedi veya getiremedi.
O gün apar topar kendi ekranına çıkıp cevap yetiştiren Doğan da, ikinci raundda internet sitesinden yazılı açıklama yapmayı yeterli gördü.
Böylece tartışmanın profili bir anda düştü.
Ve bu tür iktidar-medya polemikleri için başından beri zihinlerde var olan tahmin ve beklentinin yine gerçekleşeceği kanaati hâsıl oldu:
Önce kavga, sonra uzlaşma... Ve ardından, eski tas-eski hamam, “Al gülüm, ver gülüm” sistemine devam. Gerçi Erdoğan, “Bundan sonra kimseye imtiyaz yok” diyor, ama Doğan da “Hakkım olan şeyden vazgeçmem” ısrarında.
Doğan’ın kast ettiği şeyler belli: Hilton arazisinde imar tadilâtı, Ceyhan’da rafineri ve TV-5’in frekansının CNN Türk’e devri. Bunları hakkı olarak görüyor Doğan. Erdoğan’sa şimdilik kapıyı kapatmış gibi görünüyor, ama işin sonunun nereye bağlanacağı şu an için meçhul.
Bu arada şirketlerinin borsa değerindeki kayıp 4.4 milyar YTL’yi bulan Doğan’ın, “Bu da geçer, ama bir yılda mı, iki yılda mı, bilmiyorum” sözü, o cenahtaki sıkıntının boyutunu ele veriyor.
Deniz Feneri olayında ise Almanya’daki dâvâdan çıkan karara göre gelişmeler şekil alacak.
Yargılanan üç kişinin ceza aldığı, “itirafçı”nın tahliye edildiği dâvâda mahkeme başkanı, “Asıl failler Türkiye’de” diyerek ve isimler de vererek, topu Türkiye’ye attı. Bu noktadan sonra hükümet, “Bunların üzerine git” baskısına muhatap.
Başbakan son konuşmalarında “Suçlu olan cezasını çeker” diyerek, Hükümet Sözcüsü de Alman mahkemesinin kararı sonrasında Türk savcılarını göreve çağırarak, giderek ağırlaşacağı görünen bu baskıdan korunmaya çalışıyor.
Ama suçlanan kişilerin konum ve ilişkileri, AKP’yi yeni sıkıntılarla karşı karşıya bırakabilir.
Oluşan resmin tamamı da AKP için sıkıntılı.
Artık Meclis Başkanı değilse de, partinin ağır toplarından biri olma vasfını hâlâ taşıyan Bülent Arınç’ın “Geçmişini bildiğim bazı arkadaşlarımızın milyon dolarlık servetleri beni düşündürüyor” deyip “Nereden geliyor bu paralar?” diye sorması ve “Gördüğüm bazı şeylerden hicap duyuyorum” sözü yeterince düşündürücü.
Keza, birinci dönem AKP hükümetlerinin ekonomiden sorumlu bakanı iken 22 Temmuz öncesinde aday olmayıp kısa süre önce partiden de ayrılarak kendisine yeni bir yol çizen Abdüllâtif Şener’in beyanları da Arınç’ı tamamlıyor:
“Türkiye’de son zamanlarda yeni yeni dolar milyarderleri türedi. Gelin, şimdiye kadar kime ne kaynak aktarılmışsa onları Başbakanlık internet sitesinden açıklayın ki, kime ne ihale, kime ne kadar kaynak aktarıldığını herkes görsün. İşte o zaman şifreler ortaya çıkacaktır...’’
Bunlar, AKP iktidarının iç işleyişini ve ilişkilerini yakından bilme pozisyonunda olan iki ismin, asla yabana atılmayıp dikkatle üzerinde durulması gereken son derece önemli ifadeleri.
CHP ya da MHP gibi, AKP karşısındaki duruşu belli olan muhalefet partilerinin veya medyanın bu konuda ortaya attıkları iddialar ihtiyat ve şüpheyle karşılanabilir. Ama AKP’nin kendi içinden gelen sesler görmezden gelinebilir mi?
Haydi, Şener artık muhalefet saflarına geçtiği için onun eleştiri ve ithamlarına da soru işareti koyulsun. Ama Arınç’ın sözlerine ne denilebilir?
Kurucularından olduğu partisine bağlılık ve sadakatini aynen koruyan, Almanya’daki Deniz Feneri’yle ilgili iddiaların Başbakana da bulaştırılmak istenmesine karşı çıkıp Erdoğan’ı kuvvetli ifadelerle savunan Arınç söylüyor bunları.
Demek ki, AKP çatısı altında “Nereden geliyor bu paralar?” diye sorduran zenginleşmeler var. Ama bunların daha açık konuşulması lâzım. Kimbilir, bir sonraki aşamada belki o da olacak!
19.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|