|
|
Şaban DÖĞEN |
İslâma koşan insanlar |
|
Yirminci yüzyılın başlarında Japonların İslâmı anlatacak ilim adamı taleplerine karşı zamanın halifesi Sultan Abdülhamid olumlu cevap verememiş, gerekli ilim adamlarını gönderememişti. Hatıralarında anlattığına göre Sultan Abdülhamid, Anadolu’nun böylesi ilim adamlarına daha çok ihtiyacı olduğundan, onlara İslâmı dört başı mamur anlatabilecek yeteri kadar ilim adamı bulamadığından ve ihtiyaca cevap veremediğinden yakınır. Birçok yokluğa bir de kaht-ı ricâl eklenmişti o dönemlerde.
Oysa ne kadar İslâmı kabule hazırlardı Japonlar. “Yaşayışları bizim dinimiz gibi, dinleri de bizim yaşayışımız gibi,” demişti onlar için Mehmet Akif. Yüzyılın başında maddî büyük atılımlar gerçekleştiren Japonya ilim ve teknolojide model gösterilmeye başlanmıştı. Medenî ilerlemeye yardımcı olacak fen ve sanayi gibi gelişmeleri alacağımızı söyleyen, medeniyetin iyiliklerini Batıdan almada tereddüt göstermeyen Üstad Hazretleri de, kendi örf ve âdetlerinden de zerre kadar taviz vermeyen Japonları örnek gösteriyordu. Biz de değerlerimizi yitirmeden Japonlar gibi ilerleyebilirdik.
Bu çalışkan, planlı, prensipli insanların İslâmiyeti kabule müheyya oluşları da bir diğer güzellikleri. Bugün 350 bini bulan Japonyada’ki Müslüman nüfusun elli bin kadarı bizzat Japon. 100 İslâmî kuruluş ve 180 kadar camiye sahip bu ülkede bazı günler Müslüman olanların sayısının elliyi bulması dikkat çekici değil mi? Çoğunluğu Budist ve Şintoist olan, düşünen, araştıran bu insanlar gerçek huzuru, saadeti İslâmda buluyorlar.
Demek âdetâ yanmaya hazır kibrit gibi müthiş bir potansiyel var Japonya’da. Bu potansiyele en güzel cevabı ancak İslâmın güzelliklerini hayata geçirerek verebiliriz. Böylece yüz sene önceki arzu gerçekleşmiş olur.
Hutbe-i Şamiye’de bütün âlem-i İslâma verilen derste bu noktaya dikkat çekmiyor muydu Üstad? “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakàik-ı imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek [iman hakikatlerinin mükemmelliklerini fiillerimizle göstersek], sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki Küre-i Arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler” demiyor muydu?
Bu hakikate dünkünden daha çok muhtaç değil miyiz?
Demek batıl dinlerin kıskacında daralan Japon halkı kurtuluşu, rahatlığı İslâmda buluyor ki ona iştiyakla koşuyorlar.
Evet, biz güzel model olur, İslâmın güzelliklerini yaşayışımızla gösterirsek Japonlar gibi Avrupa’nın nice millet ve devletleri de İslâma koşmada gecikmeyecekler ve İslâm yirmi birinci yüzyıla damgasını vuracaktır.
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
İlker Bey: “Şu âyeti açıklar mısınız: ‘Onlara karşı gücünüz yettiği kadar—Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere—kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir’ (Enfal/60) Kur’ân burada ‘besili at’tan bahsediyor. Oysa günümüzde artık besili ata ihtiyaç bulunmuyor! Kur’ân’ın evrensel niteliği açısından bu durumu nasıl izah edebiliriz?”
Kur’ân’da esas olan maksattır. Maksat ifade edilirken günlük dilin kullanılması gayet tabiîdir. Kur’ân’ın, meselelerini anlatırken nâzil olduğu toplumca bilinen malzemeleri kullanması fesâhatının, i’câzının ve rahmet eseri oluşunun bir gereğidir. Çünkü ilk toplumun kullandığı malzemeler, sonraki toplumlarca da bilinir; fakat sonraki toplumlarca kullanılan bir malzemenin, önceki toplumlarca bilinmesi mümkün değildir.
Meselâ burada Kur’ân, “besili at” yerine, “tank”tan, “füze”den veya “atom bombası”ndan bahsetseydi, eski kavimler için anlaşılır bir kitap olmaktan çıkardı. Oysa Kur’ân evrensel olduğundan dolayı her asrı kucaklamış, her asra nur ve rahmet olmuş, her zamanı ihata etmiştir.
Âyette geçen “besili at” ifadesi, savaş malzemesi olabilecek her yeniliği kapsar mahiyettedir. Zaten, buradaki “besili at” deyimini yine aynı yerde geçen “kuvvet” tâbiri tefsir etmektedir. Yani savaş malzemesi olabilecek çapta bütün imkânlar seferber edilecek, yenilikler takip edilecek ve muasır imkânlarla gerekli donanım eksiksiz sağlanacaktır.
***
Cemal Bey: “Tabiat Risâlesinde, ‘İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar’ cümlesine göre gayr-i ihtiyarî, anında veya biraz sonra pişman olacağımız, aslında razı da olmadığımız sözlerden mes’ûl müyüz?”
Bedîüzzaman Hazretleri Tabiat Risâlesinde kâinatın oluşumunda ve yaratılışında sebeplerin, kendi kendine oluşun ve tabiatın asla makam ve yetki sahibi olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudreti ile yaratıldığını ispat ediyor. Bu risâlenin başlangıç kısmında ehl-i imanın da, farkında olmadan kendisi aleyhine sonuçlanabilecek dehşetli bir takım sözleri söylediğine vurgu yapılıyor. Ehl-i imanın kullandığı bu kelime ve söz hatalarından üç tanesi zikrediliyor ve şirke çok yakın olduğu için muhakkak sakınılması isteniyor. Meselâ konuşmalarda doğrudan Allah’ın kudretine değil, sebeplere de pay verir kelimeler kullanmak veya kendi kendine oluşu telaffuz eder cümleler sarf etmek; ya da varlıkları tabiatın iktizası gibi gören konuşmalarda bulunmak yahut Allah’ın vahdaniyetine uygun düşmeyen kelime veya cümleleri telaffuz etmek bu cümleden hatalı sözler olarak sayılabilir.
Hiç şüphesiz sözlerimizden ve konuşmalarımızdan mes’ûlüz. Atalarımız, “Bin düşün; bir söyle!” veya “Konuşmak gümüşse, sükût altındır!” diye sanırım bu ağır mes’ûliyete işâret etmişlerdir. Ağzımızdan çıkan kelime veya cümlelere dikkat etmeli, pişman olacağımız veya bizi mahcup edecek sözcükleri mümkünse kullanmamalıyız. İsabetsiz veya yanlış sözlerimizle eğer insanları kırmış isek, özür dilememiz; eğer Allah’a karşı hatalı konuşmuş isek de hemen tevbe etmemiz daha uygun olur. Her hatanın, günahın ve kusurun “tevbe ve istiğfar” ile dönüşü vardır. Ancak daha sonra aynı sözcükleri dilimize almamaya, aynı hataları yapmamaya özen göstermemiz gerekir.
***
Bekir Bey: “Akşam namazının farzı neden önce kılınıyor?”
İbadetler “taabbüdî”dirler. Yani ibadet olduğu için yapılırlar. İllet ve sebepleri emirdir. Emroldukları için, emroldukları vakitlerde, emroldukları şekliyle yapılırlar. İbadetler, aklın muhakemesine bağlı değildirler. Akıl ve yorum kaldırmazlar.1 Namazların kaçar rek’at oldukları, hangi vakitlerde kılınması gerektikleri, namazların kılınma şekilleri... vs. tamamen ve doğrudan vahiyle sabit kılınmıştır. “Akşam namazının farzı neden önce kılınmaktadır? Neden üç rek’attir? Sünneti neden iki rek’attir? Yolculukta meşakkat olmadığı halde neden namazı kısaltıyoruz?” gibi soruların tamamına verilecek tek cevap: “Emir böyle olduğu için”dir! Başka türlü verilebilecek cevaplar mûteber ve müstakîm değildir.
Dipnotlar:
1- Bakınız: Mektûbât, s. 385
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Büyü ve sosyal hayat |
|
Büyü hadisesi, büyük dünya ailesinin, içinden çıkamadığı ve temizleyemediği bir müthiş hastalıktır. Batısı doğusu, geri kalmış ülkeler ve çağı yakalayan ülkelere kadar. Siyah ve beyaz ırkıyla ve hâsılı topyekun bütün beşeriyet bu “büyü-sihir” olayları ile meşgul olmaktadır. 300 milyonluk ABD’de 100 bin büyücü, 9 milyon mensubuyla ABD halkını sömürüyor. ABD Anayasa mahkemesi tarafından korunan ABD’li büyücüler, papazlara meydan okuyorlar.1 Daha düşündürücü tarafı bu büyücülerin “entel” kişilerden olmaları ve böylelikle bürokrat kesimlerle diyalog sağlamalarıdır.
Misâl olarak ABD’yi verdim. 1 milyar 300 milyonluk Çin böyle, bir milyarı bulan Hindistan da böyle ve maalesef 73 milyonluk Türkiye’miz de böyle. Fakat Türkiye’de büyü, fal ve sihir kanunlarca yasak. Medyumluk maalesef devam etmektedir. Yeni anayasada bunlara bir neşter vurulması, gelecek nesiller ve yıkılan aile yuvaları için elzemdir. Yaptığım araştırmada son 5 yılda aile içi şiddetten öldürülen 1.300 kız ve kadın olayının kısm-ı âzâmında büyü hadiseleri vardır. Müslüman geçinen bazı nadanlar, maalesef büyü ile korkunç yollara sapmaktadırlar ve ailelere, kızlara, oğlanlara en yakını tarafından tuzaklar hazırlamışlar ve çok aileleri yıkmaktadırlar. Kızım evlensin diye, oğlan evlensin diye veya kızım ayrılsın diye buna benzer gayr-ı ahlâkî yollara başvurulmaktadır. Cemiyetimizin kanayan yarası.
Büyü hadisesi beşeriyetin mazisinde vardır. Peygamberler tarihinde vardır. İnsanlarda olduğu gibi cinlerde de vardır. Bundan 14 asır önce Fahr-i Kâinat Peygamber Efendimize (asv) büyü yapılmıştır.2 Peygamberimize büyü yapılmasının sebebi, Yahudilerin, onun Peygamberliğini hazmedememesidir. Çünkü, Kâbe’nin bakımı, hacıların yedirilip içirilmesi, uzun zamandan beri Peygamberimizin (asm) soyu olan Kureyş kabilesine aitti. Bütün bunların yanında “Bir de kalkıp ‘Nübüvvet de bize geçti’ derlerse, işte buna dayanamayız” diyerek, büyü yapılarak öldürülmeye teşebbüs edilmiştir.
Bazı rivayetlere göre, Lübeyd bin Âsım tarafından “büyü-sihir” yapılmış ve hurmadan bir kılıf içine yerleştirilmişti. Lübeyd, bu sihri, Beni Züreyk’a ait olan Zervan veya Zî-ervan isimli kuyunun içine bir taşın altına sıkıştırmıştı. Sihrin Resûlullah’a tesir etmesi bir yıl almıştı. Senenin ikinci yarısında Resûlullah’ın mizacında bir değişiklik görülmeye başlandı. Son kırk gün şiddeti arttı. Son üç gün ise çok şiddetlendi. Ama en büyük tesiri, Resûlullah’ın içinde büyük bir sıkıntı hissetmesi şeklinde oluyordu.
Cebrail (as) gelerek Resûlullah’a “Muavvizeteyn’i oku” dedi. Resûlullah’ın her âyeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son âyete gelindiğinde düğümler çözülmüş ve iğneler çıkmıştı. Resûlullah (asm) sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Muavvizeteyn kabul edilen “Felâk ve Nas” sûreleri, büyü ve sihre şifa olarak nâzil olmuştur ve çok okunmasıyla, mucizeliği görülmüş ve görülmektedir. Daha sonra Efendimiz (asm) Lübeyd’i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Resûlulllah (asm) da onu serbest bıraktı. Artık Peygamber Efendimizle (asm) normal insanları kıyaslamak lâzımdır. Evet, elim manzaralar ortadadır.
Bu itibarla, müteaddit âyetlerde ve yine bir çok hadiste büyü, sihir, falcılık, medyumculuk ve emsâli şeyler büyük günahlardan sayılmış ve İslâmiyetçe kesin olarak yasaklanmıştır. Hadis-i şerifte, insanı helâk eden yedi şeyden sayılmıştır.3
“Ümmetimden on sınıf kâfirlere benzer, bir tanesi ‘sihir yapan’”4 beyan ve emirlerinde bulunmuşlardır. Bunun için bütün aklı eren, kalbi selim insanlar, bunlarla mücadele etmeli ve etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Basın, 11. 3.1997
2- Buhârî, 47, 49, 50
3- Câmiü’s-Sağir, 1-153, hadis no: 171
4- Camiü’s-Sağir, 5-hadis no: 6260
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Açık söz, kesin tavır |
|
Türkiye, dağları mesken tutan bir kanlı terör belâsından büyük bedellerle kurtulmaya çalışırken, bir başka terör dalgası gelip bu kez şehirleri yakıp kavurmaya başladı.
"Ben bu ülkenin öz vatandaşıyım, bu toprakların aslî sahibiyim" diyen hiç kimseye, bu belâdan bir hayır, bir menfaat hissesi yok... Herkes zarar görüyor, her taraf hasara uğruyor.
Onun içindir ki, bu gibi belâ ve musibetler karşısında, aklı başında olan herkesin açık sözlü ve kesin tavırlı olması gerekir.
Zira, bu işin ortası yok.
Anarşi ve terör odaklarına dünyayı versen doymaz. O, bildiğini okumaya, etrafı yakıp yıkmaya devam edecek. Tabiatı böyle... Değiştiremezsiniz.
Tıpkı, akrebin zehirini bala döndüremediğiniz gibi...
O halde, umumî huzur ve asâyişin temini için, her bir vatandaşın net bir tavır ve kararlı bir duruş sergilemesine ihtiyaç var.
Tâ ki, bu belâ hayat bulup yayılmasın, etrafa dal budak salma şansını bulmasın.
* * *
Ne yazık ki, bu vatanda terör estirenlere hâlâ terörist diyemeyen ve bu vahşeti kınayamayanlar var.
Nedir düşünceleri, nedir korkuları, anlamak kolay değil.
Oysa, bu fecî terör dalgası herkes gibi onlara da zarar veriyor.
Şunu da açıkça ifade edelim ki: Terörün en büyük zararını Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri çekiyor. Güvensizlik sebebiyle, oralara yatırım yapılamıyor. Dolayısıyla, işsizlik önlenemiyor, fakirliğin, yoksulluğun önüne geçilemiyor. Dahası, medeniyet yerleşemiyor, kökleşemiyor. Alt yapı çalışmaları hakkıyla yapılamıyor.
Peki, kimin/kimlerin sayesinde?
Ne yazık ki, güyâ o bölgedeki insanların hakkını arayan, savunan zinde muhakemesizlerin sayesinde...
Demek ki, bunlar başkasına hizmet ediyor; kendi halkına, kendi ülkesine değil.
Bölge halkı, bu fecaatin içyüzünü fark ettiği ve araya ciddî mesafeler koyduğu zaman, aydınlık şafakların sökeceğine inanıyoruz.
* * *
Açık, net ve kesin olarak ifade edelim ki: Mal ve canı yakıp yıkmaktan başka bir becerisi olmayan anarşi ve terörün haklı hiçbir gerekçesi yoktur ve olamaz. Bunların bazı talep ve iddiaları doğru olsa dahi, yine de "hakkı istismar"dan öteye gidemiyorlar. Zira, müsbet ve hayırlı bir netice peşinde değiller.
Bu durumda ise, halkın refahını ve ülkenin dirliğini istemeyen ihanet odaklarına âlet olmaktan kurtulamıyorlar.
Aynen, kardeş Pakistan'ı kan deryasına döndüren ahmak bombacıların ihanete âlet oldukları gibi...
Duâ ve niyaz edelim ki, Cenâb–ı Hak, fitili ateşlenen yeni terör belâsını ülkenin başına sarmasın ve bunu bize pahalıya ödetmesin.
NOT: E–Postalarımız, Bayram günlerinden beri düzenli şekilde çalışmıyor. Son bir hafta içinde mesaj gönderen okurlarımıza duyrulur. MLS
GÜNÜN TARİHİ 28 Aralık 1938
İnönü işi aldı ele; Gündoğdu Âli Yücel'e
Tek parti döneminin en şöhretli siyasilerinden biri olan Hasan Âli Yücel, Millî Eğitim Bakanlığına getirildi.
Tam 8 sene müddetle bu makamı işgal eden Yücel, M. Kemal'e olduğu kadar, İsmet Paşaya da âdeta taparcasına bağlıydı.
Bu bağlılığını da eğitim sahasındaki icraatleriyle, bilhassa büyük tartışmalara yol açan Köy Enstitülerini kurup işletmesiyle ispat ettiğini, yine kendisi ifade ediyor.
* * *
Yücel'in MEB'e getirilmesi, Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın isteğiyle oldu. Başbakan Bayar bu isteğe karşı koyamadı. Zaaf gösterdi. Ancak, bu zaaf ona yaramadı. Yaklaşık bir ay kadar sonra Bayar da görevden alındı. Kabinenin başına Dr. Saydam getirildi.
.* * *
İzmir ve İstanbul gibi büyük şehirlerde edebiyat ve felsefe öğretmenliği, müfettişlik ile genel müdürlük görevlerinden bulunan Yücel, dikkat çekici bazı özelliklerin de sahibidir.
Özetle: Kendi çapında şair ve edebiyatçıdır. M. Kemal ile birlikte aylar süren yurt gezilerinde bulundu. 1934'te İzmir milletvekili olarak Meclis'e girdi. Defalarca mebus seçildi, daha doğrusu seçtirildi.
M. Kemal'in ölümünden bir buçuk ay kadar sonra Eğitim Bakanı oldu.
1940'ta Köy Enstitülerini kurdu. Kendince, yeni bir ınkılâp hareketini ateşlemiş oldu. Altı Ok şeklinde ifade edilen CHP'nin temel gayesini hayata geçirmek için büyük çaba sarf etti.
* * *
Yücel, "Altı(n) Ok" isimli şiirinde kişiliğini ve nihaî maksadını şu mısralarla dile getirir:
Ben bir Türk'üm; soyum, ırkım uludur.
Göğsüm millet sevgisiyle doludur,
Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur.
Hep o yoldan yürümektir dileğim.
Böyle doğdum, Cumhuriyetçiyim ben;
Hem halkçıyım, hem milliyetçiyim ben;
İnkılapçı, laik, devletçiyim ben;
Her birini bir okla göstereyim!..
Bu Altı Ok Kemalizmin özüdür;
Altısı da Anayasa sözüdür.
Atatürk ki milletinin gözüdür.
Bu inanla yüceliğe ereyim...
* * *
Evet, tek parti döneminin önemli isimlerinden biri olan Hasan Âli Yücel'i en iyi anlatan, yine kendisi olup, bir başka şiirinde şu mısraları döktürür:
Harp çıkmıştı, orduya akıyordu bütçemiz;
Maarif örgütümüz kalmıştı pek desteksiz.
İşi Devlet Başkanı İnönü aldı ele;
Gün doğdu bu tutuşla o zamanlar Yücel'e.
Bin sıkıntı içinde kuruldu enstitüler,
Bu ateşli çalışma göreni hayran eder.
Köyden akın başladı, geliyordu çocuklar;
Kıraç yurdun yüzünde doğdu yeni bir bahar.
Kız erkek kardeş gibi çalıştılar beraber,
Müdürü, öğretmeni, gece gündüz döktü ter.
İki yılda mevcutlar vardı on altı bine,
Bir ucunda Kars durur, bir ucunda Edirne.
Kapladı dört bir yandan yirmi enstitü yurdu;
Köyden gelen çocuklar kurdu yeni bir ordu.
Kepirtepe, Akçadağ, Gölköyü, Pazarören,
Akpınar, Beşikdüzü, Dicle, Ortaklar, Gönen,
Ne kaldı, Pamuk Pınar, o meşhur Hasanoğlan;
İftihar duymalıdır bunlardan, her Türk olan.
* * *
Netice: Hasan Âli, eğitimde komün sisteminin (kadın–erkek karma eğitim/öğretim düzeni) Türkiye versiyonu kurucusu ve uygulayıcısı olup, tıpkı, uzun yıllar İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya gibi, o da tek parti döneminin mukaddesat düşmanı en şöhretli bakanlarından biri olarak tarihe geçti.
Kurucusu olduğu ve ona göre "Her Türk'ün iftihar etmesi" gereken"Köy Enstitüleri, ayyuka çıkan fuhşiyat dedikoduları ve kısır eğitim tarzı sebebiyle, 1946'dan itibaren, yani kendi partisinin iktidarı zamanında kapanmaya yüz tuttu. Bir süre sonra resmen kapatıldı.
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Duâ ve tebrik |
|
Yazılı bir metin veya sözlü bir anlatımda ile nokta çok önemlidir. Söyleyen kim, nasıl ne söylüyor, nerede söylüyor? Elbette ki bunların içinde en önemli unsur. Kim söylüyor? Eğer bu bilinmezse diğer ikisinin olması bir değer ifade etmemektedir. İnsanın söyledikleri, insanları çok iyi anlatabilir. Zaman ise en büyük müfessirdir. Yaptıkları, yaşadıkları ve eserleriyle zamana mâl olmuş insanlar vardır. Belki de aşılmaz, geçilmez, tepelerin karlı dağların ve karınlarında sakladıkları ma-i hayat gibi… Bütün bunları bilmek yetmiyor elbette. Bir bildirici, tarif edici ve yol göstericiye ihtiyaç var.
İyi anlamış, iyi anlatacak; kavramış ve kavratacak bir açıklayıcı kılavuz…
Kâinat Kitab-ı Kebiri ve muazzam muhteşem mânâlar zinciri…
Yaratılanlar göz önünde; yaratanın varlığı bütün ihtişamıyla her şeyi kucaklıyor ve bunlar dillendiriliyor. Konular hep bildik ve aynı gibi ama hiç tekrar yok.
Anlatımın orijinalliği anlatılanları inci gibi parlattırıyor, altın gibi kıymetli kılıyor. Zaman ve mekânların sınırları anlatım ile aşılmış. Muhatapları yediden yetmişe uyarıyor. Nefes kesen ve nefes açan iman hakikatleri manzumesinin ağır ağır terennümü dikkatleri üzerine çeken bir tefsir-i Kur’ânî; Risale-i Nur Külliyatı…
Ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî…
Asr-ı Saadetten günümüze İslâm dünyasının ve inançlı inançsız bütün dünya fikirlerinin iman hakikatleriyle titreşiminin, iletişiminin son halkası Risâle-i Nurlar ve son noktası Bediüzzaman Said Nursî.
Bir hafta önce kadim dostum Ziya Öztenekeci bir kitap verdi gecenin karanlığında, geç vakitte “bakar mısın” diye. Teşekkür ettik, çantamıza attık.
Ertesi gün kitaba bakıyorum “Bir İman Güneşi Bediüzzaman” yazarına bakıyorum. Galiba tanıdık bir sima, araştırmacı yazar Mustafa Öztürkçü…
İki sene gibi küçümsenemeyecek bir zaman diliminde emek verilmiş, seyahatler yapılmış ve maddî gayretlerin yanında, daha fazla manen kafa yorulmuş bir eser.
Yazımın başında bir nebze bahsettiğim. İslâm tefekkür dünyası iman hakikatleri noktasından çok mühim bir eser olan Risâle-i Nurlar’ın müellifi Bediüzzaman Said Nursî de; en az vücuda getirdiği Risale-i Nur Külliyatı kadar önemliydi elbette. “Nur’un Kahramanları” adlı eseriyle Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin talebeleri ve iman Kur’ân hizmetinde dâvâ arkadaşlarının hayatlarını da anlatan; Öztürkçü, Nur’un başkahramanı için müstakil olarak “Bir İman Güneşi Bediüzzaman”ı kaleme almış.
İyi de yapmış, güzel de olmuş. Elbette ki daha iyilerin daima bir alt basamağı olacak.
Takdirin ötesinde, alkışın ilerisinde; Öztürkçü’ye destek verilmesiyle; bu yolda daha faydalı olacağı ümidindeyim.
Tashih, redakte ve takdimin bile çok görüldüğü bu araştırmaya ve çalışmaya en azından hedefler gösterilseydi herhalde çok daha faydalı bir eser ortaya konabilirdi.
Hizmet zikredildiği için şunları da satır arasında söylemeyi bir borç bilirim:
Bu günlerde hizmetin adı; insanların imanlarını inkişaf ettirecek kurtaracak çalışmaları yapmak, Kur’ân ve Risâle-i Nurları okuyarak kendimizin ve başkalarının imanlarını kuvvetlendirecek bir gayretin içinde bulunmak, hizmet ve hak, hakikat namına yapılan her türlü, küçük de olsa yapılanları alkışlamak değil!
Ne lâzım? İhlâs, uhuvvet, sadakat ve devam ile hizmet… Yapamasak bile en azından niyetine girmek ve gayretinde olmak.
Bu kadar malâyaniyat ve inanç karşıtı dünya ehli ve dünya metaı karşısında dik durarak kendi elimizdeki iki dünya kıymetindeki iman ve Kur’ân hakikatlerine sahip çıkmak bu yolda zerre de olsa bir gayretin çalışmanın içinde bulunmak.
İşte Allah kendisinden razı olsun Mustafa Öztürkçü kardeşim bu yolda yürüyor.
Risale-i Nurlar ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî hakkında dünya çapında binlerce eser kaleme alınmış olmasına mukabil bu iman hizmetini ve bu hizmetin güneşi Bediüzzaman’ı farklı yönleriyle ele almak, anlatılmayan ve yazılmayan yönleriyle birlikte tekrar yeniden anlatmak ve yazmak elbetteki iman ve Kur’ân hizmeti noktasında önemli olduğu gibi, fikir ve kültür dünyamız bakımından da önemlidir.
İçinde bulunduğumuz yoz ve yavan asra ışık tutan, aydınlatan Bediüzzaman’ı anlatmak ve yine insanlara güneş gibi kaynak olacak eserlerini insanların gözleri önüne sermek de bir ayrıcalık ve kadirbilirliktir inşaallah.
Tebrik ediyor, alkışlıyor; duâ ve ümidle çalışmalarının devamını diliyoruz.
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Zıkkım |
|
İçki bütün kötülüklerin anası… Bunu böyle biliyoruz. Uzmanların bu konuda aktarmış oldukları kamyon dolusu raporlar ortada.
Toplum bünyesini için için kemiren içki, normal cemiyet bünyesini tahrip ediyor.
Şimdi içki ile ilgili yazı karalıyoruz ya, bildik “alkol zararlıdır” yazısı diye küçümseyenler çıkabilir. Oysa, bu illet bir bela!
İçkinin zararlarını önlemek için bir çok kurum veya kuruluşlar önlem almak için ellerinden gelen tedbirleri alıyor.
Yeterli mi?
Elbetteki hayır!
Ama gözden kaçan bir ayrıntı var.
Bazı çok satan gazete ve dergiler yılbaşı eğlencesi adı altında el altından içki reklamı yapmaya başladı!
İşte bunlardan bir örnek:
Hürriyet gazetesinin 25 Aralık tarihinde verdiği “Şerefe” adlı bir ilavesi var.
İlave bütünüyle çeşitli zıkkım markasının reklamını yapıyor. Malum televizyonda ve radyoda içkinin reklamı yasak. Ama gazetelerde yok. Daha doğrusu bir “boşluk” var. Ve Hürriyet gazetesi de bu boşluğu “Şeref”e ilavesiyle dolduruyor. Bize göre “şerefe” yakışmayan bir ilave bu...
İlavenin içinde “Hayyam’ın şarap testine buyrun,” “Şarabın köpürdüğü gece” gibi reklam kokan başlıklar yer alıyor. Dahası da var: İçkinin servis ve içim kurallarını da tek tek yazmış. İthal şampanya alırken dikkat edilecek hususları da arzetmişler.
Kanıma dokunan bir başlık daha vardı… İlavenin üçüncü sayfasında “Çocuklar için özel üzüm suyu” başlıklı bir yazı vardı.
Diyor ki: “Yılbaşı gecesi büyükler içki içiyor peki ya çocuklar? (İçkinin markasını verdikten sonra) …iki ürün hazırladı. Alkol kullanmak istemeyenlerin de tercih edebileceği bu üzüm suları taze doğal ve sağlıklı. Kırmızı olanları, Alicante Bouchet, beyaz olanları da Sultaniye üzümünden elde ediliyor. Alkol içermeyen bu doğal üzüm suları şişelendikten sonra pastorize ediliyor” diye yazmışlar.
Yani ağaç yaşken eğilir misali, şimdiden çocuklara “içki” içirmenin yollarını deniyorlar. Dikkat edin, sıradan bir meyve suyu olarak değil, içkinin temel öğesi olan üzüm suyunu öne sürüyorlar.
Çocukları ve gençleri düşünen tüm STK ve devlet kuruluşlarını bu ilaveye tepki göstermeye çağırıyoruz.
Ey insaf neredesin?
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Asım'ın nesli |
|
Dün, İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Akif’in 71. vefat yıldönümüydü. Merhum Akif, hemen her yerde duâlarla anılıp, rahmetle yâd edildi.
Merhum Akif, milletimizin gönlünde taht kurmuş, her zaman hayırla anılan bir isim olmuştur. Okulla tanışan herkes, dolayısı ile merhum Akif ile de tanışmış oluyor. ‘İstiklâl Marşı’nı kaleme alan isim olması sebebiyle de milletimiz; gönlünde ona ap ayrı bir yer vermiştir.
İlkokul yıllarımızda, okuyup anlamaya çalıştığımız ‘marş’ımızın yazarını herkes gibi biz de merak etmiştik. Onun fotoğrafını görüp hayatını öğrendikçe muhabbetimiz daha da arttı. Aynı zamanda, ona reva görülen haksızlıkları öğrendikçe üzüntümüz de arttı.
Arkadaşları ve dostları, merhum Akif’i en iyi şekilde anlamış ve eserlerinde anlatmışlardır. Her yıl düzenlenen toplantılarla da Akif’in kişiliği ve idealleri gençlere anlatılıyor. Son yıllarda bu çalışmalar artmakla beraber, yeterli olduğunu söylemek de mümkün değil. Akif’i anmak demek, aslında ‘yakın tarih’in iyi bilinmesi demek.
Şunu düşünelim: Türkiye, öyle bir devir ve dönem yaşamış ki; ‘İstiklâl Marşı’mızın yazarı olan Akif, Türkiye’den ‘hicret’ etmek mecburiyetinde kalmış! Merhum Akif, ‘hicret’ etmiş; ama ideallerinden vazgeçmemiş. Neydi onun ideâli? Bu noktada da çok şey söylenebilir; ama “Asım’ın neslini yetiştirmek istedi” dense her hâlde yanlış olmaz.
“Asım,” merhum Akif’in; eserlerinde yaşattığı muhayyel bir gençtir. Merhum Akif, Safahat’ta Asım’ı anlatırken bir yerinde şöyle diyor: “Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: / İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.” (Safahat, [Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ,] Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-Eylül 2007, sayfa: 386)
İstiklâl şairimiz Mehmed Akif’in, İslâmı insanlığa anlatma noktasındaki tesbitleri de orjinaldir ve ‘çağın tefrisi’ Risâle-i Nur ile bu noktada da uyum sağlar. Akif şöyle diyor: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.”
Risâle-i Nur’da ise bu konu şöyle izah edilmiş: “Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan [diğer dinlerin mensuplarından] fevc fevc [İslâma] dahil olacaklardır.” (Münâzârat, s. 86)
İşte merhum Mehmed Akif’i rahmetle yad ederken, bunları da gençlere hatırlatmak lâzım. Merhum Akif, sadece ‘milli marş’ımızın yazarı değil, ihlâslı bir dâvâ adamı ve ‘İslâm şâiri’dir.
Merhum Akif, hicret etmek mecburiyetinde bırakıldığı ülkesine dönmüş ve burada vefat etmiştir. Cenazesinde yaşananlar da ‘yakın tarih’in acı hatıraları arasında yer alır. Sağlığında ona alâka göstermeyen resmî zevât, vefatından sonra da ilgi göstermemiştir. Cenazesi, vefatını geç haber alan üniversite öğrencilerinin sahip çıkmasıyla Edirnekapı’daki ‘Şehidlik’e defnedilmiştir. Zaten önemli olan resmî zevâtın değil, milletin sahip çıkmasıdır.
İnşaallah merhum Akif’in duâları kabul olur ve “Asım’ın nesli” tehdit ve tehlike altındaki ‘namus’unu çiğnetmez.
Allah rahmet eylesin.
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
AB stratejisi... |
|
2007’nin özellikle demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi açısından kayıp bir yıl olduğu bizzat Başbakan tarafından ifâde edilmişti. Gerçekten Türkiye-AB ilişkileri kırılgan bir seyir tâkip etti. Türkiye’nin ilerleme kaydedemediği, yalnız açıklanan Türkiye İlerleme Raporunda değil, AB’den sorumlu bakan ve ilgililer tarafından da itiraf edildi.
Buna sebep, ABD eksenindeki “dış politika”yı “reel politik” edinen AKP hükûmetinin AB’yi âdeta gözden çıkarması oldu.
Öncelikle “cumhurbaşkanın kim olacağı” ve genel seçimlere dalan hükûmet, AB’yi âdeta rafa kaldırdı. Buna “terörle mücadele”nin ABD işbirliğinde yapılması da eklenince, geçtiğimiz yıl AB açısından en randımansız yıl oldu.
Şüphesiz bunda Türkiye’nin AB’ye girmesini istemeyen ve İsrail’in de içinde bulunduğu “Akdeniz ekonomik işbirliği” önerisiyle Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklığı” yeterli gören “AB içindeki AB ve Türkiye karşıtı” ABD hayranı Bush dostu Selânikli Fransız Sarkozy’lerin de etkisi oldu.
Ancak, iktidarın görevi, AB mercilerini ikna etmek; Türkiye hakkındaki olumsuzlukları izâle etmek, önyargıları kırmak ve Türkiye’nin AB’ye girme taraftarlarının elini kuvvetlendirmekti…
* * *
Ne var ki Ankara, 1999 Aralık ayında Helsinki’de alınan “aday ülke” statüsünden sonra bu hususta hep gevşek kaldı. Hep AB’ye rağmen ABD’nin yanında yer aldı. Washington’un küresel ve bölgesel politikalarına boğulan AKP siyasî iktidarı, ABD’nin Irak işgaline Meclis’i de by pass ederek “destek hamûlesi”yle her türlü desteği verdi. İran ve Suriye’ye yönelik saldırı plânlarında Amerikan tezlerinin âdeta sözcülüğünü yaptı. Başbakan “BOP’un eşbaşkanı” görevini aldı…
Dahası Filistin meselesinde bile “Ankara forumu” ve arabuluculuğu, Türkiye’ye bir teşekkürün bile esirgendiği “Annapolis”e rampa edildi. Afganistan’da, Ortadoğu’da, Orta Asya’da Amerikan çıkar ve hegemonyasına göre hareket edildi.
Gelinen noktada Hırvatistan 14 başlıkta ilerleme kaydederken, Türkiye, önemli olmayan rutin altı başlıkla kaldı. Tarımın AB normlarına uyumu, çevrede AB müktesebatının edinmesi gibi, AB standartlarında uyumu ihtiva eden müktesebatın yoğun olduğu, doğrudan üyeliği ilgilendiren önemli başlıklar açılamadı.
Diğer yandan AB’nin temel değerlerinin esası olan ifâde özgürlüğünde gerekli düzenlemeler bir türlü başarılamadı. “AB uyum reform paketleri” hep gözboyama olarak kaldı. Defalarca değiştirilmesine ve Türk Ceza Kanununun yenilenmesine rağmen, hâlâ 312. maddenin yerine ikame edilen maddeden yazarlar ve düşünürler yargılanıyor. Hâlâ depremin mânevî boyutunu izâh edip, “İlâhî takdir ve ikaz” tefsirini açıklayanlara cezalar veriliyor.
Hatalı ve kırılgan politikalarla AB süreci öylesine çıkmaz bir mecrâya sürüklendi ki, kamuoyunda AB denilince, salt “Güneydoğu meselesi”, “Leyla Zana ve arkadaşlarının yargılanması” olarak algılanmaya başlandı.
AKP hükûmeti, bazı mahfillerce şaşırtılan AB’nin yanlış bakışını da bir türlü düzeltemedi. Leyla Şahin dâvâsında AİHM’e, Türkiye’de bir anayasal devlet kurumu olan Diyanet’in başörtünün “dinî bir vecîbe” olduğunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) Ek Protokolü ikinci maddesinde, hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağı gerçeğini AB’ye anlatamadı.
AB’nin bir demokrasi ve özgürlükler projesi olduğunu; devletin eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygıyı hatırlatacağına, YÖK’ün başörtüsünü “siyasî simge” ve “laikliğe aykırı” olarak, “gerginlik sebebi” gören yasa dışı yasağını esas aldı. Strazbourg’a gönderdiği savunmada “yasağı” uygun buldu…
* * *
Keza, Türkiye’de “dinî azınlıklar”ın Lozan Antlaşmasında da belirlenen Ermeni ve Rum gibi gayr-ı müslimlerden ibâret olduğunu, esasen Alevilerin “azınlık” değil, İslâmın aslî unsurlarından olduğunu AB’ye anlatamadı.
AB’nin, uluslararası ifsad odaklarınca itildiği hatalı kanaatlerini tashih edeceğine, yanlış tekliflerini olduğu gibi kabul etti. Ciddiyetle konuların üstüne gitmedi; hatta zaman zaman “Türkiye’yi kızdırarak bıktırıp vazgeçirme” taktiğini güden mihrakların oyununa gelindi. Başbakan her fırsatta ABD’ye övgüler yağdırırken, AB’ye meydan okudu…
Oysa AB mercilerini ve Avrupa kamuoyunu ikna etmesi, başta İslâm dini olmak üzere Türkiye’nin değerleri hakkında doğru bilgilendirmesi, hükûmetin görevidir.
Türkiye, yeni yılda AB ile doğru bir diyalog için esaslı bir stratejiyi belirlemeli. Oyuna gelmemeli; her olumsuz ve tahrikte kızıp küsmemeli. AB ve Türkiye karşıtlarının ifsatlarını boşa çıkarmalı; Türkiye’nin AB’den koparılıp ABD’ye mecbur edilmesi, uluslararası dolar spekülatörü Macar Yahudisi Soros ve neocon’ların kuşatması altına itilmesi komplosuna gelmemelidir.
AB üyeliği süreci, Türkiye’nin kazanılmış hakkıdır. Ankara, bu hak için kararlılıkla mücadele etmelidir…
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Nereden nereye? |
|
Bir yılın daha sonuna geldiğimiz şu günlerde gazete sayfalarında yılın bilânçoları çıkarılmaya başlandı. Biz de geçtiğimiz yılın ekonomik göstergelerine bakarak hal-i pür melâlimizi görmeye çalışalım.
Başbakan Tayyip Erdoğan ekonomik durumu değerlendirirken, “neredeen nereye” cümlesini kullanır. Biz de, “ekonomide nereden nereye gelinmiş, neler hedeflenmiş, bu hedeflerden ne kadarı tutturulmuş?” bir bakalım Erdoğan, bu hafta partisinin grup toplantısında, ekonominin hemen bütün göstergelerinin geçmiş yıllara oranla çok hızlı bir iyileşme gösterdiğini, 2004 yılıyla birlikte bu göstergelerin artık rekora doğru koşmaya başladığını, 2005 ve 2006 yıllarında ve bu yıl sürekli olarak kendi rekorlarını kırdıklarını söyledi. “2008 yılında da Türkiye milletçe çalışacak, üretecek ve 2003 yılından beri olduğu gibi tarihî rekorlarına yenilerini ekleyecektir” diye konuştu.
Peki durum öyle mi? Bu konuda kafa yoranlar, raporlar hazırlayanlar durumun hiç de öyle olmadığını söylüyor. Geçen dönem AKP milletvekilliği yapan ve Erdoğan’a yakın isimlerden olan Turhan Çömez’in Türkiye ekonomisinin şu anki durumu ile ilgili yaptığı analizde durum net bir şekilde ortaya çıkıyor.
“Türkiye’de her gece 1 milyon kişi aç yatıyor. 18 milyon insan yeterince beslenemiyor. Cari açık 2002 yılında, 1.5 milyar dolar, 2006 yılında: 31.8 milyar dolar. Neyle kapatıldı? Sıcak para, kara para, banka satışları, KİT satışları, hizmet sektöründeki işletmelerin satışlarından elde edilen gelirlerle kapatıldı. Yabancıların Türkiye’deki sıcak para stoku 2002 yılından sonra tam 12 kat arttı. 2002 yılı sonunda 6,6 milyar dolar olan Türkiye’deki sıcak para bu yıl Mayıs ayı sonu itibariyle 88,1 milyar dolara ulaştı. Sıcak para kaçmasın diye Türkiye, dünyanın en yüksek faizini ödeyen ülke durumuna geldi. Türkiye’nin 2002 yılında 15,5 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 2006 yılında 53 milyar dolara ulaştı. Bu yıl ise 55 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor. Türkiye son beş yılda toplam 207 milyar dolarlık dış ticaret açığı verdi. Önceki 79 yılda verilen dış ticaret açığı 231 milyar dolardı. 5 yılda bu rakama yaklaşıldı. Toplam borç, 2002 yılında 221 milyar dolar, bugün 400 milyar doları aştı. İç borçta yüzde 114, dış borçta yüzde 64 artış var.”
(Geniş bilgi: www.ankaraenstitusu.org)
* * *
Neredeen nereye geldiğini gösteren birkaç örnek vermek gerekirse…
Yapılan araştırmalara göre, 2007, büyümenin fren yaptığı, işsizliğin kronikleştiği, enflasyon ile dış ticaret ve cari işlemler açıklarının ise büyüdüğü bir yıl oldu. Yılın ilk çeyreğinde yüzde 6,8, ikinci çeyrekte yüzde 4.1 olan GSMH büyüme hızı üçüncü çeyrekte yüzde 2’ye kadar geriledi. Merkezi yönetim bütçesi yılın ilk onbir ayında 9 milyar 714.8 milyon YTL açık verdi.
Elektrik ve doğalgaza yapılan zamların ardından pek çok mala yeni zamlar da yolda. Buna karşılık 2008 yılında memurlara 2+2’lik bir zam ile birlikte enflasyon farkları verilecek.
2008 yılı programı verilerinden yapılan hesaplamalara göre, gelir dağılımındaki eğilimin 2008’de de aynen sürmesi halinde zengin ile fakir arasındaki farkın 7.28 kata çıkması bekleniyor.
İşsizlik sosyal bir tehlike olarak önümüzde duruyor. ATO’nun TÜİK işgücü istatistikleri veri tabanından yararlanarak hazırladığı “Sessiz İşsizler” raporuna göre, 2003-2006 döneminde bir yıldan uzun süredir iş arayanların sayısı yüzde 49, üç yıldan uzun süredir iş arayanların sayısı yüzde 98 arttı.
İstikrarı sağlayan temel göstergelerde son dönemde bozulmalar görüldüğünü ifade eden TÜSİAD, enflasyon, bütçe açığı, cari işlemler açığı ve borç dinamiklerinde iyileşmelerin durduğunu, hatta yer yer geriye gidişler başladığına dikkat çekmeye başladı.
* * *
Bütün bu göstergelerden sonra vatandaş soruyor: “Ekonomide madem büyük iyileşmeler var, niye bizim durumumuzda iyileşme yok?”
Ekonomiden anlayanlar diyor ki: Faiz, borsa, döviz, Türk ekonomisinde etkili olduğu sürece düzelme olmayacak, düzelme oluyor gibi gözükse de kalıcı olmaz. Ancak, yatırım, üretim ve istihdam eksenli politikalar uygulanırsa ekonomideki düzelme kalıcı olur…
Evet, neredeeen nereye…
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mevlana Afrika’da |
|
2007 sonlarında, Afrika içlerine doğru uzandık. Kahire’de iken, hacca gitmek için yola çıkan son hacı kafilelerine rastladık. Üzerlerinde ihram kıyafetleri vardı. Onları oradan yolcu ettik. ‘Min külli feccin amik’ denildiği gibi her derin yoldan hacca gidiliyordu. Biz de IHH’yı temsilen iki arkadaş olarak hac mevsiminde Kongo yollarına düşmüştük.
24 saatlik yolculuktan sonra Kongo’ya vardık. 24 saatlik yolculuğumuz sırasında hem gidişte, hem de dönüştü havaalanlarında okuyacak materyaller aradık. Sadece dönüşte Kahire Havaalanında gazete satan bölüme rastladım ve oradan gazete aldık. Dergi ve gazete satılıyordu. Kitap namına hiç bir şey yoktu. Sadece Alem marife adlı periyodik kitaplar yayınlayan bir dizinin kitapları vardı. Onun dışında Addis Ababa ve Nairobi Havaalanlarında müstakil kitapçı dükkânları aradık ama bulamadık. Sadece hediyelik eşya satılan dükkânlarda tek tük kitaplar bulunuyordu. Yine de en zengini Nairobi Havaalanı idi. Almak için bir kısım kitaplar seçmiştim. Oradan geri döneceğimizi umuyordum. Meğer ki dönüş yolumuz Addis Ababa olarak belirlenmiş. Bir de Nairobi’de almadıklarımı Kinşaşa da alabileceğimiz umudu vardı. Bundan dolayı Nairobi’den kitap alarak yanımıza yük etmek istemedik. Kitap açısından en fakiri de Kinşaşa çıktı. Zaten Kenya ile Kongo tamamen farklı siyasi coğrafyalarda yer alıyor. Birisi Frankofonizm havzasında yer alırken diğeri de tamanen Anglofoniz bölgesinde yer alıyordu. Fransızca konuşulan Kongo’da yazılı materyal bulmakta zorlanıyorduk. Fiyatlar, mahrumiyet nedeniyle olmalı Paris’in en işlek ve pahalı caddesinden (Şanzaliyye) daha pahalıydı. Sadece Fransızların yayınladıkları ve yayınevlerinin neşrettikleri birkaç İngilizce matbuat vardı. Bunlar da dünya ölçeğinde en pahalı olarak Kongo’da satılıyordu. Kongo’da ödediğiniz rakamla en azından Londra veya Paris’te iki nüsha edinebilirdiniz.
***
Dönüşte de Afrika ile ilgili yayınlara baktım. Çok enderdi. Dönüşte, Kahire’de gazetelere bakarken Mevlana yılı olduğunu hatırlatan bir yazı ile karşılaştım. Muhalif Vefd gazetesinde Muhammed Halife adlı yazar(*) Celaleddin Rumi’nin ABD’nin yürüttüğü fikir savaşlarının bir parçası olduğunu ve aleti yapılmak istendiğini ifade ediyor. ABD’de en popüler şairinin sorulması üzerine Amerikan Dışişleri Bakanlığı resmi internet sitesinin buna ‘Mevlana’ olarak cevap verdiğini hatırlatıyor. Bunun üzerine, ‘neden Mevlana?’ sorusunun cevabını almaya çalışıyor.
Yazar burada Amerikalıların kötü niyetini arıyor. Cüneyd-i Bağdadi gibi sufilerin efendisinden esirgenin bu ilginin neden Mevlana’ya teksif edildiğini soruyor ve sorguluyor. ‘Mevlana’ya derin hürmetimizle birlikte bunda bir bit yeniği olmalı. Bir sır olmalı. Bu ilgi boşluktan doğamaz’ diyor. Soruya kendisi açısından şöyle cevap veriyor: “11 Eylül’den itibaren, Batı İslâma, terörün bir anlamdaşı veya eşanlamlısı olarak bakıyor. Amerikalılar terörün kökünü kazımak için Müslümanların kavram ve fikirlerinin değiştirilmesini gerektiğine inanıyorlar. Ancak bu şekilde Batı’nın üstünlüğünü kabul edebileceklerini ve Batı medeniyetine beninmseyerek katılabileceklerini öngörüyorlar... Bunun için de Mevlana’yı fikri köprü olarak kullanmaya çalışıyorlar....”
Bu tespitlerde anormal bir taraf var mı? Yok. Ama gerçek sadece bundan ibaret değil. Onlar Mevlana’yı kullanırken tam aksi istikamette Allah da İslâmın mesajının ulaşması için Mevlana’yı istihdam edebilir.
***
Moğolların da birinci düşmanı Müslümanlardı. Bugün aynen ABD için geçerli olduğu gibi. Ama aynı zamanda ters bir şekilde Mevlana ile de ilgileniyorlardı. Mevlana’nın yaklaşımı ve ilgisi ve sevgisi onları zamanla İslâma yaklaştırdı. Mevlana adeta onlar için bir köprü ve telif-i kulup için bir sebep ve merdiven oldu. Moğollardan 7 asır sonra ve 7’inci asrın simetrisi 14’üncü asırda, aynısı, Amerikalılar açısından niye olmasın? Zaten Ruslardan sonra şu anda Amerikalılar çağdaş Moğollar olarak kabul edilebilirler. Siz cilve-i Rabbaniyeye bakın.
(*Celaleddin Rumi, ‘Harbu’l efkar’ el Amerikiyye, Muhammed Halife, Vefd gazetesi 26 Aralık 2007, Vefd)
28.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|