|
|
Hasan GÜNEŞ |
Herakl’e mektup ve fetih |
|
İstanbul, yeni bir fetih yıl dönümünü kutluyor. Fetihten beş yüz elli beş sene geçmiş olsa da, Doğu-Batı ekseninde devam eden medeniyetler mücadelesinin zamanımızda hız kazanması fethi daha da mânâlı hale getiriyor.
Gerçekte İstanbul’un fethi, İslâmiyet’in Doğu Roma’yı tarihten silip dünyanın merkezine yerleşmesi ve kıyamete kadar devam edecek olan maddî ve mânevî bir fethin merkezinin temelinin atılması ve inşasıdır. İstanbul bu mânâda da bakıldığında İslâm’ın dünyaya özellikle Batıya açılan bir kapısıdır. Fetihlerin artık kılıçla değil, kalemle yapıldığı bir zamanda; bir kaç asırdır kesintiye uğramış, savunma ve mevcudu muhafaza durumuna mecbur bırakılmış bir dönemden sonra hedefler daha ilerilere götürülmelidir. Zaten fetih de, Batılıların kullandığı zapt etmek ve ele geçirmekten çok farklı olarak, açmak mânâsındadır; hak ve hakikatın tebliğine kapıları açmak, kalplerin ve gönüllerin önündeki engelleri kaldırmak demektir.
Peygamberimizin (asm) daha İslâm’ın ilk yıllarında tebliğ için mektup gönderdiği memleketlere bugün bakıldığında çağların söküp atamayacağı mucizevî tesir hemen fark edilir. Doğu Roma, Fars ve Mısır gibi dünyanın en güçlü devletleri hem saltanat, hem medeniyet hem de din olarak yerlerini İslâm’a terk ettiler.
Doğu Roma ya da yıkıldıktan asırlar sonra kullanılmaya başlayan Bizans, tarihte Müslümanlarla en çok mücadele eden devletlerden biridir. İran ve Mısır kısa süreli bir savaştan sonra İslâm’ı kabul etmeleriyle saltanatları gitse de mülkleri ellerinde kaldı. Bölgede kendilerini mağlup edecek bir kavim göremeyen Doğu Roma, Âlemlerin Rabbinin, dünyanın öbür ucundan bile olsa başka bir kavmi getirip vaadini gerçekleştireceğini hesap edemedi. İran ve Mısır’dan farklı olarak, İslâm ile beş asır mücadele, Rum ya da Roma adının, bu topraklardan ebediyen kazınmasıyla ve sadece saltanatı değil memleketi de terk etmeleriyle sonuçlanmıştır.
Hakikaten o zamanki şartlarda, ta Asya’nın steplerinden bir kavmin gelip yeryüzünün en güçlü ordularını mağlup edip aşılmaz surları aşıp bu toprakları kalıcı olarak vatan edinmesi muazzam bir hadisedir ve her yönüyle mu'cizedir. Evet Hunlar da, Moğollar da kılıçla geldiler ezip geçtiler. Fakat güçlü medeniyetler karşısında kılıçları fayda etmedi, eriyip yok oldular. Ellerinde İslâmiyet gibi bir hakikat olmadığı için ne dilleri, ne devletleri ve ne de milliyetleri kaldı!
Hem İstanbul’un fethi, hem de her türlü olumsuz şarta ve ardı arkası kesilmeyen haçlı seferlerine rağmen bu memleketin vatan olarak elimizde kalabilmesi, hem Peygamberimizin (asm) Herakl’e gönderdiği mektubun, hem de “İstanbul’un mutlaka fethedileceği” ile ilgili hadis-i şerifin harika birer tecellîsidir. Allah’ın Resûlü (asm) için elbette boşa yazılmış bir mektup olmadığı gibi boşa söylenmiş bir söz de yoktur. Hem bilerek söyler; çünkü Âlemlerin Rabbinden ders alarak söyler, hem de onun sözünün doğru çıkması için Âlemlerin Rabbi, yeri ve göğü içindekilerle beraber onun emrine râm eder. “Yerin ve göğün orduları O’nundur.”
Evet Herakl’e gönderilen mektup ve İstanbul’un fethi ile ilgili hadis-i şerif, bu İslâm memleketinin ebedî bir tapusudur. Mektuptaki: “İslâm’ı kabul et ki, selâmet bulasın” fermanı özellikle bu topraklarda yaşayanlar için aktüalitesini ve geçerliliğini her zaman muhafaza etmektedir. Hem dünya hem âhiret hayatı için selâmette kalmak isteyen özellikle bu memlekettekiler İslâm’ı yaşamalı, sahip çıkmalı ve şeâiri muhafaza etmelidir.
İstanbul ya da o zamanki adıyla Konstantinopolis, ele geçirilmesi imkânsız bir şehir idi. Nice kuşatmalar, surların önünde eriyip gitmişti. Bütün bunlara rağmen şehri zaptetmek bir derece kolay olsa da, elde tutmak hiç de kolay değildir. Güçlü ve hâkim bir medeniyet ister. Şehircilik ve mimarî başarılar ister. Ticaretten san'ata ve adaletten yönetime kadar bir çok sahada ciddî gayretler ve faziletler ister. Mektep, medrese ve mabed ister. Mabetlerde ibadet eden âbidler, zikreden zâkirler ister.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Mektûbât adlı eserinde şöyle der: “Merkez-i Hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde ‘Allah Allah!’ diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.”
Şüphesiz silâhla fetih devri nasıl bittiyse, muhafaza için de o zamanki metodların artık yetersiz kaldığını zaman gösterdi. Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi, yukarıda bahsedilen “marifet-i İlâhiye” ve “muhabbet-i ruhanî” için zaman artık hakikat zamanıdır. Zikirler ve mekânlar tarihteki vazifelerini hakkıyla, şan ve şerefle yapmışlardır. Şimdi ilim ve irfanla yeni fetihlere yelken açma zamanıdır. Evet Doğu Roma’nın bir de Batısı var! Roma’dan kastedilen şehir midir, Avrupa mıdır, Batı mıdır, Batı medeniyeti midir ya da hepsi mi? Tam bilemiyoruz fakat “Roma’nın da fethedileceği” şeklinde hadisler rivâyet edilmiştir. Bu müjdeyi, Bediüzzaman Hazretlerinin “Avrupa da bir İslâm devletine hamiledir. Bir gün gelecek doğuracaktır” ifadesi ile beraber düşünmekte fayda var!
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Postmodern bolşevizm |
|
Bildiğiniz gibi “postmodern” tabiri moda olup çıktı. Belki de eşyanın veya düşüncenin mahiyetini değiştirmeksizin geçirdiği dönüşüme de postmodern diyorlardı. Yazımızda, Risâle-i Nur ekseninde kalmaya çalışarak “bolşevizm” kelimesinin zamanımızın eteklerindeki yansımaları üzerinde durmaya çalışacağız. İnsanlar, vahyin istikbale dair haberlerini, geçmişte olduğu gibi zamanımızda da farkına varmadan kalıplarda hapsetmeye çalışmışlar. Bu yanlışa sebep olarak, genellikle temel bilgi ve kaidelerin tam bilinmemesi ve zamanımızdaki hadiseleri doğru okuyamamazlık gösterilebilir.
Risâle-i Nur'da geçen birinci ve ikinci Avrupa mânâlarını zamanımıza uyarlayanların; ikinci Avrupa kapsamında bolşevizm, komünizm, şimal cereyanı, tahribatçı dinsizlik ve sosyalizm kelimelerinin kaynaklarını bilmeleri halinde “postmodern bolşevizm”i de daha rahat anlayabileceklerini inanıyoruz. Ahirzaman dinsizliğine sebep olan düşünceleri hadis-i şeriflerin işaretiyle yalın halleriyle tanıdığımızda da; coğrafyaların, kahramanların ve hadiselerdeki renk, motif ve sloganların değişmeleri bizi şa-şırtmaz. Burada önemli olan bir husus da başta Risâle-i Nur olmak üzere fikirleri içtimaî kalıplarda müşahhas olarak dondurup zamanın akışını kaçırmamaktır. Ama, 19. yüzyılı da içine alarak kıyamete doğru akan cereyanları 20. yüzyıldaki hadiselere tatbik edenler, maalesef o günün teorisini zamanımızın olayları üzerinde tatbik edemediler.
Şimal cereyanının çıkış noktası olarak “şimalli” yani kuzeyli olduğunu, fakat daha sonra dünyanın ekseriyetini işgal edeceğini düşünmezsek, şimal cereyanıyla aynı kan, düşünce, usûl ve sloganlarla günümüzdeki “saldırgan dünya hareketlerini” elbette anlayamayız… 19. yüzyılın bolşevizminin hareket alanını, müntesiplerini, sosyal hayattaki muhataplarını, vakıa ve umumî tarihçesini bir atlasa dökebilen araştırmacıların fazla olmayışı da bütünü anlamamızı zorlaştırıyor. Arzuladığımız böyle bir atlas olsaydı, 11 Eylül’den sonra bu cereyan mensuplarının global dünya idaresinde—maalesef—hatırı sayılır şekilde söz sahibi olduklarını görecektik. Bolşevizmi “ahirzamanın tahripkâr fitnesi” olarak kabul edenler bilirler ki, bu mânâ belli zamanlarda dünyayı zabtedecek…
Tebeddül-ü esma ile hakikat değişmez. 1980 öncesinde Türkiye´de komünistler çoklukla günümüzdeki güdümlü sivil-toplum dernekleri gibi barış dernekleri kuruyordular. Özgürlük ise önemli sloganlarıydı. Ne barış kelimesi ve ne de hürriyet sloganı onlara toplumda gizlenme imkânı vermedi. Bugün Amerika ve Avrupa’da birilerinin kendilerini “yeni muhafazakâr” veya “yeni liberal” olarak tanıtmaları, onların; semavî dinlere düşman, eşcinsellik ve porno dahil fuhuş ve ahlâksızlığa taraftar, servet ve iktidar için savaşan ve sosyal sınıf tahakkümcüsü olduklarını gizleyemiyor. Gelişen teknoloji ve haberleşmede ulaşılan önemli nokta, milletleri bir köyün sakinleri konumuna çıkarttığından, eskisi gibi fikir ve cereyanların kendilerini uzun süre gizleyebilmelerine artık imkân vermiyor.
Zamanın çerçevesindeki hale göre strateji geliştiren bolşevizmi en iyisi meyvelerinden tanımaya çalışmak gerekiyor. Hürriyetçi geçinilirken, mahiyetlerinin anlaşılmaması için, kanunlar perdesinde kaynakları ve hadisenin iç yüzünü karartan bolşeviklerin günümüzdeki hali, Sovyet Rusya’sındaki hallerinden farklı değildir. Rockefeller ailesinin parasıyla ihtilâli gerçekleştirmek üzere kuzey Avrupa üzerinden Rusya’ya gelen Troçki’nin başlattığı “sürekli devrimin” günümüzde “sürekli değişim” veya “dünya milletlerine demokrasi” sûretinde devam etmediğini iddia etmek mümkün değildir. Troçki ile Stalin arasındaki bir çok görüş ayrılıklarının bir tanesi de “devrimi” dünyanın yedi iklimine taşımak değil miydi? Troçkici veya Troçki’den ders alan “yeni muhafazakâr”ların yol gösteren düşünce enstitüsü American Enterprise İnstitute’nin 11 Eylülcülere verdiği ders burada önemli: “Asayiş Amerika’nın isteyeceği bir şey değildir. Biz İran’da, Irak’ta, Suriye, Lübnan ve hatta Suudi Arabistan’da asayiş istemiyoruz. Bizim istediğimiz yalnızca değişim. Hedefimiz yapıcı tahriptir. İster yaşadığımız cemiyeti, ister haricî ülkeleri ilgilendirsin, değişmez.”
Bolşeviklerin başında başkumandan olarak Rus ordusunu 1920’de Polonya’ya yürüten Troçki’nin sloganı “özgürlük ve devrim”di… Bu metazori devrimleri, zayıf ülkelerde sivil-toplum temsilcilerine para dağıtarak “yeni liberal” olarak gerçekleştirenler de elbette post modern bolşevikler grubuna girerler. “Kızıl” renk bildiğiniz gibi bolşeviklerin esas renkleri olarak kabul edilir. Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan´daki devrimcilerin renklerini hatırlıyorsunuzdur. Yani turuncunun, gülün ve lâlenin renklerini… Sürekli değişim ile sürekli devrim arasındaki farkı veya tenasübü de anlıyorsunuzdur.
11 Eylül hâdisesinin yeniden tahlil edilmesinde fayda var. Âlem-i İslâm ve bilhassa Türkiye Müslümanlarının aleyhinde çalışan haricî cereyanların yollarının bu hadise öncesinde bir kavşakta birleştiğini düşünüyoruz. Betty Mahmoudy, Taliban ve Teslime Nesrin hadiselerine baktığınızda feministlere varıncaya kadar tahripçilerle dehşetli bir ittifak… Yalnız AB’nin etkisiyle zayıflayan Rum-Pontus ve Taşnakçılar biraz geriden geliyorlar. 20. yüzyıl bolşevizminden milenyum bolşevizmine geçişi anlamak için 19. yüzyıldaki bazı tarihî vakıaları şahsiyetleriyle birlikte günümüzdeki saldırgan dinsiz ve ahlâksız hareketlerle mukayese etmemiz gerekecek.
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sıratı kolayca geçmek için |
|
Sırat denilince hemen hatırımıza Cehennem üzerine kurulmuş kıldan ince ve kılınçtan keskin bir köprü gelir. Bir ucu mahşerde, diğer ucu da Cennetin kapısında bir köprü… Yaya yürüyüşüyle üç bin sene, üzerinde bin senelik yokuşu, bin senelik düzlüğü, bin senelik de inişi bulunan bir köprü…1
İnançsızlar ve isyankârlar için geçilmesi zor bu köprü, inanan ve inandığı gibi yaşayanlar için uçak için hava, gemi için deniz, otobüs için otoban neyse alabildiğine geniş ve kolayca geçilebilen bir yol hâline gelir. Elli bin senelik bir yolu mü’min bir günde şimşek hızıyla geçebilir.
Genişleyen ve kolaylaşan bu yol mü’minleri Cehennem ateşinden korurken, inkârcı ve isyankârların ise hasret ve pişmanlıklarını arttırır.
Meryem Sûresi’nin 70-71. âyetlerinde “Cehenneme kimin daha lâyık olduğunu Biz herkesten iyi biliriz. Sizden hiçbir kimse yoktur ki, oraya uğrayıp da Cehennemi görmesin. Bu, Rabbin tarafından hükmolunmuş ve yerine getirilecek bir emirdir” buyurulurken, mü’min kâfir herkesin o köprünün üzerinden geçeceği belirtilir.
Ancak bu köprünün altındaki Cehennem iyileri yakmayacak, kıldığı namaz ve kestiği kurbanla şimşek hızıyla geçecek, hatta geçtiği yerin ateşini söndürecektir. Sûrenin 72. âyetinde, Cenâb-ı Hakkın emir ve yasaklarına karşı gelmekten kaçınanları kurtuluşa erdirirken, zalimleri ise orada diz üstü bırakacağı belirtilir.
Demek inanan inanmayan herkes Cehennem üzerine kurulmuş bu köprüye uğramak zorunda. Allah’ın rızasına ermiş mü’minler onu kolayca geçerlerken kâfirler ise Cehenneme yuvarlanacaklardır.
Sıratı kişi amellerine göre geçer. Kimilerinin bir ayağı kayıp diğer ayağı köprüye takılırken, kimileri ateşte ütülenerek geçerler. Kimileri de koşar adımlarla, kimileri yıldız kayması, kimileri göz kırpması, kimileri rüzgâr, kimileri de şimşek hızıyla geçerler.
İmam Gazali’nin belirttiğine göre, Sıratın üzerinde yedi kemer bulunur. Birincisi iman kemeridir. Kelime-i Şehadete bütün gönlüyle inanmış insanlar buradan takılmadan geçerler. İkinci kemer namaz kemeridir. Namazını kılan kolayca geçer. Diğer kemerler de sırasıyla oruç, zekât, hac-umre, abdest-güsul, kul hakkı, özellikle ana baba hakkı gibi kemerlerdir. Bu hususta görevlerini aksatmamış olanlar takılmadan, düşmeden, korkusuz ve güven içinde geçerler.
Ayrıca Resûlullaha (asm) çokça salâvat getiren, dünyaya çalışıp kazandığı halde ona gönül bağlamayan, câmi ve cemaata devam eden kişiler de Sırattan sür'atle geçerler.
İslâmı ruhlarına sindirmiş, onu elden geldiğince yaşamaya çalışan mü’min de o gün şanslıdır. Cehennem onların haşmet ve heybetine dayanamaz, ‘Ey mü’min, çabuk geç, nûrunla alevimi söndüreceksin” der.
Haramlar ise o gün ayakbağı olurlar. Meselâ gıybet edenler gıybet ettikleri süre boyunca Sırat üzerinde bekletilir, eğer duramazsa Cehenneme yuvarlanırlar.
O gün Cenâb-ı Hak salih kullarını şöyle müjdeleyecek: “Affımla Cehennemi geçin, rahmetimle Cennete girin ve salih amellerinizle Cenneti aranızda paylaşın.” Sevgili Peygamberimiz de Sıratta mü’minlerin ellerinden tutar, selâmetle geçmelerini sağlar.
Sırattan geçme hazırlığı bugünden yapılıyor.
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İbadet ve Ahiret kaygısı - 1 |
|
Mehmet Okursoy: “Namaz, Kur’ân-ı Kerim’i okuma, sünnet-i seniyyeye riâyet etme, kebâirden çekinme gibi dinî yükümlülükleri sevap kazanmak ve Cennete girmek için yapmanın sakıncası var mıdır? İhlâsı zedeler mi? Böyle niyet, ameli iptal eder mi?”
‘‘İHLÂS, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fâide ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.”1
Risâle-i Nur’da ihlâs böyle tanımlanır ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasının ancak ihlâs ile kazanılacağı2 beyan edilir. Demek, ibadet yalnız emredildiği için yapılmalıdır. Başka bir hikmet ve fayda ibadetimize illet, yani “ana sebep” olmamalıdır.
Yalnız; hikmet ve faydaların ibadetimize “müreccih”, yani tercih sebebi olmasında bir zarar söz konusu olmaz. Öyleyse ana sebep saymamak kaydıyla ibadetimizin âhirette fayda sağlamasını isteyebiliriz. Âhiret yurdu tevhid dairesi olduğundan, âhiret saadetini düşünerek gayrete gelip ibadet yapmakta ya da günahlardan bu saikle kaçınmakta bir sakınca yoktur. Bunda ihlâsa aykırılık aramaya gerek de yoktur.
Fakat âhiret saadeti ibadetimize ana sebep olur ve Allah rızasını kazanma niyetinin önüne geçerse, bundan ihlâsımız elbette yara alır. Çünkü biz her şeyden önce Allah’ın kuluyuz, Allah’ın rızasını kazanmakla mükellefiz. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle Kur’ân’dan ders alan bir mü’min, tam bir kuldur. Fakat en büyük mahlûkata bile boyun eğmeyen ve Cennet gibi en büyük bir menfaati bile ibadetine gaye kabul etmeyen izzet ve onur sahibi bir kuldur.3
Kur’ân-ı Kerim, “Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz!” emriyle insanları ibadete davet ediyor. Bu çağrıya hâl diliyle, “Ne için ibadet yapalım?” diye sorulan soruyu, yine Kur’ân-ı Kerim: “Çünkü sizi yaratan Rabbinizdir” diye cevaplandırıyor.4 Böylece bizzat Kur’ân, Rabbimizin bizi yaratmış olmasını, Rabbimize ibadet yapmamız için yeterli sebep sayıyor. Âyetin sonundaki, “Böylece takvaya erişmeniz mümkün olur” cümlesi ise, ibadetimize bir gaye çiziyor. Bu âyete göre ibadetimizin gayesi, Cennete ulaşmak veya âhiretteki tükenmez nimetlere ulaşmak değil; takvaya erişmektir.
Anlaşılıyor ki, ibadetimizin gayesi takvaya erişmektir, Allah korkusuna ulaşmaktır, Allah’a yakın olmayı başarmaktır, Allah için yaşamaya muvaffak olmaktır, Allah için olmayan duruşlardan ve hâllerden uzak durmaktır, yalnız Allah’ın sevgisini ve yalnız Allah’ın korkusunu kalbimize yerleştirmektir.
Nitekim bir musibete uğradığımızda söylememiz sünnet olan: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” (Biz Allah için varız ve Allah’a döneceğiz.)5 âyeti de bize ne için yaşıyor olduğumuzun resmini net biçimde çizer. Allah için yaşayan, elbet yalnız Allah için ibadet eder.
Bu âyetin tefsirini yapan Bedîüzzaman Hazretleri, âyette “takva”nın ibadete yeterli bir hedef olarak gösterilmesi üzerinde önemle durur. Bediüzzaman’a göre, âyetten anlıyoruz ki, ibadet ancak ihlâs ile ibadettir. İbadet, başka bir şeye ulaştırması gayesiyle yapılmaz. İbadet vesile değil; kendisi varılacak gayedir. İbadet araç değil, amaçtır. İbadet maksûd-u bizzattır, yani yaratılışımızın ulaşmamız gereken tek maksadıdır. İbadeti, kendisiyle bir şeye ulaşmak niyetiyle yapmıyoruz. İbadeti sevap kazanmak ve azaptan sakınmak için yapmıyoruz. İbadeti, yaratılışımızın bir gayesi olduğu için yapıyoruz, ulaşmamız gereken bir maksat olduğu için yapıyoruz.6 İbadeti yaptığımız zaman, yaratılış maksadımıza ulaştığımız için içimizde bir huzur ve hafiflik hissetmemiz bundandır.
Yarın inşallah devam edelim.
DUÂ
Allah’ım! Bizi Sana ulaştıran ilimle bilgili kıl! Bizi faydasız bilgilerden uzak tut! Bizi Sana ulaştıran anlayışla anlayışlı kıl! Bizi Senden uzaklaştıran anlayışlardan uzak tut! Bizi Sana ulaştıran amellerle âmil kıl! Bizi Senden uzaklaştıran davranışlardan uzak tut! İbâdetimize ihlâs ve istikamet lütfeyle! Yardımını ve lütfunu bizden esirgeme! Bizi Sana şükredici kıl! Bizi Sana zikredici kıl! Bizi Senden korkan kullarından eyle! Bizi takvâ sahibi kıl!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
Dipnotlar
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 142
2- Lem’alar, s. 156
3- Sözler, s. 122
4- Bakara Sûresi: 21
5- Bakara Sûresi: 156
6- İşârâtü’l-İ’câz, s.154
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kırk dokuz yıla neler sığdırmış? |
|
Ecdadımızın cihan padişahlarını okurken, yazarken ve onları hayalimle seyrederken heyecana gelir, gözlerim yaşlarla dolar ve tüylerim diken diken olur. İstanbul fethinin 555. yılında koca hünkâr Fatih Sultan Muhammed hana baktım, 49 yıla sığan ömründe zaferlerin şahikasına çıkmış. Her haliyle gıpta edilecek devlet başkanı, dünya liderlerinin örnek alacağı ve ders çıkaracağı cihan padişahı. Bazı devlet başkanlarını bir çırpıda geçebilirsin, fakat bu sultanları satırlara ve makalelere sığdıramazsın, sığmaz onlar.
Konya’nın meşhur veli ulemasından Ali Ulvi Kurucu merhumun amcası Hacı Veyiszade yalnız Yavuz Sultan Selim için “Elli veli kuvvetinde” demiştir. İşte Fatih Sultan da bu nevidendir. Ayrıca Hz. Peygamber Efendimizin (asm) tebşîrâtına, müjdesine muhatap tek ulu hünkârdır. Maddî ve mânevî unvanı çok yüksek mevkidedir. 49 yıla sığdırdıklarını tarihler, törenler, anmalar bitiremiyor. İki imparatorluk ve 18 devleti kendi haritasına almak ve adaletle, şerefle hükmetmek ve akabinde gelen Yavuz Sultan Selim ile Osmanlı sınırlarını 24 milyon km²’ye çıkarmak, kime nasip olmuştur?
Bugünkü hâl-i âlemde, bırakın böyle bir imparatorluğu idare etmek, o 623 yıllık devlet-i âliyeden çıkan 35 ülkenin her bir ülkesini idare etmek, bir muammâ, bir merhale ve bir savaş arenası. Bu kıyaslar dahi o zatların ne kadar güçlü ve Osmanlı’nın ne kadar görkemli olduğunu ortaya koyar. Onun neşrettiği ferman, dillere destan. Yani Ortaçağ’ı kapatıp Yeniçağ’ı açmak her cihetle olmuştur. Galata’da oturan ve kaçan binlerce Rumlar için ferman yazıyor:
“…Dönün geriye, herkes dininde, canında, malında, fikrinde, ibadetinde ve ibadethânesinde hür olacak, hür kalacaktır, hür yaşayacaktır.” İmza çok mânidardır: “İstanbul fatihi abd-i âciz.” Var mı bu tarzda yeryüzünde gönülleri ve bütün dinleri fetheden hünkâr? Osmanlı’nın kuruluşunun 700. sene-i devriyesinde Fatih Sultanın kabri başında duâ okuyan Ermeni lider Mutafyan diyor ki: “Eğer o olmasaydı, bizim hakk-ı hayatımız yoktu, her şeyimizi ona borçluyuz.” Aslında İstanbul’un fethinde Mekke fethinin esintileri vardır: “Kan akmayacak, herkes emin olacak” ferman-ı Peygamberî (asm) bilhassa fetihten sonra görülmüştür.
Bu müsbet hareketler karşısında her millet ve inanç sahibi Osmanlı’ya sığınmış. Osmanlı’nın adalete, ilme ve tekniğe verdiği emek ve itibar karşısında, kiliseler camilere dönmüştür. Diğer din müntesipleri rızalarıyla Müslüman olmuşlardır. 2008 itibarıyla İstanbul ve Türkiye’de cami ve kiliseler kıyasında aradaki fark kapatılmaz. 400 kilise, 77 bin cami. Daha dikkat çekicisi, kiliseler bomboş, camiler tıklım tıklım.
Hz. Peygamber’in (asm) “Kostantiniyye fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onu fetheden asker ne iyi asker”1 müjdesi karşısında Hz. Eyyübe’l-Ensârî’nin (ra) İstanbul’un fethedilmesi için 80 yaşını aşmasına rağmen iki defa cihad seferine katılmasını, Ulubatlı Hasan’ı ve küçüksenmeyecek emsâlsiz hadiseleri ayrı bir mevkide yazmamız lâzım. Bizanslı yazar Kirititovulos, sabahleyin Haliç’te 75 pare gemiyi görünce der ki: “Bir insan ki, gemileri karadan yürütebiliyor. O bütün dünyaya hâkim olabilir.”
Onun için, Arif Nihat Asya, bizim gençlere dönerek diyor ki:
“Sen ki burçlarda bayrak olacak kumaştasın
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın
Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.”
Akif-i sânî merhum Ali Ulvi Kurucu’nun İstanbul şiirindeki nağmesi ise şudur:
“Makberlerinin her taşı bir ma’bede benzer
Gül yüzlü güzeller gibi, rikkatle gülümser
Seyre daldıkça bu şahane fetih ülkesini
Duyarım beş asır evvelki zafer bestesini..”
İstanbul’un fethi, tefekkür edilecek bir manzumedir, bir destandır ve bir tebşirât-ı Peygamberîdir (asm).
Artık gönülleri fethetmeye çalışan biz gibi âcizler, fatihalardan başka ne yapsın. Haklarını ödeyemediğimiz bu aziz zâtların ruhları şâd olsun.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağir: 5:262, 80, Hadis no:7227
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Gelin “karn”ımızı aydınlatalım |
|
İşin aslı nedir sormazdan evvel söyleyelim ki her 'karn'da, her asırda, her ömürde ve her şahısta kendine özgü, kendine bakan, kendi kendine has ve hususî bir anlatım, ifade ve söyleyiş vardır.
Ve bunu okuyarak izah edecek olanda o zamanın insanı, o zamanın aydınlatması olanlardır. Ama işin aslına bakarsak her kendini bilen kişi birer aydınlatıcı ve yol gösterici de olabilir; kendine göre zaman dilimleri içinde elbette...
Tarihe baktığımız zaman insanlık tarihinin her asrında muhakkak bir şekilde kendine özgü, kendini anlatan bir arzı endamı mevcuttur. Ve isimler bile almışlar-dır: Cehalet, esaret, saadet, helâket, felâket asırları, vb. gibi. Canlı birer ferd-i mahsus gibi hallerine göre de dinsiz, ateist, mü’min, Müslüman, münafık ve fasık adam gibi… O zaman diyebiliriz ki herkesin hususî anlatımı ve ifadesi taa 'karn'lara, asırlara kadar, bileşkeleriyle tesir edebiliyor ve işin aslını koruyor. Tuğla ne ise bina da odur, damla ne ise göl de, deniz de odur… Kimine göre küçük, kimine göre büyük; kimine göre tuzlu, kimine göre acı ve kimine göre tatlı ama nesne bir…
Ayırım, ayrıştırma ve kategorize ise gerçek anlamdan ve asıl olarak tek bir analiz aleti ile yapılabilir: İman. Bunu ise tatbik sahaları takip eder; kalb, ruh, akıl ve diğer latifeler, duygular. Bilmenin yozlaşması ve cehaletin bayraklaşması her zamanda ve her şahısta menfiyi anlattığı gibi, bilmenin bilinmesi ve cehaletin kaybolması da her zamanda ve her şahısta müsbetliğin sıfırlandığı bu zamanımızda. İman, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet noktalarından capcanlı, müsbet hareket ve anlatımla asrın insanına yaklaşmak, onlara örnek olmak ve bilmediklerini mülâyemet ile göstermek. Ve en azından son 'karn' ve asrın bütün küfür ve dalâlet cephesinden imana ve Kur’ân’a gelen saldırı sual ve hücumlarına; aklı, ruhu, kalbi ve diğer lâtife ve duyguları ikna ve tatmin ederek cevap veren, iman ve Kur’ân noktasından izahlar getiren tefsir-i Kur’ânî olan Risâle-i Nur Külliyatından haberdar olmak, okumak, anlamak ve anlatmak gerekir. Lâzımdır. Elzemdir.
Asırlar içinde asrımız ve insanı en azamî derecede iman ve aydınlatıcıya ihtiyaç duymaktadır ve bunu bu asrın şirk ve dalâlet alûde insanları halleriyle, yaşayışlarıyla, ha-yatlarıyla anlatmaktadır, istemektedir. Neden gözümüzü kapayalım ki? Âlemin karanlığı bizim karanlığımızla artar, eksilmez…
O zaman hepimiz, her birimiz kendimizi aydınlatalım, tâ ki asrımız ve 'karn'ımız da aydınlansın, parıl parıl parlayarak pırıl pırıl olsun. NURLU VE AYDINLIK GÜNLERE…
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ağustos’ta İran vurulacak mı? |
|
29 Mayıs (2008) sabahı El Cezire kanalını izlerken ‘Basın Aynası’ programına denk geldim ve orada seçilen haberlerden birisinde Bush’un iki ay içinde yani Ağustos ayına kadar İran’ı vuracağı ileri sürülüyordu. Haberin kaynağını yakalayamamıştım. Merakımı celbetti ve internette haberle ilgili bir arama yaptım ve karşıma 28/5/2008 tarihli Asia Times’in ‘Bush ‘Plans Irak air strike by August’ haberi çıktı. Aslında, Ahmedinejad’ın iktidara gelmesinden sonra Bush’un İran’ı vurma ihtimali daha da artmıştı. Daha doğrusu buna psikolojik ihtimal demek daha doğru olur. Zira ABD’nin Irak ve Afganistan bataklığına saplanmasından sonra İran’a darbe vurma yönündeki fizikî gücü giderek zayıflarken buna mukabil psikolojik ihtiyacı iyice arttı. Galiba bundan dolayı da Ahmedinejad ‘gel gel ‘diyerekten biraz da Bush’u tahrik ediyor. İranlılar değişik hesaplamalar sonucunda Bush yönetiminin kendilerini vuramayacağını düşünüyorlar. Bu büyük çapta doğru.
Özellikle de ABD’nin İran’la bir kara harbini göze alması ihtimali neredeyse sıfıra yakın. Bununla birlikte, zarar verme ihtiyacına mukabil olarak İran’ı havadan ağır silâhlarla vurabilir ve altyapısını ve silâh gücüne büyük zararlar verebilir. Özellikle İran muhalefeti bunu dikkate alıyor. Bundan dolayı Nejad’ın uslübu birçok kez hem Rafsancani, hem Hatemi gibiler tarafından eleştirildi. Esasında bölge ülkeleri de birkaç yıla kadar İran’ın vurulmasını istemiyorlardı. Bu yönde Mübarek ve bazı bölge ülkesi liderlerinin Bush’u uyarıcı nitelikte konuşmaları olmuştu. Ama kimi Amerikan yazarlarına göre gelinen noktada özellikle Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin doğrudan taraf olmasalar bile ABD’nin İran’ı vurmasını her zamankinden fazla temenni ettiklerini yazıyorlar. Bu yorum doğru olabilir mi? Nejad’ın politikaları ve İran’ın artan nüfuz baskısının böyle bir yorumu haklı çıkarabilir.
***
Şöyle bir denklem var. Bush gittikten sonra gelecek liderlerin İran’ı vurma ihtimali giderek zayıflayacaktır. Bu açıdan özellikle de Cheney gibiler Bush idaresi gitmeden işlerini bitirmek istiyorlar. Bu açıdan ‘son şansı’ kullanarak İran’ı havadan vurmak isteyebilirler. Bu ise ‘yaralı İran’ı daha saldırgan yapabilir ve bölge istikrarı daha da bozulabilir. Buna mukabil, ABD Irak’taki kontrolünü daha da kaybedebilir. Lâkin Petraous’un terfi ettirilmesinin arkasında da zaten böyle bir ihtimalin olduğu biliniyor. Muhammed Cohen tarafından kaleme alınan yazıya göre böyle bir saldırı olursa İran Devrim Muhafızları ile Kudüs Güçleri hedef alınacak. Hava bombardımanıyla mevkileri dövülerek yumuşatılmaya ve silâh stokları imha edilmeye ve eritilmeye çalışılacak.
Kudüs Gücü’nün 90 bin kişilik seçme askerlerden oluşan bir mevcudu olduğu ve 1979 yılından beri İran devrimini bölgeye yaymakla mükellef olduğu söyleniyor. İran Devrim Muhafızlarının güney ve güneybatı garnizonlarının hedef alınacağı belirtiliyor. Elbette ki nükleer tesisler de buna dahil olmalı. Bilindiği gibi, Eylül (2007) ayında Senato Bush’a Devrim Muhafızlarını terör örgütü olarak ilân etme yetkisi vermişti ve ardından Ekim ayında Kudüs Güçleri terör örgütü olarak ilân edilmişti. Bununla birlikte, Aralık 2007’de 16 Amerikan istihbarat teşkilâtı ortaklaşa bir şekilde yayınladıkları raporda İran’ın 2003 itibarıyla askerî amaçlı nükleer programını durdurduğunu ilân etmişlerdi. Bu tarihten itibaren savaş ihtimali azalırken akabinde yine CIA ve Amerikan yönetimi raporun etkisini azaltan ve savaş taraftarlarının elini güçlendiren açıklamalar yapmaya başladılar. Bush bilâhare, Kudüs Güçleri hakkında terörist tanımının savaş açma anlamına gelmediğini ileri sürmüştü. İran’a yönelik savaş tehdidinin bir blöf ve İran’ı Irak’a müdahaleden uzak tutmak için bir manevra olabileceği de ileri sürülmektedir. İran’a muhtemel saldırıyla ilgili sızdırma, Demokrat Parti California Senötörü Diane Feinstein ve Indiana Senatörü Richard Lugar’ın aldıkları gizli bir brifingin sonrasına denk geldi.
***
Böyle sınırlı bir darbe sonrasında İran’ın vereceği mukabele merak ediliyor. İran’ın da birçok seçeneği var. Bunlardan birisi doğrudan saldırı olduğu gibi daha büyük ihtimalle Irak’taki ortaklarını harekete geçirebilir. Proxy denilen yöntemi benimseyebilir ve bu akla daha yatkın. Bu paralelde Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas’ı harekete geçirebilir. Bunun dışınde Afganistan’da dolaylı yollardan Taliban’a destek verebilir. Bir başka ihtimal de petrol ambargosu ve Hürmüz Boğazı’nın kapatılması ihtimali. Bir başka ihtimal de bölgedeki Amerikan üslerinin ve dostlarının vurulması. Böyle bir darbe Amerikan seçimlerini nasıl etkiler? Bu da bilinmeyen bir denklem ve muamma? İran Devrimi ve Carter örneğinde olduğu gibi hem Cumhuriyetçi adaya zarar verebilir, hem de tersi gerçekleşebilir ve savaş dalgasıyla birlikte Hillary veya Obama gerilimin ortasında kalarak sandıktan çıkmayabilirler. Gerçekten de Ortadoğu’yu sıcak bir yaz mı bekliyor? Acil bir sıcak yaz olmasa bile Ortadoğu’yu ve dünyayı sıcak yazların beklediğinde hiç şüphe yok. ABD dengeleri bozuyor; dengelerin bozulması da yeni savaşları tetikliyor.
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Vurgun çarkı |
|
Bazı “büyük” holding ve banka patronları, son günlerde ard arda yaptıkları açıklamalarda AKP hakkındaki kapatma dâvâsının uzun dönemde ekonomi üzerinde fazla bir olumsuz etkisinin olmayacağını söylüyorlar.
Mecliste büyük çoğunluğa sahip bir tek parti iktidarının böyle bir yargı tehdidiyle karşı karşıya olması gerçekten ekonomiye zarar vermez mi?
“Vermez” diyenlerin gerekçesi ne? Bu görüş Türkiye’de yaşayan herkes için geçerli mi, yoksa her zaman olduğu üzere yalnızca “tuzu kuru” kesimlerin hadiseye bakış tarzını mı yansıtıyor?
Son dönemde, özellikle AB sürecinde yapılan reformlar ve sıkı IMF takibiyle uygulanan politikalar neticesinde ekonominin siyasetten bağımsız ve siyasî tartışmalardan çok fazla etkilenmeyen bir zemine oturtulduğu çok söylendi.
Buna ilâveten, AKP’nin her fırsatta vurguladığı “siyasî istikrar” da ekonomideki gidişatı olumlu etkileyen bir faktör olarak nazara verildi.
Şimdi kapatma dâvâsıyla bu “istikrar” görüntüsü bozuldu. Ve bu durumun dış yatırımcılar tarafından nasıl karşılandığını, Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek geçenlerde şöyle dile getirdi:
“Eskiden sormuyorlardı; ama kapatma dâvâsından sonra siyasî istikrarı sormaya başladılar.”
Zihinlerde tereddütlerin belirdiğine, yatırımcıların içine kurt düştüğüne işaret eden bu durum, yabancı yatırımlardaki azalma ve sıcak para çıkışındaki artışla da kendisini göstermekte.
Yakın zamana kadar faizleri düşürmemekle eleştirilen ve bir noktadan sonra “gıdım gıdım” indirmeye başlayan Merkez Bankasının, son kararıyla yeniden faiz yükseltme trendine yönelmesi, özellikle sıcak para kaçışına engel olmayı amaçlayan bir atraksiyon olarak yorumlanıyor.
Ancak bu sıcak para politikasının bedeli ağır.
Dünyanın en yüksek faiz oranlarıyla cezbedilen sıcak paranın ardında, erbabınca “köpek balıkları”na benzetilip “haydut fonlar” olarak nitelenen hedge fonlar var. Uygulanan politikaların asıl kazandırdıkları, piyasaları bu fonlarla çarpan uluslararası haramzadelerden başkası değil.
Bunların başını da meşhur Soros çekiyor.
Sıcak para sistemi, kapitalist sömürü çarkının yeni bir aracı. Türkiye’nin, Bakan Mehmet Şimşek’e göre 50, diğer Bakan Tüzmen’in hesabınca 60 milyar doları bulacak olan cârî açığı bu sistemle kapattığı söyleniyor; ama sıcak paraya ödenen yüzde 30-40 faiz halkın cebinden çıkıyor.
İşin bir başka boyutu, “yüksek faiz-düşük kur” politikasından kazananlar içinde kartel çevrelerinin de yer aldığına ilişkin duyumlar. Dışarıdan borçlanılan dövizlerin içeride TL faizine yatırılıp haksız-fâhiş kazançlar sağlandığı ifade ediliyor.
Şimdi o çevrelerin “AKP kapatılsa da ekonomi bozulmaz” diyerek açığa vurdukları rahatlık, “AKP gitse de başkası gelir; bizim kazanmamız üzerine kurulan sistem tıkır tıkır işlemeye devam eder” diye düşünmelerinin mi bir neticesi?
Türkiye’de ekonominin de sağlam temeller üzerinde kalıcı ve sağlıklı bir istikrara kavuşmasını engelleyen iki önemli sebep var. Biri, devletin ekonomideki rolünün hâlâ olması gereken seviyede azaltılamayışı; diğeri vaktiyle devlet desteğiyle oluşturulan tekelci sermaye yapılanması.
Yapısal reformlarla ve dikkatli-dengeli özelleştirmelerle bu yapıdan çıkılıp sermaye tabana yayılamadığı müddetçe sıkıntının aşılması zor.
Siyasetteki tatsız gelişmelerin, en çok yeni yeni boy atma sürecinde bulunan Anadolu sermayesini ve girişimcilerini tedirgin etmesi boşuna değil. Zira kazanç yolunu faiz ve vurgunda değil, üretimde gören bu kesimler, yıllardır boğuştukları yapısal-bürokratik engeller ve haksız rekabet ortamı yetmiyormuş gibi, genel ekonomik dengelerdeki bozulmadan da olumsuz etkilenecekler listesinin ilk sıralarında yer alıyorlar.
28 Şubat da öncelikle onları vurmamış mıydı?
Her devirde “Altta kalan ezilsin” mantığıyla bakılan işsizlerin, dar ve sabit gelirlilerin, fukaranın halini ayrıca hatırlatmaya bile hacet yok!
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Şaştım, neyi temsil ediyorsun Ayasofya? |
|
Düşünün, İstanbul’un fethinin 555. yılını milletçe kutluyoruz ama o büyük fethin sembolu olan Ayasofya’yı ise unutmuş görünüyoruz. Bu durum, garipliğin, çelişkinin dik âlâsı değil mi? Fethin yıl dönümlerinde mahzun mabedi hatırlamak, “Bu günlere nasıl gelindi?” sorusunu sormak gerekmez mi?
Zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Türkiye, tarihiyle de yüzleşmelidir. Ayasofya’nın niçin ‘müze’ yapıldığının makul bir izahı var mı? “Çok cami var, buna ihtiyaç yok” demekle her halde bu uygulama izah edilemez. Edilmeye çalışılsa da, milletin bu izahı makul bulacağı düşünülmesin.
Şu anda ‘müze’ olarak ‘hizmet’ veren Ayasofya Camiinin hâlini anlatan çok sayıda yazı ve şiir yazılmıştır. Bunların hepsinin ayrı bir değeri var, ama merhum Ali Ulvi Kurucu’nun “Ayasofya” hakkında yazdığı şiir ayrı bir mânâ taşır. Uzun sayılabilecek bu şiir, güzel bir soru ile başlar:
Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?
Şaştım, neyi temsil ediyorsun Ayasofya?
Ayasofya’yı sadece fotoğraflardan görenler bile bu sorunun cevabını arıyor. Gerçekten de bu haliyle Ayasofya Camii neyi temsil ediyor? ‘Büyük’ler belki yıllarca devam eden propagandanın tesiriyle, alışkanlıkla, ülfet perdesinin kalınlaşması sebebiyle mevcut durumu ‘kanıksamış’ durumdalar. Peki ya yarının büyükleri olan çocuklarımız?
İmkânı olan çocuğunu alsın ve Ayasofya’yı gezmeye gitsin. Gördüğü manzara karşısında, çocukların sorularına ‘makul’ cevap vermek mümkün olur mu? Adı gibi, dıştan bakılınca da ‘cami’ olduğuna kanaat getirilen bu yapı, ne yazık ki yıllardan beri ibadete kapalı ve ağırlıklı olarak turistlerin gezdiği bir ‘müze.’
“Ayasofya camiinde niçin ibadet edilmiyor, namaz kılınmıyor? Niçin müze?” sorusunu soran çocuklarımıza ikna edici cevaplar verebiliyor muyuz? Sadece bugüne kadar bize anlatılanları aktarmakla onları ikna edemeyiz...
Ayasofya, İstanbul’un fethinin mücessem bir sembolüdür. Bu bakımdan ibadet mekânı olması tabiîdir. Ne yazık ki yıllar önce başlayan bir uygulama hâlâ devam ediyor.
Aslında bu uygulamayı yabancı turistlerin de ‘anlayış’la karşılamadıklarını tahmin ediyorum. İslâm dünyasından gelen turistler bir yana, diğer dinlere mensup turistlerin de Ayasofya’yı ‘ibadet olunan yer’ olarak görmeyi tercih edeceği ortadadır.
Ayasofya üzerine çok söz söylenebilir ve söylenmelidir. Bu hususta yazılan eserleri gündemde tutmakta fayda var. Bu cümleden olarak Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Doç. Dr. Said Öztürk ve Yaşar Baş imzasıyla Osmanlı Araştırmaları Vakfı’nca yayınlanan “Kiliseden Müzeye Ayasofya Camii” adlı eser dikkate değer bir çalışma olarak incelenmeli.
Merhum Ali Ulvi Kurucu şunu da soruyor: “Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde, / Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?”
Ayasofya’nın içinde ve dışında avizelerin yandığını görmek için fiilî ve kavlî duâlar edelim inşallah...
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Darbe hutbesi! |
|
Olur mu demeyin. Bal gibi olur. Bunun için Diyanet’in sitesine bakmak yeterli: Yaşlılara Saygı, Kamu Malını Korumak, Cumhuriyet, Ağustos Ayı ve Zaferlerimiz, Anneler Günü ve Önemi, Trafik Haftası, İşçi-İşveren Münasebetleri, Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı…
Haftanın önemli olayları ile ilgili hutbelerin başlıkları bunlar. 27 Mayıs darbesinin her yıl gündeme geldiği bir haftada pekâla darbeyi lanetleyen bir hutbe konusu da olabilir. İşte örnek “darbe” hutbesi. İsteyen kullansın.
**
Muhterem Müslümanlar!
İnsan en değerli varlıktır. Cenâb-ı Hak sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide, 32)
İçinde bulunduğumuz hafta devletimizin yakın tarihinde yaşanan, hepimizin utanç duyması gereken bir olayın yıl dönümüdür. Tek parti yönetimine son vermiş, insanları baskı ve zulümden kurtarmış, ibadet ve teşebbüs hürriyetinin önünü açmış, hatasıyla sevabıyla, milletin helâl oylarıyla ülkeyi 10 yıl yönetmiş Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarıyla sonuçlanan askerî darbenin 48. yılıdır.
Demokrasi şehitlerini bir kez daha rahmet ve minnetle anarken hazin sonlarına sebep olanları nefretle tel’in ediyoruz. Allah’ın laneti millet iradesini gasp edenlerin üzerine olsun!
Aziz cemaat!
Cunta tarafından uzun bir süre hazırlığı yapılan ve 27 Mayıs günü gerçekleştirilen askerî darbe daha sonraki darbelerin de yolunu açmıştır. Birçok defa seçtiklerimiz postal sesleri arasında devrilmiştir. Allah bunların tekrarından hepimizi muhafaza etsin. Amin! Benzer girişime niyetlenenleri ıslâh etsin. Amin! Islâhı kabil olmayanları bildiği gibi yapsın. Amin! Bize de hakkımıza sahip çıkacak basiret ve cesaret nasip etsin inşallah. Amin!
Değerli mü’minler !
Dünyanın birçok ülkesinde darbeciler cezalarını çektiği halde ülkemizde hâlâ itibar görmekte, kanunlarla korunmaktadır. Darbecilerin yargılanmasını isteyen hukuk adamları meslekten ihraç edilmekte ekmekleri dahi ellerinden alınmaktadır. Allah ülkemize hesap verme, hesap sorma alışkanlığını nasip etsin. Amin! Kuvvetlinin haklı değil, haklının kuvvetli olduğu sistem müyesser eylesin. Amin!
Kıymetli kardeşlerim!
İnsanca yaşamak hepimizin hakkıdır. Bu uğurda demokratik ve meşru taleplerimizi sonuna kadar kullanalım. Haklarımızı gasp edenlere karşı uyanık olalım. Mü'minler uyanık olmalı. Aldanmamalı. Ve aldatmamalı.
Hutbemi, bir hadis mealiyle bitiriyorum: “Şüphesiz Allah, dünyada insanlara eziyet edenlere azap edecektir.” (Müslim, Birr ve’s-Sıla, 33 Hd. No: 6657)
**
Şüphesiz ki Allah iyiliği, adaleti, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size böylece öğüt veriyor…
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Bıçak sırtı”ndaki süreç… |
|
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da “GAP Eylem Plânı”nı açıklarken, “uzun yıllardır konuşulan, ama bir türlü potansiyeli hayata geçirilemeyen kurtuluş projeleri”nden bahsetmesi, dolaylı da olsa son beş yıl dahil hükûmetlerin GAP’taki ihmalinin açık itirafı oldu.
Başbakan, bazı “öncelikli proje” örnekleri vererek, “elle tutulur, gözle görülür bir hızla tamamlamak için düğmeye basıyoruz” diyor. Bundan böyle bu ihmalin olmayacağını anlatıyor. Lâkin bölge halkı ve kamuoyu yine de tedirgin. Bu “paket”in de diğerleri akamete uğramasından endişeli…
Çünkü “finansman kaynağı belirlendiği” ve “somut takvime bağlandığı” söylenen “ayrıntılı plân”ın ne denli sağlıklı işleyeceği endişesi giderilmiş değil. Her an nereye varacağı belli olmayan siyasî belirsizlik ve gittikçe kriz sinyallerini veren ekonominin kaygan zemini, bunun ne denli başarılacağı kaygısını veriyor.
Nitekim Başbakan’ın Lübnan dönüşü açıklamaları, bu hususu açıkça ortaya koyuyor. Uçağındaki “gazeteci milleti”yle sohbetinde, geçen yıl Büyükanıt Paşa’ya “27 Nisan e-muhtırası nedeniyle uğranılan ekonomik kaybı” anlattığının hatırlatılması ve seferki kaybın sorulması üzerine Erdoğan’ın verdiği cevap, bu kritik riskli süreci açıkça deklâre ediyor: “O anlık bir olaydı, yaşandı bitti; ama bu süreç bıçak sırtında devam ediyor. Daha ne olacağı belli değil.” (Hasan Cemal, Milliyet, 27.5.2008)
“Kapatma dâvâsı” ve “Yargıtay bildirisi”nin bu kısa değerlendirmesi, siyaseten ekonomiye uzanan alanda belirsizliğini koruyor. Erdoğan’ın, “Bu yıl 25 milyar dolar küresel sermaye gelebilirdi; ama şimdi dil döküyoruz, iknaya çalışıyoruz” cümlesi bunun ifâdesi…
RESMÎ RAKAMLAR
Gerçek şu ki gittikçe kötüye giden küresel dalgalanma, Türkiye gibi kırılgan ekonomileri vuruyor. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Şimşek’in, “maalesef yurtdışından tedarik şoku yaşadığımız için enflasyon yüksek kalmaya devam edecektir” tesbiti ve peşinen “carî açık 50 milyar dolara varacaktır” ilânı bunun ikrarı.
Merkez Bankası’nın da aynı “tehlike”ye dikkat çekmesi, yetkili ağızlardan resmî rakamlarla ekonominin içine sürüklendiği anaforu ortaya koyuyor. Bu arada birkaç ay önceki elektrik zammından sonra, “artan sıcaklıklar ve barajlardaki su miktarının azalması” sonucu hidroelektrik santrallerden üretilen elektrik sıkıntısı dolayısıyla “otomatik zam”a geçileceği, Enerji Bakanı’nca resmen açıklanması, bunun son örneği.
Bu arada uluslar arası dolar tefecisi George Soros’un, “Hayatımızın en ciddî resesyonu ile karşı karşıyayız” deyip global ekonomik durgunlukla krizi tetikleyen Amerika’daki “Mortgage skandalı”nı Amerikan Merkez Bankası eski Başkanı Greenspan’a yükleyip suçlaması, büyük oyunun içindeki bir başka oyunun bir parçası.
“Bir hedge fonu yöneticisi olarak kamu çıkarlarına hizmet ettiğimi öne süremem; ben para kazanmak için iş yapıyorum” diyen Macar Yahudisi Amerikalı spekülatör Soros’un, kendisini “imaj ve yardım meleği” gibi gösterenleri bizzat yalanlaması bir yana; İngiliz The Daily Telegraph gazetesine söyledikleri, vahâmetin boyutlarını gösteriyor. “Bu dönem zenginliklerin yok edildiği bir dönemdir; daha az insan para kazanacak, kaybedilen para, kazanan paradan az olacak” açıklaması, dünyanın vâhim vaziyetini açığa çıkarıyor…
Soros’un “tesbitleri”, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş’in “tesbitleri”yle aynen uyuşuyor. Ve her ikisi birden, uluslar arası sermayenin para akışının zengini daha zengin edip fakiri daha da fakirleştirdiğini, çarpık “küresel ekonomik düzen”in insanlığı nasıl bir bâdireye sürüklediğinin bir başka açıklaması oluyor…
“YENİDEN IMF” EĞİLİMİ
Görünen o ki “küreselleşme”, zengin-fakir uçurumunu daha da derinleştiriyor. BM’nin araştırmasıyla, dünyanın en zengin ve en yoksul yüzde ikisi arasındaki gelir farkının çıkarcı “küresel ekonomik düzen”le, son 20 yılda 1’30’dan 1’e 80’e çıkması, büyük uçuruma işâret. “Aslında dünya böyle bu durumda olmazsa, içeride belirsizlik yaşanmazsa bizim IMF’nin programına da parasına da ihtiyacımız yok. Uzun dönemde Türkiye için iyimserim ama dünyadaki kritik süreç ve dış dalga beni korkutuyor” diyen Ekonomi Bakanı Şimşek’in, lâfı evirip çevirerek sonuçta, Türkiye’yi yeniden IMF politikalarına bağlaması, işin içyüzünü deşifre ediyor. Şimşek’in “Türkiye’nin riski yükseldiği için ek kribilite ihtiyacı var”la başlayıp, “IMF ile yeni ihtiyatî bir stand-by’la devam etme eğilimindeyiz” sözü, AKP iktidarının yeniden “IMF’li yıllar” niyetini ele veriyor. Kısacası Başbakan Erdoğan’ın“bıçak sırtında, ne olacağı belli değil” dediği, belirsizlikler içindeki riskli, kritik süreç, yalnız Ekonomiden Sorumlu Bakanı değil, herkesi korkutuyor, tedirgin ediyor, ürkütüyor…
Peki Türkiye siyasette ve ekonomide bu riskli, belirsiz sürece nasıl itildi?
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Moda; bildiri yayınlamak |
|
Son günlerin gündemini bildiriler belirliyor. Birileri bildiri yayınlıyor, diğerleri ona karşı farklı bildiri yayınlıyor. Buna karşı birinci bildiriye destek vermek için başka bir bildiri yayınlanıyor. Sonra bu bildirilerle ilgili sert tartışmalar yapılıyor, ardından bir bakıyorsunuz ki, bir yumuşa gözleniyor. “Aslında biz şöyle demek istemiştik, yanlış anlaşıldık” türü beyanlarla geri adım telâşına düşülüyor.
Yargıtay Başkanlar Kurulunun sert bildirisinin ardından daha sert bir bildiri hükümetten gelmişti. Ortalık toz dumanken, Danıştay’dan Yargıtay’ı destekleyen başka bir bildiri gelmişti. En son bildiri de Köşk’ten geldi.
* * *
Yargı ile hükümet arasındaki bu “bildiri savaşları”nı bitirme konusunda TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın üstlendiği rol gerçekten önemliydi. Toptan, Meclis’e karşı söylenen sözlere cevap veriyor, yargı nasıl herkese lâzımsa, Meclisin de herkese lâzım olduğunu söylüyor. Yargıtay bildirisindeki ithamlardan incindiğini ifade ediyor. “Parlamento, bu kadar ağır ithamları kesinlikle hakketmedi” sözüyle tepkisini dile getirirken, muhatapların karşılıklı oturup konuşmayı bilmesi gerektiğine de vurgu yapıyor.
Toptan’dan sonra da bu gerilimi azaltmak için Cumhurbaşkanı Gül de devreye girip, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’le görüşmüştü. Bu görüşmenin ardından Gerçeker’in beyanları ile Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in söyledikleri bu bildiri krizinin şimdilik üzerinin örtüldüğünü gösteriyordu.
Gerçeker, yayınlandıkları bildirinin farklı yansıtıldığından ve yorumlandığından şikâyetçi. Ancak bildiri başka şekilde de nasıl yorumlanabilirdi ki? Öylesine ki bildiriye “y-muhtıra” yakıştırması siyasî tarihimize kalın harflerle yazıldı bile. Gerçeker, bir de diyor ki, “Gerginlik biraz da bu havadan kaynaklandı…” Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in “dam üstünde saksağan” olarak gördüğü bildiriyi gerektiren nasıl bir hava vardı merak ettik doğrusu.
Karşı bildiri yayınlayan hükümetten de bir yumuşa gözlenmişti. “Bu ülkenin insanları, kurumları olarak her türlü konuyu konuşarak çözmek en doğru yoldur” açıklamasını yapmıştı Çiçek. “Yargı da bizimdir, hükümet de bu ülkenin hükümetidir. Parlamento da bu ülkenindir” diyerek bir yumuşa ifadesi kullandı. Ancak Gerçeker şimdilerde ise “İhtiyaç olursa yine açıklarız” demeyi de ihmal etmiyor.
* * *
Önce alabildiğince ger, sonra gerilimi düşürmek için çaba sarfet… Germeden, milletin gündemini meşgul etmeden bu meseleler konuşarak halledilemez miydi? 27 Mayıs ihtilalinin yıl dönümünde muhtıraları, müdahaleleri hatırlatmanın bir gereği var mıydı?
Gerçeker’in bir sözü daha dikkatimi çekmişti. “Yargının sorunlarını anlattık. Sayın Gül de bize yardımcı olacağını söyledi” dedi. Yargının sorunlarını anlatmak için “y-muhtıra” olarak görülen bir bildiri mi yayınlamak gerekiyordu?
İşte bütün bunun gibi sorular bildirilerin ardından ilk aklımıza gelen sorular oldu. Bu gerginliği çıkaranların bu sorulara cevap vermeleri gerekiyor. Bu arada bu bildiriler neticesinde oluşan ekonomideki dalgalanmaların hesabı da verilmeli tabiî…
* * *
Yargıtay’ın bildirisine destek verenlerin ortaya attığı bir tez vardı. “Yargı herkese lâzımdır” diye… Peki bunu söyleyenlere şunu sormazlar mı? Milletin iradesinin tecelligâhı olan Meclis herkese lâzım değil mi?
Köksal Toptan’da buna dikkat çekiyor. Yavuz Donat’a konuşan Toptan’ın şu sözleri her şeyi anlatıyor. “Yargı kurumuna ve yargı kararlarına herkes saygı göstermeli. Peki, yasama organı ve kararları için de aynı şey gerekli değil mi? Yargıyı ve yargıcı yıpratmanın kimseye yararı yoktur. Peki, siyaseti ve siyasetçiyi yıpratmanın kime yararı var?” (Sabah, 27.05.2008)
İşte işin özü bu sorular. Yargıya saygı bekleyenler Meclis’e saygı göstermeli. Yargıyı yıpratmaktan çekinenler siyaseti yıpratmamalı. Velhasıl herkes görevini yapıp, başkasının görevine karışmamalı. Buna herkes dikkat etmeli, yargısı da, askeri de, sivili de…
Özetle, Türkiye artık bu kısır çekişmelerden kurtulmalı. Her şeyin çözümü demokrasi içinde aranmalı.
30.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|