Mikail YAPRAK |
|
İslâmdan korkanlar |
İslâma ve Müslümanlara yönelik küresel bir baskı vardır. Baskıya sebep de “İslamofobi“dir. İslamofobistleri dehşete düşüren İslâm korkusudur. Korktukça hırçınlaşıyorlar, hırçınlaştıkça saldırıyorlar. Batı dünyası, “antisemitizm“i, yani Yahudi düşmanlığını yadırgadığı ve yasakladığı kadar, İslamofobiyi de gereksiz ve yersiz bulduğu zaman, insanlık ve medeniyet yolunda sağlıklı ve rasyonel adımlar atmaya başlayacaktır. Hele hele herşeyin gün gibi ortaya çıktığı bir aşamada, Batının İslâma ve Müslümanlara yönelik politikalarındaki perde arkasının sere sepe ortaya serildiği bir süreçte, hâlâ İslâm korkusundan ve tehlikesinden söz etmek, bundan sonra tamamen Batının ve İslâm karşıtı politika sahiplerinin aleyhine işleyecektir. Çünkü İsrail’in Filistin politikasından tutun, ikiz kule saldırılarına, Afganistan ve Irak işgallerine kadar her meselede Amerikan ve İsrail çıkarlarının saklı olduğu, artık saklanamayacak bir gerçek haline gelmiştir. Demokrasiymiş, teröre karşı tedbirlermiş, baskı rejimlerini kaldırıp hürriyet getirmekmiş... Bunların hepsi hikâye!.. ««« Halbuki İslâmın özünde, mânâsında ve mesajında korkulacak tek bir emareye yer yoktur. İslâm, bütün insanlığın kurtuluş ve saadetini temine yönelik ölçü ve prensiplerin tamamını içine alan bir dindir. Bütün semavî dinler de mânâ ve öz olarak İslâmın içindedir. Hal böyle iken, bu İslâm korkusu niye? Öyle bir korku ki, bütün dünyayı samış, sonra gelip bizimkilerin de yüreğine oturmuştur. Türkiye denilince akla hemen İslâmiyet gelirdi ya, şimdi birşeyler daha geliyor.. Evet, “terör“ de geliyor, diyorsanız, buna bir de maalesef “İslâm korkusu“nu da dahil etmelisiniz. “Maalesef“ diyorum, çünkü hem Müslüman olup, hem de İslâmdan korkmak, garabetin ve acaipliğin en korkuncu olsa gerektir. Üstelik Türkiye’de İslâmdan korkanlar, öyle azınlıklar falan değildir. Farklı etnik gruplar, ya da Hıristiyan, Yahudi ve Ermeni asıllı vatandaşlar da değildir. Kendilerini rejimin bekçileri, cumhuriyetin asıl sahipleri olarak görenlerdir ki, “Ülkeyi yeniden biz kurduk, onu yine biz koruyacağız“ sloganını her vesileyle her ortamda “kahramanca!“ dile getiriyorlar.. Biz de diyoruz ki, “Durun bakalım arkadaşlar, siz neyi neyden, kimi kimden koruyorsunuz?" Tamam, İzmir Marşıyla “yürüyelim arkadaşlar" diyorsanız, hep beraber yürüyelim. Ki zamanında da beraber yürümedik mi? Kurtuluş Savaşını, yediden yetmişe bütün ülke insanıyla beraber vermedik mi? Bediüzzaman’lar, Mehmed Âkif’ler, din âlimleri ve sarıklı mücahitler en ön cephelerde yerlerini almadılar mı? Hatta Mustafa Kemal’in “Kahraman hoca“ dediği Said Nursî Hazretleri, işgal altındaki İstanbul’da bulunduğu sırada, kendisini Birinci Mecliste görmek isteyen M. Kemal’e, “Ben cephe gerisinde değil, burada bulunmak istiyorum“ dediğini, sonra ısrarlı dâvetler üzerine dâvete icabet ettiğini ve sonrasında olup bitenleri ve yollarının nasıl ayrıldığını yakın tarihten öğreniyoruz. Kısacası, “kurtuluş“ dediğimiz, “zafer“ dediğimiz hâdise, öyle balolarda dans edilerek, akşam safalarında kadeh tokuşturularak kazanılmadı. Bugün de ülkeyi tehdit eden unsurlardan, vatanı kuşatan belâlardan, bilhassa terör belâsından kurtulmak için, dinin sağladığı birliğe, millî birlik ve bütünlük anlayışına ve iman gücüne her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu âşikârdır. ««« Aslında “İslamofobi“ Batı kaynaklıdır, ama gelin görün ki İslâm, bizdeki İslamofobistleri daha fazlasıyla korkutur hale gelmiştir. Bizdeki “mahalle baskısı“ korkuları henüz Batıyı sarmadı, ama, Avrupalı Türk laikçiler sayesinde onun da ayak sesleri geliyor. Zaten Avrupalı, işine geldiği zaman Türkiye’yi emsal gösterir. Bilhassa "başörtüsü“ konusunda olumsuz tavır takınıldığı zaman, bunun Türkiye kaynaklı olduğu hemen anlaşılır. Önceleri, başörtülü olarak ilkokula adımını atan çocuklara, hiç ses çıkarılmazken, son zamanlarda ilkokul sonuna, yani 11 yaşına kadar derste başörtü kullanılmaması konusunda aileyi ikna yoluna gidiyorlar. Ama sonuçta ailenin ve çocuğun isteğine uyuluyor. Burada zaten kesintili bir sistem vardır. TEBRİK: Âlem-i İslâmın ve muhterem okuyucularımızın mübarek Kurban Bayramını tebrik eder, bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim. M. Y. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Hakkı kötüye kullanmak mı? |
Hukukun evrensel prensiplerinden biridir: Kanunun verdiği bir hakkı kötüye kullanmak hak değildir. Bizim Medenî Kanunun 2. maddesi de bu kuralı tekrar eder: “Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken iyiniyet kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın kötüye kullanılmasını kanun korumaz.” Diyarbakır’da görülmekte olan KCK dâvâsında sanıklar Kürtçe savunma yapmak istedi ve tartışma yeniden alevlendi. Ama hakkın kötüye kullanılması kısmı şimdilik es geçiliyor. Değerlendirme yapmak için önce bir hatıramı nakletmek isterim. Sene 1987. Hakkâri’nin bir sınır ilçesine hakim olarak tayin oldum. Gördüm ki, adliyeye işi düşen halkın önemli kısmı kendisini Kürtçe daha iyi ifade ediyordu. Ben de tercüman vasıtasıyla ifadelerini alırken zapta önce “Sanık …’ın yeteri kadar Türkçe bilmediği, Kürtçe bildiği anlaşıldı. Mübaşirimiz … tercüman olarak görevlendirildi. Sanık savunmasını Kürtçe yaptı ve Türkçeye çevrilerek zapta geçirildi” yazıyordum. Bir hafta kadar sonra, diğer hakimle savcı, sohbet ortamımızda mevzuyu açtılar ve “Böyle yapmasanız sizin meslekî geleceğiniz için daha iyi olur” dediler. Şaşırdım, “Siz nasıl yapıyorsunuz?” dedim. Onlar “Sanık …Türkçe bilmediğinden ifadesi tercüman… vasıtasıyla alındı” yazıyorlarmış. Yani “Kürtçe” kelimesi hayata nüfuz etmiş, ama hayatın tutanağı olması gereken adlî zapta geçmiyor. Ben bildiğime devam ettim elbette. İmanla hürriyet arasındaki bağı tesis etmek üzerine kurulu “mesleğimi” de, meslekî geleceğimi de fırsat buldukça onlara tarif ettim. Zaman içinde onlar ve diğer bir çok hakim-savcı kendi yanlış uygulamalarını değiştirdi. Türkiye de çok değişti, gelişti. Diyarbakır’daki hakimler sanıkların “bilinmeyen bir dil”de konuştuklarını zapta geçmişler. Kasdettikleri, hiç kimsenin bilmediği bir dil değil elbette, sadece “kendilerinin bilmediği” bir dili böyle tarif ediyorlar. Bu da bir gelişmedir. Zira otuz yıl önceki bilim adamları, siparişle ve parayla yazdıkları “bilimsel” kitaplarında “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denilen dil Türkçenin dağlık bölgelerde yaşayan göçebelerce bozulmuş biçimidir” diye yazıp devlet eliyle dağıttırıyorlardı. Böylece Kürtlere “Türkçeyi de bozan adamlar” diyerek hakaret etmiş oluyorlardı. Ama asıl sürpriz KCK dâvâsının bu gidişle kaçınılmaz son merhalesi olacak olan AİHM’de yaşanacak. Şöyle anlatabilirim. Diyarbakır’daki “adı normal, kendisi DGM” olan her ne demekse “özel yetkili” mahkeme Kürtçe savunma talebini üç gerekçeyle reddediyor: 1. Sanıklar aslında Türkçeyi kendilerini savunacak kadar iyi biliyor ve mahkeme de bunu biliyor. 2. Devletin, Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince ihtiyaç duyan ve dileyen sanıklara hem Kürtçeyi hem de Türkçeyi bilen avukatlar tahsis etme mecburiyeti var. İşte mahkeme bu ve benzeri sebeplerle sanıkların ifadelerini Kürtçe vermek isteme ısrarlarını girişte sözünü ettiğim temel prensip çerçevesinde “hakkın kötüye kullanılması” olarak görüyor. Nihaî aşamada, AİHM, bu dâvânın sanıklarının âdil yargılanma hakkının ihlâl edilip edilmediğini incelemekle yetinirse mesele yok. Ama AİHM de olaya hukuk siyaseti ile bakarsa Türkiye dâvânın yenilenmesi sürprizi ile karşı karşıya kalabilir. Zira olay aslında sadece -ya da gerçekte- âdil yargılanma hakkı ve “savunma hakkının kutsallığı” ile ilgili değil. Onu da aşan yönleri var. Kanaatimce sanıklar Türkçe (yani Türk gibi) “davranmayı” reddettikleri için Türk dilinde konuşmayı reddettiler. Bu bir hakkın kullanılması değil, bir siyasal talebin dile getirilmesidir. O halde mesele şudur: Mahkeme bu talebin ileri sürüleceği yer midir? Ya da bu talebin ileri sürüleceği yer mahkeme midir? Bir kişi, anadiline özgürlük talebini, savunma hakkından vazgeçmek suretiyle ve dolayısıyla aslında masum ise kendisini iyi savunamadığı için zulmen ceza almak bahasına dile getiriyorsa ne olacaktır? Hiçbir şey göründüğü kadar basit değil. Ama “terörü, terör için yapılan birşeyden ibaret görme ısrarını sürdürenler” bunu anlayıncaya kadar sıkıntılarımız sürecek. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İnsanın varlığının sırrı |
![]() |
M. Sabri Bey: “İnsanın yaratılış sebebi ve hikmeti üzerinde durabilir misiniz?”
İnsan Cenâb-ı Hakk’ın öyle bir îcadıdır ki, Allah’ın yüzlerce isim ve sıfatına mazhar1 bulunmakla berâber, yeryüzünün halîfesi sıfatını da omuzunda taşımaktadır.2 Kur’ân’da ifâdesini bulan bu hakîkat, Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek lisânında da şöyle yer almıştır: “Allah, insanı Rahmân ismini tamamıyla gösterir bir sûrette yarattı.” 3 İnsana emânet-i kübrâ verildiğini de bize Kur’ân söylüyor.4 Yani insan kendisine verilen sıfatlarla, kendisini Yaratanı bilmek, bulmak, tanımak, sevmek, itaat etmek ve bu istikamette kabiliyetlerini geliştirmekle yükümlüdür. İnsan hayatının dokuz büyük gâyesi, hikmeti ve yükümlülüğü bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu hikmetleri kavramakla insanın gerçek insan olacağını, varlığının sırrına ereceğini ve gerçek mutluluk ve huzûru bulacağını kaydeder. Bu dokuz emir kısaca şunlardır: 5 1- İnsan, vücuduna konulan duygular terâzisiyle Allah’ın Rahmet hazînelerinde depolanan zengin nîmetleri tartmak ve geniş çerçevede şükretmekle yükümlüdür. 2- İnsan, fıtratına yerleştirilen duygular anahtarlarıyla Allah’ın kudsî isimlerinin gizli defînelerini ve hazînelerini açmak ve Cenâb-ı Hakk’ı o isimler ile tanımakla yükümlüdür. 3- İnsan, Allah’ın isimlerince, mahlûkat nazarında kendisine takılan ince san'atları ve lâtîf cilveleri bilmek, takdir etmek, görmek ve göstermekle yükümlüdür. 4- İnsan, hâl ve söz diliyle Hâlık’ının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ve kulluğunu arz etmek ve îlân etmekle yükümlüdür. 5- İnsan, Allah’ın isimlerini, kendisine verilen lâtîf insânî inceliklerle ve nâzik duygularla bilmek, nezâketle süslenmek ve bizzat Şâhid-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın nazarına kendisini arz etmekle yükümlüdür. 6- İnsan, sâir varlıkların hayatlarıyla Allah’ı göstermelerine, zikretmelerine ve ibadet etmelerine şahitlik etmek, derin düşüncelerle görmek ve göstermekle yükümlüdür. 7- İnsan, kendisine verilen azıcık ilim, azıcık kudret, azıcık irâde, azıcık görmek, azıcık işitmek, azıcık konuşmak, azıcık yaşamak, azıcık yapmak, azıcık îmar etmek, azıcık îcad etmek, azıcık merhamet etmek, azıcık acımak, azıcık bağışlamak gibi sıfat ve hâllerini “bire bir ölçü” kabul ederek, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak sıfatlarını, mukaddes fiillerini, eşsiz ve sınırsız isimlerini o ölçücükler ile bilmekle yükümlüdür. Meselâ insan küçücük iktidârı, ilmi ve irâdesi ile bir hâneyi muntazaman yaptığında; bu koca kâinâtın kendi hânesinden büyüklüğü derecesinde ustası olan Cenâb-ı Hakk’ı o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbîr, Mûcid, Rahîm, Vedûd, Ğafûr ve Muîn bilmelidir. 8- İnsan, varlıkların her birinin kendilerine mahsus dillerle Allah’ın birliğine ve terbiye ediciliğine dair sözlerini anlamakla yükümlüdür. 9- İnsan, âcizliği, fakirliği, ihtiyâcı, zaafiyeti, eksikliği, kusurluluğu ve sâir noksan sıfatlarının ölçüsüyle, Cenâb-ı Hakk’ın kemâl seviyedeki kudretinin, gınâsının, zenginliğinin ve sâir kemâl sıfatlarının tecellî derecelerini anlamakla yükümlüdür. Nasıl ki açlığının dereceleri nisbetinde ve ihtiyâcın çeşitleri miktarınca yemeklerin lezzetleri, dereceleri ve çeşitleri anlaşılırsa; insan, sonsuz âcizliği ve nihâyetsiz fakirliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti ve nihâyetsiz zenginliğini kavramalıdır, bilmelidir. Bu emirler çerçevesinde düşündüğümüzde insan îcad fiili de dâhil, Cenâb-ı Hakk’a ait ekser fiilleri tanır, görür, anlar, kavrar; böylece aynı fiillerde ve sıfatlarda hem kendi eksikliğini, acizliğini ve zaafiyetini anlar; hem de Cenâb-ı Allah’ın büyüklüğünü, celâlini, izzetini ve kemâlini kavrar, idrâk eder. Böylece yaratılışının sebebini ve hikmetini içinde saklayan kulluk yükümlülüğünü de yerine getirmiş olur.
DUÂ Ey Hafiyy-i Kaviyy! Gizli yerde, açık yerde bana esmâ-i hüsnânın sırlarını yaşat! Gizli yerde açık yerde bana dinini sevdir! Gizli yerde açık yerde beni insaniyet-i Kübra sırrına mazhar kıl! Gizli yerde açık yerde beni Habibine (asm) ümmet eyle! Gizli yerde açık yerde beni kulluğuna kabul eyle! Âmin!
Dipnotlar 1- Sözler, s. 19. 2- Bakara Sûresi, 2/30. 3- Buhârî, İsti’zân, 1. 4- Ahzâb Sûresi, 33/72. 5- Sözler, s. 117. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Japon sırrı ve Bediüzzaman |
![]() |
Japon harikalarını bilmeyenimiz, duymayanımız veya kullanmayanımız yok gibi... Japonya’yı görenler, “bir cennet köşesi” diye tasvir ediyor. Japonya’yı imâr ve ihya eden, elektronik dünyasını alt üst edip, hayatı bu kadar ince âletlerle donatan; bedenen cüce, çalışma performansı bakımından “yüce” insanları bu hâle getiren sır nedir? Derler ki: “Geometri Mısır’da gelişmiştir. Sebebi, Nil nehrinin taşmasıdır. Bu taşkınlıktan korunmak için bentleri öyle koymuşlar, böyle koymuşlar, şöyle koymuşlar ve geometri doğmuş!” Japonya bir adalar ülkesidir. Deniz saldırıyor, depremler sarsıyor ve bu durum insanları tedbir almaya itiyor! Bu, meselenin maddî yönüdür! Ya onları mânen yükselten şey nedir? “Çalışmak, temizlik ve düzenlilik. Bir memur haftada 6 gün, günde 12-16 saat çalışır... Japon halkı bireyci değil, grup çalışmasına çok önem verir. Ücretler kıdeme göre belirlenir. Japonlar iş yerleri ile bütünleşir. Patron, çalışanının sadece iş değil, bütün problemleriyle ilgilenir. Organizasyon adamıdır Japon.”1 Tesbitleri aktarmaya devam ediyoruz: “Japonlar sabırlıdır. İşten yılmazlar, hep daha iyisini yapmaya çalışır, çalışırken keşfederler, keşfedilmiş şeyleri tekrar keşfetmez, onları geliştirmeye çalışırlar. “Başarının en önemli püf noktalarından birisi şudur: Japon moderndir, tekniği kullanır, ama gelenek, kültür ve örflerine bağlıdır. Kültür ve yaşantı tarzlarının özel ve güzel olduğunu düşünürler. Japonlar kendilerine Batı’yı örnek almadılar. Gaye çağdaşlaşmaktı. Gelenek ve kültüründen vazgeçmeyi düşünmüyordu. Dışa açılmış, aldığı kültürü Japonlaştırmış... Japonya, kaynaklarını askerî alanlara değil, tamamen ekonomiye yöneltti...” Evet, bu yazıdaki vurucu son cümleyi de alıntı yapalım: “Yüzyıllık bu teknolojik serüven içinde Japonlar kendi kimliklerini korumayı bilmiş ve dışardan aldıkları yenilikleri hep kendi kültürlerine uyarlayarak kullanmış...”2 Evet, şimdi Japonya tekliyor, hasta, intihara sürükleniyor, ekonomisi geriliyor! Her kemâlin bir zevâli vardır... Ama, gelişmesini, yukarıda sıralanan esaslar çerçevesinde gerçekleştirmiş... Gelelim, Bediüzzaman ile Japonya arasındaki bağlantıya. Bediüzzaman, yaklaşık 80 sene önce şöyle diyordu: “Kesb-i medeniyette (medeniyeti kazanma yolunda) Japonlara iktida lâzımdır ki; onlar Avrupa’nın mehâsin-i medeniyetini (medeniyet güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulduğu için iki cihetle sarılmak zarûrîdir...”3 İslâmiyet ilimdir, akıldır, tefekkürdür, cemaatleşmektir, ekip ruhudur, çalışmaktır, salâbettir, mantıktır, kalbdir, vicdandır ilââhir... Evet, Bediüzzaman bu tesbiti yaparken; biz ona muhalefet etmişiz, anlayamamışız, itiraz etmişiz, hapislerde süründürmüşüz, mahkeme mahkeme, memleket memleket süründürmüşüz! Demek, Japonlar ve Bediüzzaman bizden 100 sene ileride... Şimdi sormak hakkımız: Böylesine isâbetli ve yılları tarayan bir ilme, tefekküre ve ferasete sahip olan Bediüzzaman ve Nur Talebeleri nerede; kendinden geçmiş, bitmiş, tükenmiş sistem, rejim nerede?
Dipnotlar: 1- Bilim Teknik, s. 68, Ekim 1996.; 2- Age.; 3- Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, s. 79-80. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bayramlık yazılar (4) |
![]() |
Bayramlık yazıları serisine, medyada "Akıllı beslenme uzmanı" olarak da bilinen Prof. Dr. Kenan Demirkol'un sağlıklı beslenmeyle ilgili sorulara vermiş olduğu çarpıcı cevaplarla devam ediyoruz. Yaklaşık dört yıl önce bir dergide yayınlanan bu soru–cevapları mümkün olduğunca özetleyerek sizlere aktarmak istiyoruz. İşte, sağlığımızı yakından ilgilendiren konulara ilişkin sorulara Prof. Demirkol'un vermiş olduğu cevaplar.
Damar tıkayan kolesterol değil, şeker!
Soru: Neden sağlığımızın düşmanıdır, şu ünlü üç beyaz? Cevap: Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa'da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü, şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. "Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım" demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur. ABD'de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65'i ya şişman ya da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası sayısının 4 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.
S: Peki, enerji ihtiyacımızı doğru şekilde nasıl karşılamalıyız? C: Taş devri döneminde, insanlar hayvan avlar ve bitki toplar. Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda bozuluyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor. Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100'lerdeyiz, 120'de şeker hastalığı. ...Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.
S: Beyin sadece glikozla beslenmiyor mu? C: Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören, asla şeker yememeli. Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker 'sakaroz', iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için, korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas veya karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker, vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacak.
S: Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek. C: Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Aksi durumda, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.
S: Okuyucularımız, tavsiyelerinize bakarak bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu? C: Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.
S: Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre. C: Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara "Şunu yiyeceksin" diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.
S: Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilâç niyetine. C: Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika'da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, "Öldürücüdür" yazısı konuyor.
S: Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz? C: Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920'li yıllarda Amerikan Başkanı "benim köylüm mısırdan kalkınacak" fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40'ı Amerika'dadır. Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz. Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor; hazır fruktoz şerbetini alıp kullanıyor.
S: Bunun daha sağlıklı olduğu söyleniyor. C: Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz. (Devamı var) 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Kurban olsun |
Cenâb-ı Hak emir buyurdu: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (Kevser Sûresi: 2. âyet) Ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm) seslendi: “Kurban kesin. Zira o, babanız İbrahim’in (as) sünnetidir” Ve şunu da ekledi: “Hali–vakti yerinde olup da kurban kesmeyen, bizim mescidimize gelmesin.” Bu emirler asırlar boyunca devam etti. Kimi bir ahdini yerine getirdi, kimi kurban bayramını bekledi. Ve kurbanlar kesildi. Bu bir fedakârlık hasleti idi. Ve her kesilen kurban, sahibine Sırat Köprüsünde bir binek olacak. Bu haslet diğer hâl ve hareketlerimize de yansıdı. Kim bir ferâgatta bulunsa, bunu “kurban olayım” diye adlandırdı. “Kurban olam kalem tutan ellere” denildi. Ya anneler? Her şeyini kurban etti yavrularına. Bunda hiçbir riya eseri görülmedi. “Yavruuum” derken kalpten söyledi. Kurban bir fedakârlık damarını aksettirdi mü'minlerin dünyasında. Eti de, muhabbeti de cömertçe paylaşıldı. Kesilen kurbanların sağlığının yerinde olması emredildi. Asrımızın sultanı, çağa seslendi: “Bu zaman İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır”, “Bizler muhabbet fedaisiyiz, husûmete vaktimiz yoktur” dedi. Nice hakikat kahramanı çıktı. Mallarını, emeklerini, hayatlarını kurban ettiler. Zira o “Vücudunu Mucidine fedâ et, mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın” demişti. O, demekle kalmadı; hayatı ile bunu ispat etti. Anonim bir beyitte şöyle denildi: Kınalı koç kesilmiş, bir kenara atılmış/Gör bir sevin nasılmış, kurban bayramı bugün Kurban, bayramı beraberinde getirdi. Ve Erzurumlu M. Lütfi Efe şöyle dillendirdi bayramı: Can buldu cananını/Bayram o bayram ola, Kul bula sultanını / Bayram o bayram ola. Mevlâ bizi affede / Bayram o bayram ola, Cürm-ü hatalar gide / Bayram o bayram ola.” Acılar ve hicranlarla, hasretlik duyguları halk türküsüne şöyle geçti: Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime,/Evvel ben de gülerdim, şimdi gülmek neyime. Her şeye rağmen, bayram bayramdır. Hayat ne kadar ağır yükler yüklese de… Dostlar ne kadar azalsa da… Efendim, kurbanınız ve bayramınız mübarek olsun. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Şu dünyada en bahtiyar; Müslüman! |
Ulvî hakikatlerle tanışmayan insanların yükleri de kaldırılmaz oluyor. Yazdan haz, kıştan da ders almıyorlar. Hayatının cennetâsâ geçmesini istiyor. Sıcaktan etkileniyor, soğuktan hoşlanmıyor, baharı fark etmiyor; sevmek nedir, bilmiyor! Dahası, her şeye gördüğü cepheden bakıyor. Derinliğe inmiyor, sıkıntıya gelmiyor. Bu yapıdaki insanın istediği şeyler, Cennette. Burada bunlara, birebir karşılık yok. Ama o duyguyu yaşamak, var. Yaşadığı alanlarda, bulunduğu mekânlarda hayra yer vermemişse, hâletini Cehenneme çevirir. Hâlbuki mü’minin, her şeyden bir hazzı var; müşkülâta düşünce, Rabbi’ne niyazı var. Böyle olunca, mü'minin, dünyası Cennetlerden bir Cennet… Çünkü, güzel şeyden lezzet alıp maddesini massederken ruhuna, kendisini mânâsına hazırlar. Yaşadığı güzelliğe melekler de nâzırlar. Musîbeti “ikaz” diye görünce, hiç sıkıntı çekmez olur, ömrünce. Bilir ki: Mevlâ verdi, hikmete mebnî bunu. / İnşâallah, hayır olur, çekilenlerin sonu. / Düşünce bu olunca, / idrak böyle yoğrulunca / Müslüman’ın hamulesi hafifler. / Yanağında çiçek çiçek tebessüm… Var mı bunun başka yolu? Şu dünyada en bahtiyar; Müslüman! Çünkü onun, tevekkül kalkanıdır. Her zorluğa kâfî gelir bu silâh: “Hasbünellâhü ve ni’mel vekîl.” 1 Vekâleti O'na veren, çekinceden kurtulur. Çünkü O, bize yeter; O ne güzel vekildir. “…Madem bizi çalıştıran Hâlık’ımız Rahîm ve Hakîm’dir; başa gelen her şeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine, hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”2 Bir mü’min her hâl üzere şükreder, zahmetlere sabreder; Rabbine tevekkül eder. Olanların, olayların arkasındaki eli görmeye gayret eder. İtidali elde tutar her zaman. Günübirlik hesaplarla meşgul olup yorulmaz. Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi, “Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer: “Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstüne oturup, nezaret eder; diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. “Ona denildi: ‘Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.’ “O dedi: ‘Yok bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”3 Eh, ne diyelim? Bırakmaz bırakmaz! Kudretini bilmeyince Rabbinin; eldekini, zannediyor kendinin. Bu sebepten dolayı, şu dünyada en bahtiyar; Müslüman. Not: Okurlarımın Kurban Bayramını tebrik eder, sıhhat ve âfiyet dolu ömürlerle nice bayramlara ulaşmalarını Rabbimizden dilerim.
Dipnotlar: 1- Âl-i İmrân Sûresi, 173. 2- Said Nursî, Şuâlar (yt), 471. 3- Said Nursî, Sözler, 285. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Siyah ve nur |
Siyah ve beyaz… İki renk… Şu âlemde var olan her şey, bin bir türlü renk tonlarıyla binlerce gruba ayrılabilir. Ancak hepsini bir çırpıda siyah ve beyaz, koyu ve açık şeklinde sadeleştirip ikiye de ayırabilirsiniz. Siyah ve beyaz; birisi varlığın, diğeri yokluğun rengi. Ancak biz insanlar varlığı da, yokluk sayesinde fark ederiz. Zihnimizin, beynimizin çalışma sistemi ona göre yaratılmış. Tıpkı bilgisayarın çalışma sisteminde olduğu gibi “sıfır” ve “bir” şeklinde basit ve sade; ışık, var ve yok… Siyah bir yazıyı beyaz bir sayfa üzerinde okuyabiliriz. Ya da tam tersi, siyah bir sayfada beyaz bir yazı… Siyah yoksa beyazı da fark edemeyiz. Çünkü siyah sınırlandırır ve bir çizgi çizer. Biz zaten sınırlandıramadığımızı da anlayamayız. Bu sebeple olsa gerek, Cenâb-ı Hakk’ı şiddet-i zuhurundan dünya gözü ile göremeyiz. Sağlıklı olduğumuzu, beyaz bir sayfa üzerine yazılmış siyah renkteki küçücük bir hastalık ile ancak fark eder, hatırlarız. Bu sayede ömrümüz kadar geniş sağlıklı, beyaz bir sayfanın farkına varabiliriz. O siyah yazı görünüşte hastalık da olsa, gerçekte sağlığı fark etmektir, dolayısıyla şükürdür. Zenginlikten fakirliğe, ilimden cehalete beyaz ve siyah renkleri ve yazıları çoğaltabilirsiniz. Renkler gerçekte ilginçtir. İnsanlar arasında gizli bir konsensüs ve mutabakattır. İnsanların gördükleri ve algıladıkları renk kim bilir belki de farklıdır. Ancak her zaman aynı şeyi görmeleri ve gördüklerine aynı kelime ile kırmızı veya yeşil gibi ifade etmeleriyle arada mesele kalmaz, mutabakat sağlanır. Bir kırmızı gülün kendisi gerçekte kırmızı değildir. Kendisine gelen bütün renkleri tutar, sadece kırmızıyı kabul etmez, gözlerimize gönderir, yansıtır. Biz de onu kırmızı olarak görürüz. Siyah ise bütün ışık tonlarını tutar hapseder ve biz onu siyah olarak görürüz. Malûm optik ve ışık ile ilgili ilk çalışmalar Orta Çağ İslâm dünyasında başlamıştır. Batı için karanlık olan Orta Çağ, İslâm dünyasında ilim adamlarının çeşitli sahalarda alabildiğine çalışmalar yaptığı, binlerce kitap telif ettiği pırıl pırıl bir çağdır. O manevî aydınlık, maddî aydınlık olan ışığı da incelemeyi ihmâl etmemiş. Zaten ışık, maddî manevî yani nur ve ziya olarak hep Doğu’dan yükselmiştir. Bugünkü optiğin temellerini atan İbn-i Haysem’in çalışmaları meşhurdur. Endülüs’te bu çalışmalar zirveye çıkmıştır. Malûm Endülüs, ilimde Avrupa’nın ve özellikle Rönesans’ın üstadıdır. Bir Batılı ilim adamı: “Endülüs’ü yaktık, yok ettik; fakat kalan otuz kitap ile Ay’a çıktık. Eğer yüz kitap kalsaydı bu gün galaksiler arasında seyahat edebilirdik.” demiştir. BBC’nin hazırladığı bir belgeselde, Endülüs medeniyetini izlemiştim. Dillere destan Endülüs saraylarının muhteşem mimarisini, işlemelerini ve bahçelerini gösteriyordu. Bahçenin ortasında, kulübe büyüklüğünde, tek pencereli, yer seviyesine indirilmiş, küçücük bir bina vardı… Pencere duvara ortalanarak dizayn edilmiş… İçeri girilip kapı kapanıp pencere açıldığında, duvarda harika bir görüntü ortaya çıkıyor: Dışarıdaki saray, bahçe ve ziyaretçiler ters olarak gözüküyor. Hadise, bildiğimiz fotoğraf makinalarında da kullanılan karanlık oda teknolojisi. Fotoğraf makinası karanlık oda sistemiyle çalıştığı gibi, gözümüz de binlerce renk ve görüntüyü aynı sistem ile görür, inceler, kayda alır. Küçük bir pencere misâli mercekten geçen ışık, gözün içindeki karanlık odadan geçerek, arkadaki duvara yani retinaya düşer. Retina yüksek çözünürlüklü bir kamera misâli binlerce elemanıyla renkleri okur ayırır, sinyaller hâlinde beyne gönderir. Biz de o harika manzaraları görürüz, gördüğümüzü söyleriz. Gerçekte o harika görüntüler harika bir şekilde bize gösterilir. Siyah örtülerine bürünmüş Kâbe, şu koca kâinatın sanki bir gözbebeğidir. Gözün görüntüleri aldığı gibi, o da Hacerü’l-Esved vasıtasıyla ibadetleri toplar, kaydeder; bize en muhtaç olduğumuz zamanda verilmek üzere, Âlemlerin Rabbine takdim eder. Mektubat’ta Hakikat Çekirdekleri’nde konumuzla ilgili bir ifade geçer: “Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır.” Yani aklın ve fikrin nuru, kalbin ziyasıyla, ışığıyla ışıklanmazsa karanlıklar ve zulüm fışkırır. Devamında ise misâl getirilir: “Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa; göz, göz olmaz. Fikret-i beyzada (fikirdeki beyazlık) süveyda-i kalb (kalbdeki siyahlık) bulunmazsa, basiretsizdir.” Evet, kalbin bir karanlık oda gibi çalıştırılması gerekir. Ancak o sayede görüntüler gerçek mânâda görünebilir. Akıl ve fikir ancak kalb gözüyle bakarsa hakikatı görebilir. Kalb onlara siyah kalem ile sınırlar çizerek şekillendirir. Atom bombasını aklınızla yapabilirsiniz belki, ama onun bir anda yüz binlerce kalbi parça parça edebileceğini ancak kalb ve vicdanınızla fark edebilir ve değerlendirebilirsiniz. Gerçekte hayat da siyah beyazdır. Gençlik ve ihtiyarlık da bunlardan birisidir. Lem’alar’da Bediüzzaman Hazretleri esaret günlerindeki uyanışını şöyle ifade eder: “Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı…” Gurbet karanlığında dünya hayatının fâni ve geçici olduğunu fark edip ebedî hakikat nurlarını daha net görüp uyanmış… Musîbetler ve hastalıklar gibi kara günler; gerçekte hakikatı gösteren ve ikaz eden nurlu günlerdir. Ne mutlu idrak edip ders alanlara… Karanlık geceler deriz ya hep… Gerçekte gecenin maddesi de mânâsı da gelir bir çizgide birleşir. Teheccüd namazı kabir karanlığı için tükenmez bir nurdur, ışıktır. Yine kitap okuma gibi tefekkürler de gece açılan rahmet ve hikmet kapılarıdır; manevî âlemlere açılan bir penceredir. İbn Arabî şöyle der: “Gündüzler şehâdet âlemine, geceler gayb âlemine bağlıdır.” Kalbi her türlü sevgiye bağlamak, güya aydınlanma maksadıyla şirkle karışık fikirleri ve meşgaleleri içeri almak; kalbin sağına-soluna pencereler açmak gibidir. Delik deşik olan bir göz görebilir mi? Yıldızları neden sadece gece görebiliriz? Çünkü siyah ve beyaz her yerdedir. Onlar gerçekte siyah gökyüzüne “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih ederler” âyetinin; yıldızlarla yazılmış inci gibi parlayan satırları ve nakışlarıdır. Hakikat nurları, yalancı ışıkların olmadığı mekânları ve zor zamanları daha çok sever ve oralarda daha net gözükür. Hz. Yusuf (as), o muazzam makama zindanlarda gösterdiği sadakat ve sabır ile çıkmıştır. Risâle-i Nur da zindanlarda ve sürgünlerde telif edilmiş ve parlamıştır. Öyleyse mümkün olduğu kadar yalancı ışıkları söndürmek gerekiyor. İyi bir görüntü için; kalbimizden afaka açılan pencereleri ve yıldız böceği hükmündeki düşüncelere açılan kapıları kapatmak gerekiyor. 18.11.2010 E-Posta: [email protected] |