2007’nin özellikle demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi açısından kayıp bir yıl olduğu bizzat Başbakan tarafından ifâde edilmişti. Gerçekten Türkiye-AB ilişkileri kırılgan bir seyir tâkip etti. Türkiye’nin ilerleme kaydedemediği, yalnız açıklanan Türkiye İlerleme Raporunda değil, AB’den sorumlu bakan ve ilgililer tarafından da itiraf edildi.
Buna sebep, ABD eksenindeki “dış politika”yı “reel politik” edinen AKP hükûmetinin AB’yi âdeta gözden çıkarması oldu.
Öncelikle “cumhurbaşkanın kim olacağı” ve genel seçimlere dalan hükûmet, AB’yi âdeta rafa kaldırdı. Buna “terörle mücadele”nin ABD işbirliğinde yapılması da eklenince, geçtiğimiz yıl AB açısından en randımansız yıl oldu.
Şüphesiz bunda Türkiye’nin AB’ye girmesini istemeyen ve İsrail’in de içinde bulunduğu “Akdeniz ekonomik işbirliği” önerisiyle Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklığı” yeterli gören “AB içindeki AB ve Türkiye karşıtı” ABD hayranı Bush dostu Selânikli Fransız Sarkozy’lerin de etkisi oldu.
Ancak, iktidarın görevi, AB mercilerini ikna etmek; Türkiye hakkındaki olumsuzlukları izâle etmek, önyargıları kırmak ve Türkiye’nin AB’ye girme taraftarlarının elini kuvvetlendirmekti…
* * *
Ne var ki Ankara, 1999 Aralık ayında Helsinki’de alınan “aday ülke” statüsünden sonra bu hususta hep gevşek kaldı. Hep AB’ye rağmen ABD’nin yanında yer aldı. Washington’un küresel ve bölgesel politikalarına boğulan AKP siyasî iktidarı, ABD’nin Irak işgaline Meclis’i de by pass ederek “destek hamûlesi”yle her türlü desteği verdi. İran ve Suriye’ye yönelik saldırı plânlarında Amerikan tezlerinin âdeta sözcülüğünü yaptı. Başbakan “BOP’un eşbaşkanı” görevini aldı…
Dahası Filistin meselesinde bile “Ankara forumu” ve arabuluculuğu, Türkiye’ye bir teşekkürün bile esirgendiği “Annapolis”e rampa edildi. Afganistan’da, Ortadoğu’da, Orta Asya’da Amerikan çıkar ve hegemonyasına göre hareket edildi.
Gelinen noktada Hırvatistan 14 başlıkta ilerleme kaydederken, Türkiye, önemli olmayan rutin altı başlıkla kaldı. Tarımın AB normlarına uyumu, çevrede AB müktesebatının edinmesi gibi, AB standartlarında uyumu ihtiva eden müktesebatın yoğun olduğu, doğrudan üyeliği ilgilendiren önemli başlıklar açılamadı.
Diğer yandan AB’nin temel değerlerinin esası olan ifâde özgürlüğünde gerekli düzenlemeler bir türlü başarılamadı. “AB uyum reform paketleri” hep gözboyama olarak kaldı. Defalarca değiştirilmesine ve Türk Ceza Kanununun yenilenmesine rağmen, hâlâ 312. maddenin yerine ikame edilen maddeden yazarlar ve düşünürler yargılanıyor. Hâlâ depremin mânevî boyutunu izâh edip, “İlâhî takdir ve ikaz” tefsirini açıklayanlara cezalar veriliyor.
Hatalı ve kırılgan politikalarla AB süreci öylesine çıkmaz bir mecrâya sürüklendi ki, kamuoyunda AB denilince, salt “Güneydoğu meselesi”, “Leyla Zana ve arkadaşlarının yargılanması” olarak algılanmaya başlandı.
AKP hükûmeti, bazı mahfillerce şaşırtılan AB’nin yanlış bakışını da bir türlü düzeltemedi. Leyla Şahin dâvâsında AİHM’e, Türkiye’de bir anayasal devlet kurumu olan Diyanet’in başörtünün “dinî bir vecîbe” olduğunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) Ek Protokolü ikinci maddesinde, hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağı gerçeğini AB’ye anlatamadı.
AB’nin bir demokrasi ve özgürlükler projesi olduğunu; devletin eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygıyı hatırlatacağına, YÖK’ün başörtüsünü “siyasî simge” ve “laikliğe aykırı” olarak, “gerginlik sebebi” gören yasa dışı yasağını esas aldı. Strazbourg’a gönderdiği savunmada “yasağı” uygun buldu…
* * *
Keza, Türkiye’de “dinî azınlıklar”ın Lozan Antlaşmasında da belirlenen Ermeni ve Rum gibi gayr-ı müslimlerden ibâret olduğunu, esasen Alevilerin “azınlık” değil, İslâmın aslî unsurlarından olduğunu AB’ye anlatamadı.
AB’nin, uluslararası ifsad odaklarınca itildiği hatalı kanaatlerini tashih edeceğine, yanlış tekliflerini olduğu gibi kabul etti. Ciddiyetle konuların üstüne gitmedi; hatta zaman zaman “Türkiye’yi kızdırarak bıktırıp vazgeçirme” taktiğini güden mihrakların oyununa gelindi. Başbakan her fırsatta ABD’ye övgüler yağdırırken, AB’ye meydan okudu…
Oysa AB mercilerini ve Avrupa kamuoyunu ikna etmesi, başta İslâm dini olmak üzere Türkiye’nin değerleri hakkında doğru bilgilendirmesi, hükûmetin görevidir.
Türkiye, yeni yılda AB ile doğru bir diyalog için esaslı bir stratejiyi belirlemeli. Oyuna gelmemeli; her olumsuz ve tahrikte kızıp küsmemeli. AB ve Türkiye karşıtlarının ifsatlarını boşa çıkarmalı; Türkiye’nin AB’den koparılıp ABD’ye mecbur edilmesi, uluslararası dolar spekülatörü Macar Yahudisi Soros ve neocon’ların kuşatması altına itilmesi komplosuna gelmemelidir.
AB üyeliği süreci, Türkiye’nin kazanılmış hakkıdır. Ankara, bu hak için kararlılıkla mücadele etmelidir…
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|