Ahmet BATTAL |
|
Hakkı kötüye kullanmak mı? |
Hukukun evrensel prensiplerinden biridir: Kanunun verdiği bir hakkı kötüye kullanmak hak değildir. Bizim Medenî Kanunun 2. maddesi de bu kuralı tekrar eder: “Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken iyiniyet kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın kötüye kullanılmasını kanun korumaz.” Diyarbakır’da görülmekte olan KCK dâvâsında sanıklar Kürtçe savunma yapmak istedi ve tartışma yeniden alevlendi. Ama hakkın kötüye kullanılması kısmı şimdilik es geçiliyor. Değerlendirme yapmak için önce bir hatıramı nakletmek isterim. Sene 1987. Hakkâri’nin bir sınır ilçesine hakim olarak tayin oldum. Gördüm ki, adliyeye işi düşen halkın önemli kısmı kendisini Kürtçe daha iyi ifade ediyordu. Ben de tercüman vasıtasıyla ifadelerini alırken zapta önce “Sanık …’ın yeteri kadar Türkçe bilmediği, Kürtçe bildiği anlaşıldı. Mübaşirimiz … tercüman olarak görevlendirildi. Sanık savunmasını Kürtçe yaptı ve Türkçeye çevrilerek zapta geçirildi” yazıyordum. Bir hafta kadar sonra, diğer hakimle savcı, sohbet ortamımızda mevzuyu açtılar ve “Böyle yapmasanız sizin meslekî geleceğiniz için daha iyi olur” dediler. Şaşırdım, “Siz nasıl yapıyorsunuz?” dedim. Onlar “Sanık …Türkçe bilmediğinden ifadesi tercüman… vasıtasıyla alındı” yazıyorlarmış. Yani “Kürtçe” kelimesi hayata nüfuz etmiş, ama hayatın tutanağı olması gereken adlî zapta geçmiyor. Ben bildiğime devam ettim elbette. İmanla hürriyet arasındaki bağı tesis etmek üzerine kurulu “mesleğimi” de, meslekî geleceğimi de fırsat buldukça onlara tarif ettim. Zaman içinde onlar ve diğer bir çok hakim-savcı kendi yanlış uygulamalarını değiştirdi. Türkiye de çok değişti, gelişti. Diyarbakır’daki hakimler sanıkların “bilinmeyen bir dil”de konuştuklarını zapta geçmişler. Kasdettikleri, hiç kimsenin bilmediği bir dil değil elbette, sadece “kendilerinin bilmediği” bir dili böyle tarif ediyorlar. Bu da bir gelişmedir. Zira otuz yıl önceki bilim adamları, siparişle ve parayla yazdıkları “bilimsel” kitaplarında “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denilen dil Türkçenin dağlık bölgelerde yaşayan göçebelerce bozulmuş biçimidir” diye yazıp devlet eliyle dağıttırıyorlardı. Böylece Kürtlere “Türkçeyi de bozan adamlar” diyerek hakaret etmiş oluyorlardı. Ama asıl sürpriz KCK dâvâsının bu gidişle kaçınılmaz son merhalesi olacak olan AİHM’de yaşanacak. Şöyle anlatabilirim. Diyarbakır’daki “adı normal, kendisi DGM” olan her ne demekse “özel yetkili” mahkeme Kürtçe savunma talebini üç gerekçeyle reddediyor: 1. Sanıklar aslında Türkçeyi kendilerini savunacak kadar iyi biliyor ve mahkeme de bunu biliyor. 2. Devletin, Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince ihtiyaç duyan ve dileyen sanıklara hem Kürtçeyi hem de Türkçeyi bilen avukatlar tahsis etme mecburiyeti var. İşte mahkeme bu ve benzeri sebeplerle sanıkların ifadelerini Kürtçe vermek isteme ısrarlarını girişte sözünü ettiğim temel prensip çerçevesinde “hakkın kötüye kullanılması” olarak görüyor. Nihaî aşamada, AİHM, bu dâvânın sanıklarının âdil yargılanma hakkının ihlâl edilip edilmediğini incelemekle yetinirse mesele yok. Ama AİHM de olaya hukuk siyaseti ile bakarsa Türkiye dâvânın yenilenmesi sürprizi ile karşı karşıya kalabilir. Zira olay aslında sadece -ya da gerçekte- âdil yargılanma hakkı ve “savunma hakkının kutsallığı” ile ilgili değil. Onu da aşan yönleri var. Kanaatimce sanıklar Türkçe (yani Türk gibi) “davranmayı” reddettikleri için Türk dilinde konuşmayı reddettiler. Bu bir hakkın kullanılması değil, bir siyasal talebin dile getirilmesidir. O halde mesele şudur: Mahkeme bu talebin ileri sürüleceği yer midir? Ya da bu talebin ileri sürüleceği yer mahkeme midir? Bir kişi, anadiline özgürlük talebini, savunma hakkından vazgeçmek suretiyle ve dolayısıyla aslında masum ise kendisini iyi savunamadığı için zulmen ceza almak bahasına dile getiriyorsa ne olacaktır? Hiçbir şey göründüğü kadar basit değil. Ama “terörü, terör için yapılan birşeyden ibaret görme ısrarını sürdürenler” bunu anlayıncaya kadar sıkıntılarımız sürecek. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |