Kullarını çok seven, onlara aslâ zulmetmeyen Allah, onlara niçin musibetleri vermektedir?
Bunun şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Tarihçe-i Hayat’ta dikkat çekildiği gibi, “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.”1
Demek musibetin iki yönü var: Biri geçmişte işlenen bir kısım suçlara ceza olarak veriliyor, diğeri de ileride verilecek bir mükâfatın başlangıcı oluyor.
O halde musibetler sabredildiği takdirde günahlara kefaret, bir kısım nimet ve hayırlara kavuşmanın da vesilesi olabilir. En azından büyük sevap kazandırır.
İnsan, kendi kusur ve hatalarına karşı savcı, başkalarının kusur ve hatalarına karşı da avukat makamında olmalı. Kendini daima suçlayacak, yargılayacak, nefsini temize çıkarmayacak. Nefis en büyük düşmanımız değil mi?
“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi” dediği ve başı yanına astığı fıkralardan üçüncüsünde Bediüzzaman Hazretleri, nefsini şöyle susturuyor: “Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar; fakat kader senin gizli hatalarına binâen, o musibet eliyle, seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.”2
Nefsi temize çıkarma değil, sorgulama, yargılamada ne müthiş bir örnek! Bu güzel örneklerden biri de Tarihçe-i Hayat’ta “Konuşan yalnız hakikattir” makalesinde yer alıyor. Bu makalesinde yirmi sekiz sene suçsuz olarak vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılması, mahkemeden mahkemeye sevk edilmesindeki sırrı açıklarken nefsi sorgulamayı yine ihmal etmiyordu Bediüzzaman Hazretleri: “Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlâhî ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor, ‘Sakın’ diyor, ‘İman hakikatini şahsına âlet yapma. Tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun…
“Âdil kadere de derim ki: Ben Senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa, herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, manevî füyuzat hislerimi fedâ etmeseydim iman hizmetinde bu büyük ve manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi fedâ ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim, bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede, Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebesi yetişti.”3
İşte büyüklerin hâli! O Bediüzzaman Hazretleri ki başkalarınca kusur dahi telâkkî edilmeyen, hatta yakalamak için peşinden koşulan makamları elde etmeyi hayalinden bile geçirmiyor, bunu ihlâs sırrına ters görüyor, elinin tersiyle itiyor, iman ve Kur’ân hizmetinin maddî ve manevî hiçbir şeye âlet olmaması için gerekli herşeyi yapıyor.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 458; Tarihçe-i Hayat, s. 120.
2- Emirdağ Lahikası, s. 173.
3- Tarihçe-i Hayat, s. 595-596.
15.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|